Meâl-i Şerifi
38- O iman etmiş olan kimse dedi ki: "Ey kavmim! Bana uyun ki size doğru yolu göstereyim."
39- "Ey kavmim! Bu dünya hayatı ancak geçici bir menfaatten ibarettir. Ahiret ise durulacak karar yurdudur."
40- "Her kim bir kötülük yaparsa, ona ancak yaptığının bir misli ile ceza verilir. Erkek veya kadın, her kim de mümin olarak iyi bir amel işlerse, işte onlar cennete girerler. Orada kendilerine hesapsız rızık verilir."
41- "Hem ey kavmim! Niçin ben sizi kurtuluşa davet ederken, siz beni ateşe davet ediyorsunuz?"
42- "Siz beni Allah'ı inkâr etmeye ve bence hiç ilimde yeri olmayan şeyleri O'na ortak koşmaya davet ediyorsunuz. Ben ise sizi o çok güçlü ve çok bağışlayıcı olan Allah'a davet ediyorum."
43- "Hiç inkâr edilemez ki, gerçekten sizin beni davet ettiğiniz şeyin dünyada da, ahirette de bir davet hakkı yoktur. Hepimizin dönüşü Allah'adır. Şüphesiz haddi aşanların hepsi cehennemliktir."
44- "Siz benim söylediklerimi sonra anlayacaksınız. Ben işimi Allah'a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını görür, gözetir."
45- Allah o mümini, onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden korudu. Firavun'un adamlarını ise, o kötü azab kuşattı.
46- Onlar, sabah akşam ateşe arzolunurlar. Kıyamet kopacağı gün de: "Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine tıkın!" (denilecektir).
47- Hele ateş içinde birbirlerini protesto ederlerken, zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara: "Hani bizler size tabi idik. Şimdi siz bizden bir ateş nöbetini savabiliyor musunuz?" derler.
48- Büyüklük taslayanlar da şöyle derler: "Evet, hepimiz onun içindeyiz. Allah kulları arasında hükmünü vermiştir."
49- Ateştekiler, cehennem bekçilerine derler ki: "Rabbinize dua edin de bir gün olsun bizden azabı biraz hafifletsin."
50- Bekçiler de: "Size peygamberleriniz mucizelerle gelmiyorlar mıydı?" diye sorarlar. Onlar: "Evet" derler. Bekçiler: "Öyle ise kendiniz dua edin" derler. Kâfirlerin duası ise hep çıkmazdadır.
38- O iman etmiş olan kişi, önceleri imanını gizlemiş olan mümin adam dedi ki Ey Kavmim! Bana uyun, ardımca gelin, size "Reşad" yolunu, murada erdirecek doğru yolu göstereyim. O doğru yol, Firavun'un gösterdiği yol değil, benim göstereceğim yoldur. Bu söz gösteriyor ki bu kişi, Hz. Musa'ya yardım etmek için Firavun'a karşı isyan etmiş, kavmini kendisine uymak için davete başlamıştır. Bundan dolayı bazıları bunu Musa zannetmişlerse de bu tercih âyetin ifadesinden çıkan mânâya terstir. Murad Bey'in Tarih-i Umumî'sinde de Mısır kâhinlerinden "Uzarsif" adında birisinin Hiksüsler tarafına geçerek önemli bir ordu ile Firavun aleyhine isyan etmiş olduğu Mısır tarihlerinden nakledilmiş ve tarihçilere göre bu adamın Hz. Musa olduğu hakkında bir dereceye kadar görüş birliği var gibidir diye bir değerlendirme de ileri sürülmüş ise de, bu adamın Hz. Musa değil, Firavun ailesi mümini olan bu kişi olması daha doğrudur. Şu halde bu söz artık istişare meclislerinde değil, eline silah alarak karşıya çıkan bir mücahidin tebliği halinde geliyordu. İbnü Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, bu zat yardımcıları ve destekçileri ile bir dağa çekilmişti.
39- Ey kavmim! Bu dünya hayatı bir metadan ibarettir. Durup eğlenecek, istirahat edecek bir yer değil, kullanılıp yararlanılacak bir kazançtan, gelip geçici bir kazanç fırsatından ibarettir." "Dünya ahiretin ekinliği, çiftliği, tarlasıdır" hadisince, ahirette biçilip yararlanılmak için çalışılması lazım gelen bir kâr, bir yararlanma vasıtası veya bir mesai saatidir. Ahiret ise, işte karar yurdu odur, durulacak, istirahat edilecek yurt ancak O'dur. Orada kazanmak çalışmak yoktur. Onun için dünyada eğlenceye bakmayıp çalışmaya, kazanmaya bakmalıdır ki ahirette istifade edilsin.
