Hem hiç çocuk edinmedi. Çocuğu olmaktan uzak olduğu gibi bir çocuk da edinmiş değil. Hıristiyanların dediği gibi değil (Bakara, 2/116; Mâide, 5/18 ve Tevbe, 9/30. âyetlerin tefsirine bkz.). Hem mülkte hiçbir ortağı da yoktur. Mecusilerin dediği gibi de değil. Yüce sözündeki kasırdan (mülkü yalnız O'na tahsis etmeden) bu da anlaşılmıştı. Böyle iken ayrıca açıklanması; ikidir, üçtür, diye ortaklık iddia edenleri açıkça çürütmeye özen göstermek içindir. "Hiç çocuk edinmedi" cümlesinin araya konması da bunun içindir. Böylece evvela bunun öncekine bağlı olmayıp ayrıca anılmak istenilen şey olduğu gösterilmiş, sonra çocuk edinmenin sonucu dahi ortak edinmek olacağından, edinmemenin sebebi de anlatılmıştır. Yani, bu cümle, öncekine değil, ikinciye bağlanmıştır.
İyi ama bu mülkü nasıl bulmuş ve bu kadar büyük mülk ortaksız yapayalnız nasıl yönetilir, denecek olursa, buna karşı söz başı "vâv"ı ile buyuruluyor ki, her şeyi yarattı, başka birinden almadı, kazanmadı, doğurmadı, yarattı, yokken var etti de gerçeğine erişilmez bir takdir ile her birine bir sınır ve ölçü belirleyerek hikmetine göre dilediği gibi hepsini bütün sonuçlarıyla hazırladı. O'nun için güçlük yok, her şey bütün mukadderatı ile O'nun kudret eli altında, kul, yaratılmış olup hepsini dilediği gibi kullanır, böylece her şeyin bir sınır ve ölçüsü var ki, onu asla aşamaz. O'nun kudretine ise sınır ve son yok, bundan dolayı hiç bir şey, yaratılmış olma sınırını aşıp da O'na ortak olmaya güç yetiremez, O öyle yüksek, öyle Tebârek...
3-Bu Furkan ile gerçek tam mânâsıyla yerleştirilip tebliğ edildikten sonra, inzar (korkutma)ın sebebine geçilerek buyuruluyor ki, böyle iken tuttular da O'ndan başka bir takım ilâhlar (mabudlar) edindiler. O her şeyi yaratanı bıraktılar da O'nun berisinden öyle şeylere taptılar ki hiçbir şey yaratamazlar fakat kendileri yaratılır dururlar; yani kendilerinin yaratılmış oldukları görülüp duruyor, yahud mabud (tanrı) diye yalan yere uydurulup duruyorlar.
HALK: Yokken meydana getirmek, yani yaratmak mânâlarına geldiği gibi (Ankebut, 29/17) gibi "yalan uydurmak" mânâsına da gelir. Burada bazı müfessirler bu mânâyı tercih etmişlerse de görünen açık mânâ öncekidir. Allah'tan başka tapılan şeylerin hepsi, putlar gibi yalan, uydurma mabud olduğu, onların yaratılmış olduklarından da anlaşılır. İlmî bakış açısından ifadenin asıl ruhu da, yaratılmışın, yaratan yerine konmasındaki çelişkiyi göstermektedir. Bunu daha fazla izah için buyuruluyor ki ve kendi kendilerine bir zarara da malik değiller, bir menfaate de. Bu cümlenin açıklamasında "ve kendilerinden ne bir zararı gidermeye, ne de kendilerine bir fayda verecek şeyi getirmeye güçleri yetmez" deniliyor, çünkü sonra gelen zarar fiilinin sılası sayılıyor. Ve bir şeyin kendine zarar vermesi akla uygun olmadığından zarar, zararı gidermek mânâsına kullanılmış oluyor. Bu mânâ, tam anlamıyla yalnız cansız putlara uygun olabilir. Bu ise hem kasrın, hem de ilâhî sözün görünen mânâsından uzaktır. da asıl olan sebeb gösterme olduğu gibi ye ilişkisi de açıktır. Bu