38- Firavun ise, bak ne zalim! Cemiyetini toplayıp da dedi ki: Ey millet, ey şu gözler dolduran topluluk, ben sizin için benden başka bir ilâh bilmiyorum. Çok iyi bilir ki, şu mahlukatı yaratan kendisi değildir, kendisini de bir yaratan vardır. Fakat uluhiyetin yalnız Allah'ın olduğunu tanımıyor. Yaratmak ve yaratıcılık kavramlarına haksızlık ediyor, hukuk ve hukuk koyuculuğu kendi koyarmış ve kendi dilediği gibi yaparmış, ne isterse o olurmuş, hükmünü ve idaresini bozacak üst bir makam ve kuvvet yokmuş gibi gösteriyor. Bu sebepten insanlar, onun idaresine boyun eğmekten başka bir şey tanımasın, hep onu sevsin, hep ondan korksun, hep ona kul olsun, ona tapsın istiyor, hem mabudluk iddia ediyor, hem de sizin için benden başka bir ilâh bilmiyorum diyor. İlk önce yoktur demiyor, bilmiyorum diye insaflı görünmek istiyor. Göklerin ve yerin Rabbi sanki gökyüzünü araştırmakla görünmesi gereken bir cisim ve bir cismi varmış gibi zannettirerek halka karşı ilim ve fen yolunda bir oyun ve tuzak yapmak üzere de diyor ki: Ey Hâmân! Haydi benim için çamur üzerine bir ateş yak, tuğla pişir demeyip bu sözü kullanması, kerpiçi pişirip tuğla yapmayı ilk defa Firavun düşünmüş olduğundan bu şekilde sanatı öğretmiş olduğu söyleniyor. Hem bana bir kule yap, gökyüzünü araştıracak bir rasat kulesi yap. Belki çıkar Musa'nın ilâhını öğrenmiş olurum, ama sanıyorum, o mutlaka yalan söyleyenlerdendir. Yani âlemlerin Rabbı tarafından peygamberlik davasında yalancı olduğunu zannediyor ise de her ihtimale karşı sanki ilim ve irfan içerisinde bilfiil araştırma yaparak o yalanı meydana çıkaracak ve eğer onun ilâhını bulursa, sanki onun da hakkından gelecekmiş gibi görünmek istiyor. Bazıları bunun sadece laftan ibaret kaldığını ve öyle bir kule ile göğe çıkmanın akla ters düştüğünü söylemişlerse de, diğer taraftan böyle bir kulenin yapılıp yıkıldığını nakletmişlerdir.
39- O ve askerleri haksız yere büyüklük taslamak istedi. Bilmiyorum demekle kalmadı. Şuarâ Sûresi'nde geçtiği üzere "Benden başkasını tanrı edinirsen, andolsun ki seni zindana kapatılmışlardan ederim" (26/19) dedi. Nâziât Sûresi'nde de geleceği üzere etrafındakileri toplayıp "Ben sizin en yüce rabbinizim" (79/24) diye bağırdı. Ve gerçekten bize döndürülmeyeceklerini sandılar.
40- Biz de onu ve ordularını yakalayıp da denize atıverdik. Şimdi bir bak zalimlerin sonu nice oldu!
41- Biz onları öyle öncüller, öyle başkumandanlar yaptık ki ateşe çağırırlar, cehenneme götürecek iş ve hareketlere davet ederler de kıyamet günü yardım görmezler
42- hem bu dünyada arkalarına bir lanet taktık. Allah'ın, meleklerin ve insanların lanetlerini hem de kıyamet günü onlar, o çirkin, o nefret edilmiş ve o kovulmuşlardandırlar. Çünkü tekebbür yalnız Allah Teâlâ'nın hakkıdır. Bir kudsî hadiste "Kibriya benim ridam, azamet izarımdır; her kim bunlardan birisinde benimle çekişirse, ben onu ateşe koyarım" buyurulmuştur. Onun için, ondan başkasının kibirlenmesi, haksız ve boş yere kibirlenmedir.
Gelelim kıssadan hisseye:
Meâl-i Şerifi
43- Andolsun ki biz, ilk nesilleri yok ettikten sonra Musa'ya olur ki düşünür, öğüt alırlar diye, insanlar için apaçık deliller, hidayet rehberi ve rahmet olarak o Kitab'ı (Tevrat'ı) vermişizdir.