40-Bunun, bu nimetlenmenin beyanı şöyle ki: Her kim bir kötülük yaparsa başka değil, ancak onun kadar cezalanır. Yani kötülüğün cezası, layık olduğu karşılığı iyilik olamaz. Onun gibi kötülük olur. Kötü amel yapanın güzel ecir beklemeye hakkı yoktur. Onun bekleyebileceği karşılık ancak bir kötülüktür. Gerçi kısmen veya tamamen affolunanlar olabilir. Fakat bağışlanmak, o kötülüğün cezası değil, başkaca bir ihsandır. Adalet kanunu, kötülüğün kendisi gibi bir kötülük ile cezalanmasıdır. Her kim de salih bir amel, iyi bir iş yaparsa gerek erkekten olsun, gerek dişi işte onlar cennete girerler. Orada kendilerine hesapsız rızıklar verilir. İyiliğin karşılığı da iyiliktir. Adalet kanunu bunun da kendisi gibisinin olmasını isterse de "ihsan" kanunu onun on mislinden, hesapsız katlarına kadar çıkar. Arazisine, yerine iyi bir tane eken, on tane alabilir. Yüz, yedi yüz, daha fazlasına kadar da katlanıp gidebilir. Onun için Firavun'a karşı mücadele ederek iyiliği yerleştirmeye çalışmalıdır.
41-44- "Ey kavmim! Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz." Bu sesleniş de Firavun'a karşı yapılan bir çıkış ve davetin azgınlık olmayıp meşru ve muhakkak bir kurtuluş meselesi olduğunu beyandır.
45- Bu şekilde Allah onu, Firavun ailesinin kurduğu hilelerin fenalıklarından korudu. Onlar Firavun ailesinin düştükleri kötü amellere düşmedikleri gibi, Firavun ailesinin onlar hakkında kurdukları fena tuzaklara da düşmediler. Firavun'un takipleri ilâhî koruma sayesinde kendilerine bir zarar vermediği gibi Azabın kötüsü Firavun ailesinin başına indi. İbnü Abbas'tan rivayete göre Firavun'un, onu takip etmek için gönderdiği askerler telef olmuştu. Sonra da kendisi ve askerleri bilindiği üzere suda boğulmuşlardı.
46-50- Ateş. Bu kelime mübtedadır, yani dilbilgisi açısından öznedir, bu cümlenin haberi, yani yüklemi şu: Onlar ona sabah ve akşam sunulup durmaktadırlar. Yani Firavun ailesinin dünyada kötü azab ile mahvoldukları gibi, ahirete kadar Berzah âleminde de akşam sabah ateşe sunulmak ile azap olunmaktadırlar. Sonra da "Kıyamet kopacağı gün de: 'Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine tıkın!' denilecektir."
Şimdi "Kıssanın hisse"si beyan olunarak buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
51- Biz peygamberimize ve inananlara hem dünya hayatında hem de şahitlerin şahitlik edecekleri günde (kıyamette) elbette yardım ederiz.
52- O gün zalimlere özür dilemeleri fayda vermez. Onlara lanet vardır, onlara yurdun kötüsü (cehennem) vardır.
53- Andolsun ki biz Musa'ya o hidayeti verdik ve İsrailoğullarına o kitabı miras kıldık.
54- (Bunu) Aklı başında olanlara bir yol gösterici ve bir hatırlatma olsun diye (böyle yaptık).
55- O halde sabret. Çünkü Allah'ın vaadi haktır. Hem günahından dolayı istiğfar et ve akşam sabah Rabbini hamdiyle tesbih et.
56- Kendilerine gelmiş kesin bir delil olmaksızın, Allah'ın âyetleri hakkında mücadele edenlerin göğüslerinde ancak yetişemeyecekleri bir kibir vardır. Sen hemen Allah'a sığın. Çünkü her şeyi işiten ve gören O'dur.
57- Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Fakat insanların çoğu bilmezler.
58- Kör ile gören bir olmaz, iman edip salih ameller işleyen kimseler ile kötülük yapan da bir değildir. Ne kadar da az düşünüyorsunuz!