bakımdan değil buyurulmuştur. O halde "nefisleri için" "kendileri için" demek olmalıdır. Buradaki olumsuz kılınan (nefyedilen) yalnız kendilerine ait olan olumsuzluk ve zarar değil, kendi zatlarının nedeniyle mutlak olumsuzluk ve zarardır. Yani kendiliklerinden, kendi istekleri ile hiçbir zarar ve fayda vermeye güç yetiremezler kendilerinden (bizâtihim) olsalar bile, kendiliklerinden (lizâtihim) değillerdir. Olabilir ki, mesela güneşte veya Firavun gibilerde yahud Mesîh gibilerde bir fayda veya zarar görülmüşse o onların lizatihi kendi kudretlerinden, kendi sahip olduğu şeylerden değil, yüce yaratıcının verdiği güç ve kuvvettendir. Lizatih: (kendiliğinden) olsa idi yok olmazlardı. Bu mânâ "Kendisinden başka ilâh olmayan diri olan, herşeyin yönetimini elinde bulunduran yüce Allah'tan mağfiret dillerim. Kendi nefsine zulmeden gerek hayat, gerek ölüm ve gerekse tekrar dirilme bakımından kendi nefsine malik olamayan bir kulun tevbesi ile tevbe ederim" anlamına da uygundur. Burada zararın önce getirilmesi de dikkate değer. "Def'-i zarar, celb-i menfaatten akdemdir. (zararın yok edilip kaldırılması, faydanın getirilip konulmasından öncedir) kuralına işaretle zararı yok edip kaldıramayanın bir fayda getirip koyamayandan daha güçsüz olduğunu anlattığı gibi, zarar vermenin faydalı olmaktan kolay olduğunu da anlatır. Bir de, Allah'tan başkasına tapanların fayda elde etme duygusundan önce, zarar korkusuyla taptıklarını ortaya koyar. Çünkü diktatörler ve zalimler, insanları daha çok korkutma politikasıyla kendilerine tapındırmaya uğraşırlar. Ve bu yüzden bir çok zavallılar, o gücü, onların kendilerininmiş gibi sanarak korku belasıyla onları tanrı yerine koyar, Allah'ı unuturlar. Fakat bilmeleri gerekir ki, aslında o güç ve kuvvet onların değildir. Allah dilemeyince onlar kendi başlarına ne bir zarar yapabilirler, ne de bir fayda sağlayabilirler. Ne ölüme maliktirler, ne hayata, ne de nüşûra (ölümden sonra tekrar canlandırmaya.)
NÜŞÛR: "Neşîr" gibi bazan edilgen bazan etken olur. Edilgen olursa bir şeyi açıp yaymak mânâsına gelir ki, dilimizde "neşir" "neşriyat" ve "menşûr" bu mânâdadır. Bunun etkenine "intişâr" denilir. Etken oldukları zaman ise ölmüş olan bir şeyin canlanıp kalkması anlamındadır ki, Kur'ân'da "nüşûr" kelimesi genellikle bu mânâdadır. Bunun edilgenine de "inşâr" (ölüyü diriltme) denilir. "Ve o su ile ölü bir toprağa can verdik" (Kâf, 50/11) gibi. Şu halde bu mânâ şöyle olur: Ne ölüm elindedir, ne dirim, ne de ölümden sonra ahirette kalım; bunların hiçbirinde ne kendileri, ne başkaları hakkında diledikleri gibi tasarruf yapamazlar. Bunlara sahip olmayan ise mabud (ilâh) olamaz. Böyle iken bütün bunlara malik olup her şey kudret elinde bulunan Allah'a kulluğu bıraktılar da, öyle güçsüz şeylere taptılar. Peygamberliğe gelince:
4- Ve o küfredenler bu açıklamaya karşı dediler ki bu Kur'ân, Furkan falan değil sırf bir iftira onu o uydurdu ve buna karşı diğer bir kavim de ona yardım etti. Yabancılardan yahudilerden öğreniyor dediler. (Nahl, 16/103. âyetin tefsirine bkz.)