44- (Resulüm!) Musa'ya emrimizi vahyettiğimiz sırada sen batı yönünde bulunmuyordun ve (o hadiseyi) görenlerden değildin.
45- Bilakis biz (o zamandan senin zamanına kadar) nice nesiller var ettik de, onların üzerinden uzun zamanlar geçti. Sen onlara âyetlerimizi okuyarak, Medyen halkı arasında bulunanlardan da değildin; aksine biz (başka) peygamber göndermiştik.
46- (Musa'ya) seslendiğimiz zaman da, Tûr'un yanında değildin. Bilakis senden önce kendilerine uyarıcı (peygamber) gelmeyen bir kavmi uyarman için Rabbinden bir rahmet olarak (orada geçenleri sana bildirdik), ola ki onlar düşünüp öğüt alırlar.
47- Bizzat kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde, "Rabbimiz! Ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de, âyetlerine uysak ve müminlerden olsaydık" diyecek olmasalardı (seni göndermezdik).
48- Fakat onlara tarafımızdan o hak (peygamber) gelince, "Musa'ya verilen (mucizeler) gibi ona da verilmeli değil miydi?" dediler. Peki daha önce Musa'ya verileni de inkâr etmemişler miydi? "Birbirini destekleyen iki sihir" demişler ve şunu söylemişlerdi: "Doğrusu biz hiçbirine inanmıyoruz."
49- (Resulüm!) De ki: "Eğer doğru sözlüler iseniz, Allah katından bu ikisinden (bana ve Musa'ya inen kitaplardan) daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım!"
50- Eğer sana cevap vermezlerse, bil ki onlar, sırf heveslerine uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir? Elbette Allah zalim kavmi doğru yola iletmez.
43- Andolsun biz Musa'ya o kitabı, yani Tevrat'ı verdik. İlk nesilleri yok ettikten sonra. Demek ki, Kur'ân lisanında birinci nesil Firavun'un helaki ile sona eriyor. Ve işte Tâhâ Sûresi'nde Firavun'un "Öyle ise önceki milletlerin hali ne olacak!" (Tâhâ, 20/51) sorusuna "Musa, onlar hakkındaki bilgi, dedi, Rabbimin yanında bir kitapta bulunur. Rabbim ne yanılır, ne de unutur" (Tâhâ, 20/52) cevabının mânâsının bu olduğu, buradan anlaşılıyor. Firavun'un yok olmasından veya Tevrat'ın indirilmesinden İslâm'ın doğuşuna kadar "Kurûn-ı vustâ (orta nesiller) oluyor. İslâm'ın doğuşu ile de ahir zaman, yani "Kurûn-ı uhra" (son nesiller) başlıyor. Demek ki, Hz. Musa'nın peygamber olarak gönderilmesi ile birinci nesiller kapanıp orta nesiller açıldığı gibi, Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesi ile orta nesillere son verilip son nesiller başlıyor. Ancak Hz. Musa'nın peygamberliğinden Firavun'un suda boğulmasına kadar olan zaman ilk nesillere dahil edildiği gibi, Hz. Muhammed'in hicretine kadar olan müddet de orta nesillere dahil edilerek İslâm tarihi Hicret'ten başlamıştır.
İşte Tevrat'ı birinci nesillerin helakınden sonra insanlar için apaçık deliller hidayet rehberi ve rahmet olmak üzere verdik olur ki, düşünür, öğüt alırlar, diye. Önceki nesillerin halini düşünür, ibret alırlar da Firavun ve askerleri gibi zulüm, haksızlık etmezler, ateşe girmezler, diye. Bu şekilde Tevrat'ın indiriliş hikmetini açıkladıktan sonra, Kur'ân'ın indiriliş hikmeti ile Muhammed (s.a.v)in peygamberliğini anlatmak için buyuruluyor ki:
44- Sen ise batı tarafında, o dağın batı yakasında Musa'nın levhaları aldığı mikat yerinde değildin. Musa'ya o emrimizi vahyettiğimiz sırada, yani o vahiy ve Tevrat ile hüküm verip peygamberliği işini sağlamlaştırdığımız zaman, Musa'nın yanında olmadığın gibi şahidlerden de, görenlerden de değildin. O zaman o sırada hazır mevcutlardan da değildin.