59- Herhalde o saat (kıyamet) muhakkak gelecektir. Onda şüphe yok. Fakat insanların çoğu inanmazlar.
60- Halbuki Rabbiniz: "Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim. Çünkü bana ibadet etmekten kibirlenip yüz çevirenler yarın horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir." buyurdu.
51- Biz gönderdiğimiz peygamberlerimizi ve iman edenleri elbette "mansur" kılarız, yardım eder, delille, zaferle ve kâfirlerden intikam ile murada erdiririz. Hem dünya hayatında hem de şahitlerin şahitliğe duracakları gün. Kıyamet günü, yani hem dünya, hem ahiret, ikisinde de bazı hallerde bir süre için onların meşakkatlere uğrayarak imtihan geçirmeleri bu vaadin kesinliğini çürütmez. Çünkü göz önüne alınması gereken, sonuç ve neticedir. Bununla birlikte peygamberin ve müminlerin zafer elde etmeleri yalnız ahirete de kalmayacaktır. Musa'nın ve o iman eden kişinin Firavun'a üstün gelmesi gibi dünyada da gerçekleşecek, ahirette de...
EŞHAD: "Şahit" kelimesinin çoğuludur. "Sahib" kelimesinin "Eshab" olması gibi. Bunlar kıyamet günü insanlara karşı şahitlik edecek olan melekler, peygamberler ve müminlerdir.
52- O günkü zalimlere mazeretleri yarar sağlamaz. Çünkü mazeretleri geçersizdir. Veya "Onlara da izin verilmeyecek ki özür dilesinler." (Mürselat, 77/36) âyetinin mânâsınca özür dilemek için kendilerine izin verilmez, ağız açtırılmaz. Ve onlara lanet vardır. Allah'ın rahmetinden koğulmak, uzaklaştırılmak vardır. Ve onlara yurdun kötüsü vardır: Cehennem.
53-54- Şanım hakkı için Musa'ya o hüdayı verdik. Firavun'a karşı dünyada o başarıyı verdik, arkasından İsrailoğullarına o kitabı yani Tevrat'ı miras bıraktık. Aklı başında, selim, halis akıl sahibi olanlara bir irşad ve hatırlatmak için. Yani Allah'ın peygamberlerine ve müminlere dünya ve ahiret yardımının muhakkak olduğunu ve Firavun gibi zalimlere karşı mücadelenin gerekliliğini hatırlatmak için.
55- O halde sabret müşriklerin eziyetlerine katlanarak dayan. Çünkü Allah'ın vaadi haktır, yardımı muhakkak olacaktır. Onun için sabret ve günahına istiğfar et, gideremediğin eksiklikleri örtmesi için Rabbinin mağfiretini iste. Ve Rabbinin hamdiyle tesbih et, akşam ve sabah. Bu deyim,her zaman demek gibi devam ifade eder. Allah'a hamd ve şükrederek tenzihe devam et, ne dil, ne kalp hiç zikirden gafil olmasın demek olur.
56- Kendilerine gelmiş bir "sultan": Bir yetki ve delil olmaksızın Allah'ın âyetleri hakkında mücadele eden kimseler, Allah'ın âyetleri, Allah'ın varlığına, birliğine ve herhangi bir hususun gerçekliğine dair koymuş olduğu deliller, indirmiş olduğu kitaplar ve peygamberlerin de ortaya koyduğu mucizelerden daha geniş anlamlıdır. Bunlarda mücadele için imkan verecek bir delil ve hüccet düşünülemeyeceğinden burada "Kendilerine gelmiş bir delil olmaksızın" kaydının muhalif mefhumu kastedilmiş değildir. Ancak din işinde söz söyleyebilmek için hüccet ve delile dayalı bir yetki gerekli olduğuna dair bir uyarıdır. Bununla birlikte "nesih", "tahsis" ve "takyid" kabilinden olan meselelerde olduğu gibi, Allah'ın âyetlerini yine Allah'ın âyetleriyle karşılaştırarak bahsetmek caiz olduğuna işarettir denilebilir. Fakat hiç böyle bir salahiyet, yetki ve delil olmaksızın Allah'ın âyetleri hakkında mücadele edenlere gelince, Onların sinelerinde, gönüllerinde kibirden başka bir şey yoktur. Hakkı kabule tenezzül etmek istemeyen bir büyüklük davası, kuru bir azamet kuruntusu, fakat bir kibir ki onlar, ona yetişecek değillerdir. Hadlerinden çok aşkın ne şimdi, ne ilerde, gereğine erişmeleri ihtimali bulunmayan bir kibir, çünkü Allah'ın âyetlerinin üstüne çıkılmaz. Allah'ın vermediği değer ve mertebe zorla alınmaz. Peygamberliğe çalışıp çabalamakla yetişilemediği gibi, Allah vergisinden fazla, bir selahiyete de erilmez. İşte Allah'ın âyetleri hakkında mücadele edenler, sırf böyle bir kazanç ile mücadele ediyorlar. Delili ortada olan Hakk'a karşı, taassup, bağnazlık, ile mücadele edenlerin hepsi bu hükme dahildirler. Hepsi böyle sinelerinde yetişemeyecekleri bir kibir taşıdıklarından dolayı mücadele ederler. Bu âyetin iniş sebebi konusunda iki rivayet vardır:
1- Kureyş müşrikleridir ki "Şu Kur'ân iki memleketin birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 43/31), "Eğer bir hayır olsaydı bizden önce ona koşmazlardı." (Ahkaf, 46/11) diyorlardı.