Böylece zulüm ve tezvîre büyük bir haksızlığa ve yalancılığa gittiler
5- ve, evvelkilerin esatıyri, uydurma masalları (esâtıyr kelimesi hakkında En'âm, 6/25. âyetinin tefsirine bkz.) Onları kendine yazdırtmış da işte sabah akşam kendisine okunup duruyor" dediler. Haksızlıkta, yalancılıkta, yalanı telleyip pullamada bu derece ileri gittiler. Böyle haksız yalancılara başka sözün gereği yok.
6-Yalnız onu, "o göklerde ve yerdeki sırrı bilen indirdi" de. Yani o sizin zannettiğiniz gibi uydurma veya eskilerin uydurma masalları değil, ilâhî sırları içinde bulunduran gökten indirilme bir kitaptır. Çünkü onu, göklerin, yerin gizliliğini bilen yüce Allah indirdi. O gerçekten gafûr (yarlıgayan) bir rahim (merhamet eden) bulunuyor. Bu sebepten o haksızlık ve yalan uydurmalarınıza karşılık kötü sonuçlarınızda ivedi davranmıyor da, geriye bırakıyor.
7-8-9- "Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, sokaklarda gezer." dediler. Haber verildiği üzere, Kureyş kabilesinden Rebia'nın iki oğlu Utbe ve Şeybe, Ebu Sufyân b. Harb, Nadr b. Haris, Ebu'l-Buhturî, Esved b. Muttalib, Zem'a b. Esved, Velîd b. Muğire, Ebu Cehil b. Hişâm, Abdullah b. Ebu Ümeyye, Ümeyye b. Half, As b. Vail, Nebih b. Haccac ile Münebbih b. Haccac toplanmışlar ve birbirlerine "Muhammed'e bir haber salın, kendisiyle bir konuşun, karşılıklı konuşarak tartışın ki, mazur olasınız (günah sizden gitsin) demişler ve bunun üzerine "Kavmin senin için toplandılar, seninle konuşmak istiyorlar" diye haber göndermişlerdi. Peygamber (s.a.v) geldi. "Ya Muhammed, biz senin hakkında mazur olalım (günah bizden gitsin) diye sana haber gönderdik. Şimdi bak! Sen eğer bu sözle mal istiyorsan, sana mallarımızdan mal toplarız ve eğer şeref istiyorsan seni Efendi tanırız, büyükleriz ve eğer mülk istiyorsan seni başımıza melik (kral) yaparız" dediler. Resulullah (s.a.v) buyurdu ki "Bende dediklerinizden hiçbiri yok. Ben size getirdiğimi ne mallarınızı almak için, ne içinizde şeref için, ne de üzerinizde melik olmak için getirmedim. Fakat yüce Allah beni size bir elçi olarak gönderdi ve bana bir kitap indirdi ve size bir müjdeci ve korkutucu olmamı emretti, ben de size, rabbımın elçiliğini bildirip iyilikle öğüt verdim. Eğer siz getirdiğimi alırsanız o sizin dünya ve ahirette payınızdır ve eğer onu kabul etmeyip bana geri verirseniz, yüce Allah, benimle sizin aranızda hüküm verinceye kadar ben, yüce Allah'ın emrine sabrederim". Bunun üzerine "Ya Muhammed! dediler, Eğer vermek istediklerimizden hiçbir şey kabul etmeyeceksen o halde, kendin için Rabbinden iste: Yanında seni doğrulayacak ve senden bizi uzaklaştıracak bir melek göndersin. Hem iste de sana bağlar, bostanlar ve altından, gümüşten köşkler yapsın da seni çalışmadan kurtarsın; çünkü sen de bizim gibi çarşılarda dolaşıyor, geçimlik arıyorsun. Eğer sandığın gibi elçi isen o zaman üstünlüğünü ve Rabbinin yanındaki yerini anlarız" Buna karşı Resulullah "Hayır, ben size bunun için gönderilmedim. Yüce Allah beni bir müjdeci ve korkutucu olarak gönderdi" dedi. İşte bu âyetler bu sebeple indirildi. de "mâ" soru, "lam" cer harfi olduğundan, kural şeklinde bitişik yazılması idiyse de imam Osman b. Affan'a ait mushaf hattında şeklinde "lâm " ayrı yazılmış ve dolayısıyla burada böyle yazılması muteber bir sünnet olmuştur.