45- Ve fakat biz nice nesiller var ettik, birinci nesillerin helakinden sonra Tevrat'ın hidayet coşkunluğu ile orta nesiller meydana geldi. Onların üzerinden uzun zamanlar geçti. Zamanın geçmesiyle kocadılar, şaşkınlaştılar, o neşe köreldi. O iman dinçliği, o amel kudreti kalmadı, kalpler katılaştı, din duygusu söndü, çeşit çeşit bid'atlar, ihtilaflar, bozmalar ile şeriat ve hükümler bozuldu, özellikle sonlarına doğru günah ve uyuşukluk çoğaldı. Bundan dolayı ilâhî hikmet gereği yeni bir ruh ile, yeni bir hukuk gerekti. Musa'nın hissettiği o ateşi yeniden duyurmak, Allah sevgisi ile yeni bir hayat istek ve arzusu vermek için yeni bir kitap, yeni bir peygamberle haberleri ve hükümleri yenilemek gerekti; bu sebeple, sana vahiy gönderip bunları bildirdik. Tevrat, orta nesilleri aydınlatmak için verildiği gibi, bu şekilde Kur'ân da orta nesillerin uyuşukluğuna son verip yeni nesilleri aydınlatmak için gönderildi.
Fıkıhta "ezmanın teğayyürü ile ahkamın teğayyürü inkâr olunamaz" (Zamanın değişmesi ile hükümlerin değişmesi inkâr edilemez) kaidesinin bir aslı demek olan bu veciz âyet, Hz. Muhammed (s.a.v)'in peygamber olarak gönderilmesinin bir sırrını ve hikmetini göstermekte ve Kur'ân'ın her zaman hakim olabilmesinin esas yönünü anlatmaktadır ki, uzun zaman geçerek eskimiş olan insan toplumunu ilâhî bir emir olan bir doğuş "son bir doğuş" ile yenilemek kanunu, bunun doğruluğunu ispat eden Hadid Sûresi'nde gelecek olan "İman edenlerin Allah'ı anma ve O'ndan inen gerçek için kalplerinin saygı ile yumuşaması zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir. Bilin ki Allah ölümünden sonra yeryüzünü canlandırıyor. Aklınız ersin diye gerçekten, size âyetleri açıkladık." (Hadîd, 57/16-17) âyetidir. "Allah Teâlâ bu ümmete muhakkak her yüz sene başında dinini yenileyecek kimse gönderir." mânâsındaki hadis-i şerif dahi asırdan asra bu âyetlerin tatbikatına teşvik edici ilâhî bir vaaddir. Bunun ilmî ve âmelî iki yönü vardır:
İlmî yönünü Kur'ân'da, amelî yönünü de Resulullah'ın sünneti ile ümmetin yaşadığı tarih içerisinde aramalıdır. "Âlimler peygamberlerin varisleridir" Hadis-i Şerifinin mânâsı da bu şekilde ortaya çıkar. Fakat dini yenilemek, dinde aslı olmayan bid'at meydana getirmek, demek olmadığını unutmamalıdır. Asılsız bid'atlar, hevadır, toplumu gençleştirmez bozar, ihtilafa düşürür, sapıtır. Hadis-i Nebevide buyurulduğu gibi "her bid'at dalalettir, her dalalet ateştedir." Bu açıklamadan anlaşılır ki, burada Peygamberin ilmindeki üstünlüğü anlatmak için getirilen bu âyette ince ve apaçık bir icaz vardır. Sebep zikredilmiş nail olunmasının asıl hedefi olan müsebbeb, hazfedilip sonra "aksine biz başka Peygamberler göndermiştik" diye anlatılmıştır. Asıl mânâ da şudur: "Sen ne orada, ne o zamanda hazır değildin ki, onları, bilesin, fakat biz vahiy ile Peygamberlik verdik de bildin, sebebi de zaman uzamakla orta nesiller eskimiş, dinler bozulmuş olduğundan, yenilemek için yeni bir peygamberin gönderilmesi gerekmiş olmasıdır. Burada şöyle bir soru akla gelebilir. Hazır ve şahid değil ise başkalarından öğrenmiş olamaz mı? buna cevap olarak buyuruluyor ki:
Sen Medyen halkı içerisinde bulunup âyetlerimizi onlardan okuyarak öğrenmiş de değildin, burada Medyen halkı "zikri hâs, irade-i âmm" kabilindendir. Maksat hiç kimseden okuyup öğrenmedin, demektir. Bunun bu şekilde söylenmesi Musa ile mukayeseye bir işaret olması içindir. Yani Musa'nın Medyen'e gittiği ve orada, eğleştiği bilinmekte. O, orada bir talim görmüş olabilir, fakat sen öyle de değilsin. Bulunduğun yerde kimseden okuyup öğrenmediğin herkesce bilinmekle beraber, onun Medyen'e gidip eğleştiği gibi, dışarda kalıp ders almadığın da bilinmektedir. Fakat peygamberlik verip gönderen biz olduk.