2- Âyetin iniş sebebi diğer görüşe göre, yahudilerdir. Mukatil demiştir ki, haklarında bu âyet inen mücadele edenler, yahudilerdir. Deccal'e saygı gösterdiler, bu âyet indi. Ebu'l-Âliye de bu görüşe varmıştır. Alûsî'nin nakline göre, Abd b. Humeyd ve İbnü Ebi Hatim sahih sened ile ondan şöyle rivayet etmişlerdir: Yahudiler, Hz. Peygamber'e geldiler de "Deccal dediler, ahir zamanda bizden olacak ve işte olacaklar o zaman olacak ve şöyle yapacak böyle yapacak diye büyüttüler de büyüttüler." Bunun üzerine Allah Teâlâ, bu sûrenin 56. âyeti olan yukarıdaki "Kendilerine gelmiş bir yetki ve burhan olmadan Allah'ın âyetleri hakkında mücadele eden kimseler..." âyetini indirdi. Buna göre sûredeki bu âyetin Medine inişli olması yakışır. Ebu's-Suud bunu şöyle nakleder: "Bir de denildi ki mücadele edenler yahudilerdir. Diyorlardı ki, bizim Tevrat'ta zikrolunan sahibimiz sen değilsin. O Mesih b. Davud, yani Deccal ahir zamanda çıkacak, saltanatı karaya ve denize erecek, ırmaklar beraberinde gidecek, Allah'ın âyetlerinden (delillerinden) bir âyet olacak, o zaman hükümranlık tekrar bizim elimize geçecek." İşte yüce Allah onların bu temennilerine (ideallerine) "kibir" ismini verdi ve kuruntularına eremeyeceklerini ifade buyurdu. Yani yahudiler İsrailoğulları'ndan başkasında peygamberlik görmek istemedikleri için, gerek Kur'ân'dan ve gerek diğer kitaplarda peygamberin peygamberliğine delalet eden âyetleri sırf kibir ve kıskançlık yüzünden mücadele ederek peygamberlerin en sonuncusunu bırakıp Deccal'a sarılmışlar ve onun zamanında saltanatın kendilerine geçeceğini bir temenni halinde ileri sürmüşler ise de, Deccal çıktığı zaman dahi mülk ve saltanat kendilerine geri dönmeyecektir. Alûsî der ki: "Bu mücadelede yahudiler iki yönden yalan söylediler. Önce Resulullah'a 'Sen bizim muteber olan sahibimiz değilsin' sözleriyle yalan söylediler. İkinci olarak, Deccal'ı kastederek o Mesih b. Davud'dur diyerek yalan söylediler. Çünkü hangi peygamber gönderildiyse ümmetini mutlaka Deccal'den tahzir buyurmuş, yani sakındırmıştır. O bir 'bişaret', yani müjde değil, fitne ve imtihan aracıdır. Onlar ise onu peygamber yerine tutarak 'sahibimiz' demişlerdir ki bunun, Allah'ın âyetleri ile 'bir yetki bir delil olmaksızın' mücadele olduğunda şüphe yoktur."