Meâl-i Şerifi
10- Öyle yücedir O ki, dilerse sana ondan daha iyisini, altından ırmaklar akan cennetler verir, sana köşkler de yapar.
11- Fakat onlar o saati (kıyameti) de yalanladılar. Biz ise o saati yalanlayanlara çılgın alevli bir ateş hazırladık.
12- Ki, cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerine görününce, onun bir hışımlanmasını (kaynamasını) ve uğultusunu işitirler.
13- Elleri boyunlarına bağlı olarak onun dar bir yerine atıldıkları zaman da, oracıkta yok olmayı isterler.
14- (Onlara şöyle denilir) Bu gün bir yok olmayı değil, nice yok olmaları isteyin!
15- De ki: Bu mu daha iyi, yoksa takva sahiplerine vaad olunan ebedilik cenneti mi? Çünkü orası, onlar için bir mükafattır ve bir varış yeridir.
16- Onlar için orada ne isterlerse var, hem orada ebedî kalacaklar. Çünkü bu Rabbinden yerine getirilmesi istenen bir vaaddir.
17- Hele o gün Rabbin onları Allah'tan başka taptıkları şeylerle toplar da, der ki: "Siz mi saptırdınız şu kullarımı, yoksa kendileri mi yolu kaybettiler?"
18- Onlar: "Sübhansın seni tenzih ederiz. Seni bırakıp da senden başka dostlar edinmek bize yaraşmaz; fakat sen onlara ve atalarına o kadar nimet verdin ki, sonunda seni anmayı unuttular ve helaki hak eden bir kavim oldular." derler.
19- (Bunun üzerine ötekilere hitaben şöyle denilir.) İşte (taptıklarınız) sizi söylediklerinizde yalancı çıkardılar. Artık ne (azabınızı) geri çevirebilir, ne de bir yardıma çare bulabilirsiniz ve içinizden kim zulmederse, ona büyük bir azab tattıracağız.
20- (Resulüm!) Biz senden evvel de peygamberleri başka türlü göndermedik. Şüphesiz onlar hem yemek yiyorlar, hem çarşılarda geziyorlardı (sokaklarda yürüyorlardı). Sizin bir kısmınızı bir diğerine fitne (imtihan sebebi) kılmışızdır ki, bakalım sabredecek misiniz? Zira Rabbin her şeyi hakkıyla görmektedir.
10- Ne mübarektir o ki dilerse sana ondan -onların söyledikleri hazine ve bahçelerden- daha iyisini verir. Yalnız bir cennet değil cennetler, hem altından ırmaklar akar cennetler verir, yani ahirette söz verdiği cennetler gibi dilerse dünyada da verir, İslâm yurdu olur. Senin için köşkler de yapar.
11-*} "Fakat onlar kıyamet saatini yalanladılar."
BEL: Bir bağlaç harfidir ki, asıl mânâsı ıdrabdır (Yeni bir hükme dönüştür). Bazen de "hattâ" gibi terakkî, ileriye geçme ifade eder.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|