46- Hem o seslenmeyi, yani "Ey Musa, ben bil ki âlemlerin Rabbiyim! Ve asânı at". seslenmesini yaptığımız vakit de Tûr'un yanında değildin. Fakat Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin ki senden önce kendilerine bir uyarıcı gelmemiş olan bir kavmi uyarman için gerek ki düşünürler, nasihat dinlerler, akıllarını başlarına alırlar diye.
Bu kavimden maksat Arab'dır deniliyor. Gerçi Arab'a daha önceleri Hz. İsmail gelmişti. Fakat o Musa'dan önce evvelki nesillere aittir. Söz ise orta nesillerdedir. Orta nesiller zamanında onlara hiçbir peygamber gelmemiştir.
RAHMET, âlemler için rahmet, olmakla beraber, korkutmaya bunlardan başlanılması, şimdiye kadar kendilerine hiçbir korkutucu gönderilmemiş olmasından dolayı, hepsinden daha çok merhamete layık olmalarındandır. Onun için bu nokta şu âyette özellikle hatırlatılıyor.
47-48 "Bizzat kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde derler ki..." İşte sen bu hikmetlerle Musa'ya verilenden daha önemli bir kitap ile rahmetin ta kendisi olarak gönderildiğin halde bu suretle tarafımızdan kendilerine hak, o hak olan Kur'ân geldiği zaman, ders almadılar da Musa'ya verilen gibisi verilse ya, dediler. Ya bundan öne Musa'ya verileni inkâr etmediler de mi? İki sihir ortaya çıktı, birbirlerine yardım ediyorlar, dediler. Tevrat'ı da Kur'ân'ı da cazibesiyle insanı kandıran ve fakat aslı olmayan bir sihir saydılar. Ve biz hiç birine inanmıyoruz dediler. Mekkeliler, yahudilere bir bayramlarında içlerinden bir heyet gönderdiler, onlara Peygamber efendimizden sordular, onlar da "Biz Tevrat'ta bütün vasıflarıyla buluyoruz" dediler. İşte bu heyet dönüp yahudilerin söylediklerini haber verdiği zaman, Mekke müşrikleri böyle dediler. İşte bu Kur'ân'ın fesahat ve belagatine hayran olmakla beraber hak ve gerçek olduğuna inanmayan kâfirler de öyle derler.
49- De ki! Allah katından bu ikisinden, yani Tevrat ve Kur'ân'dan daha doğru, daha hidayete ulaştıran bir kitap getirin ben ona tabi olayım eğer doğrularsanız. Bunların insan aldatmak için uydurulmuş bir sihir oldukları iddiasında doğru iseniz, daha doğrusunu getirmeniz gerekir; getirin bakalım, fakat ne mümkün. Allah tarafından Tevrat ve Kur'ân'dan daha doğru yolu gösteren bir kitap getirilebilir mi?
50- Eğer sana cevap verip uymazlarsa, daha doğrusunu getiremezlerse -ki getiremeyecekleri muhakkaktır.- artık bil ki, sırf hevalarına uyuyorlar. Halbuki Allah'tan hiçbir delil olmaksızın yalnız heva ve hevesine uyandan daha sapkın, daha şaşkın kim olabilir? Elbette Allah zalimleri doğru yola çıkarmaz.
Meâl-i Şerifi
51- Andolsun ki biz, düşünüp öğüt alsınlar diye, sözü (vahyi) birbiri ardınca ulamışızdır.