Hadislerde "Eşrat-ı saat"ten, yani kıyamet alametlerinden olmak üzere iki Mesih zikrolunur. Birisi: Mesih İsa'nın yeryüzüne inmesi, birisi de Mesih Deccal'ın ortaya çıkmasıdır. Müseylime gibi yalan yere peygamberlik iddiasıyla çıkacak otuz kadar Deccal zikredilmiş, en büyük fitne olan Mesih Deccal'ın ise ilâhlık iddiasıyla ortaya çıkacağı haber verilmiştir. Ancak Mesih Deccal'e, Mesih b. Davud denilmiş olduğunu da bu âyetin tefsirinde işitmiş oluyoruz. Halbuki Matta İncili'nin başında görüldüğüne göre hıristiyanlar bu ismi "İsa el-Mesih b. Davud" diye Hz. İsa'ya vermektedirler.
Buna sebep olarak da Meryem'in nişanlısı dedikleri Yusuf'un Hz. Davud neslinden olduğunu söylemektedirler. İsa'nın doğumu, Meryem'le Yusuf'un biraraya gelmelerinden önce Rûhu'l-Kudüs'ten oldu diye açıklanmış iken, Yusuf babası imiş gibi onun vasıtası ile Hz. Davud'e nisbet edilmesi bir çelişki teşkil eder. Fakat Matta İncili her nedense bu çelişki ile birlikte Hz. İsa'ya Mesih b. Davud demekte ısrar etmiştir. Aynı zamanda Hz. İsa'yı tanımadıkları malum olan yahudiler de ahir zamanda çıkacak Deccal'e bu ismi vermişler, bu açıdan aralarında bir kaynaktan çıkmış olması düşünülen garip bir bakış açısı benzerliği meydana gelmiştir. Biz bundan şunu anlamış oluyoruz ki Mesih-i Deccal, yalancı Mesih demektir. Gelen haberlere göre Deccal, yalancı, insanları aldatmakta hünerli bir sahtekardır ki, kâfirliği, sahtekarlığı yüzünden belli olduğu halde birtakım harikalar göstererek ilâhlık iddia edecek ve en büyük fitne olması da bundan olacaktır. Bilginler demiştir ki: Yüce Allah peygamberlik iddia eden bir yalancıya onu tasdik ihtimali bulunan bir mucize vermez, çünkü bu, şüpheye düşürme olur, Allah'ın âyetleri ile mücadeleye "sultan" (delil) verilmiş olur. Fakat ilâhlık iddia eden bir yalancıya imtihan için her türlü harikayı verebilir. Çünkü kendisi hâdis olan (sonradan olan) yaratığın Allah olmadığına aklî delil daima var olduğu için, onun yalancılığı haddi zatında ortadadır. Ondan dolayı Allah'ın âyetleri ile mücadeleye herhangi bir "sultan" (delil) verilmiş olmaz. Deccal'in bu şekilde yalancı bir Mesih olması, onun Hıristiyanlık taklidi altında ortaya çıkacağını anlatır. Gerçek Mesih olan İsa'ya ve peygamberlerin sonuncusuna kibir ve kıskançlıkla inkâra dalarak bütün ümitlerini yalancı Mesih olan Deccal'a bağlamaları ne acaib bir bedbahtlık, ne acı bir mahrumiyettir. Bu son senelerde yahudilere Filistin'de bir hükümet yapıvermek isteyen İngiltere acaba onlara gözledikleri yalancı Mesih rolünü oynayıverecek midir? Fakat yüce Allah, buyuruyor ki, "Onlar ona yetişecek değillerdir." (Mümin, 40/56), Onun için sen hemen Allah'a sığın. Öyle kibirden ve kibirli kıskançlardan veya Deccal'ın şerrinden Allah'a sığın. Çünkü işitecek O'dur, görecek O. Yani senin ve onların bütün dediklerinizi işiten ve işitecek olan ve bütün yaptıklarınızı gören ve görecek olan ancak O'dur. Bu bir taraftan vaad, bir taraftan tehdittir.