52- Ondan (Kur'ân'dan) önce kendilerine kitap verdiklerimiz, ona da iman ederler.
53- Onlara (Kur'ân) okunduğu zaman "O'na iman ettik. Çünkü o, Rabbimizden gelmiş hakikattir. Esasen biz daha önce de müslüman idik" derler.
54- İşte onlara, sabretmelerinden ötürü mükafatları iki defa verilecektir. Bunlar kötülüğü iyilikle savarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah rızası için harcarlar.
55- Onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve "Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selam olsun. Biz kendini bilmezleri istemeyiz" derler.
56- (Resulüm!) Sen sevdiğini hidayete eriştiremezsin; bilakis, Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir.
57- "Biz seninle beraber doğru yola uyarsak, yurdumuzdan atılırız" dediler. Biz onları, kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere (Mekke-i Mükerreme'ye) yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler.
58- Biz, maişetleriyle şımarmış nice memleketi helak etmişizdir. İşte yerleri! Kendilerinden sonra oralarda pek az oturulabilmiştir. Onlara biz varis olmuşuzdur.
59- Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi memleketlerin ana merkezlerine göndermedikçe, memleketleri helâk edici değildir. Zaten biz, ancak halkı zalim olan memleketleri helâk etmişizdir.
60- Size verilen şeyler, dünya hayatının geçim vasıtası ve debdebesidir. Allah katında olanlar ise, daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâlâ buna aklınız ermeyecek mi?
51- Onlara sözü uladık durduk, yani Kur'ân âyetlerini birbiri ardınca göndermeye devam ettik ki düşüneler, dinleyip düşünüp de iman edeler diye.
52-54- Bundan, yani Kur'ân'dan önce kitap verdiklerimiz, yahudilerden içlerinde Ebu Rifaa bulunan on kişi iman etmiş, kendilerine eziyet edilmişti. İncil ehlinden kırk kişi Resulullah'a peygamberliğinden önce iman etmişlerdi; otuz ikisi Cafer b. Ebu Talib ile beraber Habeşistan'dan gelmiş, sekizi de Bahîra, Ebrehe, Eşref, Amir, Eymen, İdris, Nâfi' ve Temim Şam'dan gelmişlerdi. Bu âyetin indirilmesine sebep bunlar olmuş ise de âyetin mânâsının gelişine göre kitap ehlinden bütün iman edenleri içine almaktadır. Buna onlar, haklarında sözü uladıklarımız değil de onlar iman ediyorlar iki kere, biri önceden İslâmları biri de sonradan İslâm oluşları üzerine kötülüğü iyilikle savarlar, günahları ibadet ve taat ile giderirler, çünkü "Muhakkak ki iyilikler, kötülükleri giderir." (Hûd, 11/114) âyeti açıktır. Peygamber efendimiz, Muaz (r.a)'a demiştir ki, "Kötülüğün arkasından bir iyilik yap, onu mahveder." Bununla beraber, ezayı, yumuşaklıkla; kötülüğü, iyilikle; şerri, hayır ile; bilgisizliği ilim ile; öfkeyi, yutmakla; şirki "Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet etmekle" diye de tefsir etmişlerdir. Dilimizde:
İyiliğe iyilik her kişinin kârı (işi)
Kemliğe (kötülüğe) iyilik er kişinin kârı (işi)
diye meşhur olan söz de bu mânâyadır.
55- Sakat söz, Mücahid, eziyet ve sövmek demiş; Dahkâk, şirk demiş; İbnü Zeyd, Resulullah''ın vasıflarını yahudilerin değiştirmesi demiştir. Ondan yüz çevirirler "Boş bir şeye rastladıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler" (Furkan, 25/72) âyetine uyarak vakar ile. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size, diye ateşkes anlaşması yaparlar. "Sizin dininiz size, benim dinim bana." (Kâfirûn, 109/6) demek gibi. Bu selam, hayır dileme selamı değil. "Kendini bilmez kimseler kendilerine laf attıklarında (incitmeksizin) 'selam!' derler (geçerler)" (Furkan, 25/63) gibi veda selamıdır. Yani kavga etmeyelim, Allah'a ısmarladık, yerindedir.