57- Elbette göklerin ve yeryüzünün yaratılması o insanların yaratılmasından daha büyüktür. Bu âyetin terkibinde birkaç mânâ vardır. Bir kere, insanların Allah'a ve Allah'ın âyetlerine karşı kibirli olması ve mücadelesinin haddini bilmemek olduğunu hatırlatmaktadır. Yani o kibredenlerin kibir, ne haddinedir ki, göklerin ve yerin yaratılışı onların yaratılışından daha büyük, daha azametlidir. Öyle ki insan onların içinde bir zerrecik gibi kalır, hatta insan yeryüzünün üzerinde bir mikrop, yer küre bütün alemin içinde bir zerre mesabesindedir. O halde insanın yere göğe karşı bile büyüklenmek haddi değilken, onları yaratan Yaratıcıya karşı kibir taslamaya kalkması ne büyük cehalettir. İkincisi, yeniden dirilmeye ve yeniden ruh verilmesine işaretle bir tehdit olmak üzere şöyle demektir: İlkin gökleri ve yerküreyi yaratmak, yoktan var etmek insanları tekrar yaratmaktan daha büyük bir iştir; o gökleri ve yeri hiç yok iken yaratan, ölen insanlara tekrar hayat verip de yaratamaz mı? Yeniden hayat verme ilk yaratmadan elbette kolaydır. Zemahşeri bu mânâyı tercih etmiştir. Üçüncüsü Nakkaş gibi bazı tefsir bilginlerinin verdiği mânâya göre "Halkunnas" deyimini Arapça dilbilgisi kurallarına göre öznesine (failine) muzaf olarak; gökleri ve yeri yaratmak insanların yaptığı şeylerden elbette büyüktür, demek olur. Bundan çıkan, gökler ve yerküre ile insanları mukayese değil, Allah'ın yaratması ile insanların yapmasını mukayesedir, bu mukayesenin sebebi de mücadele edenlerin sanatlarına güvenerek kibirleridir. Yani insanlara nisbet olunan keşifler, sanatlar iddialarınca icatlar, yaratışlar, her ne olursa olsun hiçbir zaman Allah'ın yaratışına benzeyemez. Göklerin, yerin yaratılışı gibi olamaz. Dolayısıyla mücadele edenlerin deccallerin gösterecekleri harikalar insanları aldatmamalıdır. Fakat insanların çoğu bilmez de aldanırlar, kendilerini veya eserlerini göklerden ve yerden büyükmüş gibi varsayar gururlanırlar. Veya insanların yaptığını Allah'ın yaptığından büyük zannederler, kibirlenirler. Mesela Allah bir kulak yaratmıştır insan onunla uzak yakın mesafeden ses işitir, sonra insanlar bir de radyo keşfetmişlerdir. Fakat ilmi olmayan insanların birçoğu radyoyu insanın yaratması ve kulaktan daha önemli bir sanat zanneder. Düşünmez ki kulak olmayınca radyo hiçtir. Ve bilmez ki gerçekte radyo da Allah'ın yaratmasıdır. Muhyiddin-i Arabî, "Fütühat-ı Mekkî"sinde der ki: Bu, "Elbette göklerin ve yeryüzünün yaratılması o insanların yaratılmasından daha büyüktür." (Mümin, 40/57) âyetinde "büyüklüğü" cisim ve sayı büyüklüğü sanma, çünkü o göz ve basireti olan herkes için bellidir. O büyüklük yüce Allah'ın onlarda icra eylediği bir mânâdan dolayıdır ki o insanda yoktur. "Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ve teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler." (Ahzab, 33/72) âyeti ondandır. Onların yüz çevirmesini ve çekinmesini cahilliklerinden sanma, aksine emaneti üstlenmek cahilliktendir. Onun için yüce Allah, "Çünkü o çok zulümkar ve çok cahildir." (Ahzab, 33/72) diye insanı nitelemiştir. Demek ki gökler, yerküre ve dağlar, emanetin değerini ve onu üstlenenin tehkilede olduğunu, çünkü onu asıl sahibine vermeye kesin bilgisi bulunmadığını bilmişler ve Allah'ın teklif ile maksadının aklı teraziye vurmak olduğunu anlamışlardı. Demek ki yeryüzünün, dağların, gökyüzünün aklı insanın aklından çok idi. Onlar kendilerini Allah'ın üzerlerine vacip kılmadığı şeye sokmadılar, çünkü o bir teklif idi, bir emir değildi ki, Allah'ın emrine ta'zim, saygı gereğine göre ister istemez uymak gereksin. Halbuki "İkiniz de ister istemez gelin." (Fussilet, 41/11) Yani size bırakılacak şeyleri ister istemez kabule amade, hazır olun dediği zaman, "İsteye isteye geldik" (Fussilet, 41/11) dediler. Hakk'ın kendilerine yapmak istediği her şeyi kabule hazır olduklarını söylediler.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|