56- Doğrusu sen sevdiğine hidayet veremezsin. Burada hidayetten maksat yalnız sözle iyiliğe sevk değil, bilfiil o yola eriştirmektir. Onun için "Şüphesiz ki sen doğru yolu göstermektesin." (Şûrâ, 42/52) âyetine zıt olmaz. Bu âyet evveline ve sonrasına bakarak Resulullah'ı teselli içindir. Çünkü ilk önce merhamete layık görüldüğü için korkuttuğu, müslüman olmalarını şiddetle istediği kavminin, yakından sevdiği hemşehrilerinin, akrabasının, gelen hakka iman etmeyip bulundukları halde ısrar etmeleri, Kur'ân'ı dinler dinlemez "Biz buna iman ettik, biz önceden de müslümanlardan idik" diyen yabancıların aksine olarak peygamberlik bereketinden mahrum kalmaları kendisini üzmüştü. Buharî, Müslim ve diğer birçok hadis kitaplarında ve tefsirlerde bunun bilhassa Ebu Talib sebebiyle indirildiği rivayet edilir. Bununla beraber, Fahreddin Razî, bu âyetin görünüşünde Ebu Talib'in küfrüne bir delil olmadığını özellikle hatırlatmıştır.
57-60- Sözün gelişine göre, indiriliş sebebi şu âyetle anlatılıyor denebilir: Bir taraftan da doğrusun amma dediler biz o doğruya uyar, seninle beraber olursak derhal çarpılır yerimizden yurdumuzdan oluruz.
HATF, yırtıcı kuşların av kapması gibi süratle çarpıp almaya denilir.
TEHATTUF da bu şekilde çarpılmaktır. Haris b. Osman b. Nevfel b. Abdi Menaf, Resul-i Ekrem (s.a.v) efendimize gelmiş de demiş ki: "Biz biliyoruz sen şüphesiz hak üzeresin ve fakat korkuyoruz, sana tabi olup da Araplara muhalefet edersek, biz bir yiyimlik başız, bizi yerimizden çarpıp, kapışıverirler." Buna cevap olarak buyuruluyor ki:
Ya biz onlara emin bir ev olan Harem'i mekan kılmadık mı? Atıf olup Ma'tüfu mahzuftur. takdirindedir. Yani, biz onları koruyup da mekanlarını emniyetli bir Harem kılmadık mı? Etrafında Arapların çarpışıp durduğu Beytin hürmetiyle muhterem ve içindekiler için emniyet evi bulunan bir Harem Ona her şeyin ürünleri toplanıp getirilecek, yani iman edildiği takdirde çarpılıp alınmak şöyle dursun, emniyet ve hürmet daha da artacak ve şimdiki gibi sınırlı bir şeklide toplanma ile kalmayıp ilerde her taraftan her şeyin meyve ve ürünleri toplanıp getirilecek. Kendi katımızdan bir rızık olmak üzere ve fakat onların çoğu bilmezler de Allah'tan korkacakken başkalarından korkarlar. Başkalarının çarpmasından değil, Allah'ın azabından korkulmak gerektiğini hatırlatmak için buyuruluyor ki:
"Biz refahlarından gelirlerinden dolayı şımarmış nice memleketleri helak etmişizdir..."
Meâl-i Şerifi
61- Şu halde, kendisine güzel bir vaadde bulunduğumuz, ardından ona kavuşan kimse, (sırf) dünya hayatının geçici zevkini yaşattığımız ve sonra kıyamet gününde (azab için) huzurumuza getirilenler arasında bulunan kimse gibi midir?
62- O gün Allah onları çağırarak, "Benim ortaklarım olduklarını iddia ettikleriniz, hani nerede?" diyecektir.
63- (O gün) haklarında azaba itilme, hükmü gerçekleşen kimseler, "Rabbimiz! Biz nasıl azmışsak, işte bu azmışları da öylece azdırdık. (Onların suçlarından) beri olduğumuzu sana arzederiz. Zaten onlar aslında bizlere tapmıyorlardı." derler.
64- "(Allah'a koştuğunuz) ortaklarınızı çağırın!" denir, onlar da çağırırlar; fakat kendilerine cevap vermezler ve (karşılarında) azabı görürler. Ne olurdu (dünyada iken) doğru yola girselerdi!
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|