19- Allah kullarına karşı lütuf sahibidir. Kulluğunu bilen, vazifesini doğru yapan kullarına çok lütufkârdır. Onları çeşitli lütuflarla öyle mutlu kılar ki akıllar onu kavramaktan acizdir. Her dilediğini bir şekilde rızıklandırır. Kullarından her birini büyük hikmeti içeren "dilemesi"ne göre bir çeşit lütuf ile seçkin kılar. Ve öyle güçlü, öyle azizdir ki her şeye ve herkese karşı dilediği gibi iradesini uygulamaya, vaadini yerine getirmeye kadir ve hiçbir sebep ve şekilde mağlup edilmez, her yönden galiptir. Onun için dinini doğru tutan kullarını o korkunç "saat" geldiği zaman perişan etmez, kuvvet ve izzetiyle türlü lütuflarından nasiplendirir. Bu lütfun "saat"tan sonra zikredilmesi, "ibtidaî" (cümle başlangıcı) değil, onun arkasından tertiplenmiş bir vaad olduğuna işaret eder. Burada kulların Allah'a izafe edilerek "Allah'ın kulları" denilmesi ya şeref için olarak "İman edenler ise ondan çekinirler." (Şûra, 42/18) buyurulan müminleri gösterir veya kelime "kul" kelimesinin çoğuludur. Bu şekilde hem bu vaadin iman ve kulluğa gerekli olduğunu ima eder, hem de esas itibarıyla bu sonucun zorunlu olmayıp lütuf ve ilâhî dileme eseri olduğunu anlatır.
Din ilminin konusunun iradî fiiller olduğuna dikkat çekmek ve bu lütuf ve vaadin niyyet ve iradeye bağlı olduğunu açıklamak için de buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
20- Her kim ahiret kazancını isterse, biz onun kazancını artırırız, her kim de dünya kazancını isterse ona da ondan veririz, ama onun ahirette hiçbir nasibi yoktur.
21- Yoksa onların, Allah'ın dinde izin vermediği şeyi kendilerine meşru kılacak ortakları mı vardır? Eğer azabın ertelenmesine dair kesin yargı sözü olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilir, işleri bitirilirdi. Gerçekten zalimler için acı bir azab vardır.
22- Sen kıyamet günü kazandıkları şeyin cezası başlarına gelirken zalimlerin korkudan titrediklerini görürsün. İman edip salih amel işleyenler ise cennet bahçelerindedirler. Rablerinin yanında onlar için istedikleri her şey vardır. İşte büyük lütuf budur.
23- İşte Allah iman edip salih amel işleyen kullarını bununla müjdeler. Ey Muhammed! De ki: "Ben bu tebliğime karşı sizden akrabalıkta sevgiden başka hiçbir ücret istemiyorum." Her kim bir iyilik yaparsa biz onun iyiliğini artırırız. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcıdır, şükrün karşılığını verir.
24- Yoksa onlar, senin hakkında: "Allah'a karşı yalan uydurdu." mu diyorlar? Eğer Allah dilerse senin de kalbini mühürler; batılı yok eder ve sözleriyle hakkı gerçekleştirir. Şüphesiz ki O kalplerde bulunan şeyleri hakkıyla bilir.
25- Kullarının tevbesini kabul eden, kötülükleri affeden ve sizin yaptıklarınızı bilen O'dur.
26- Allah iman edip, salih amel işleyenlerin tevbesini kabul eder, onlara lütfundan daha fazlasını verir. Kâfirler için ise şiddetli bir azap vardır.
27- Eğer Allah rızkı kullarına bol bol verseydi, mutlaka yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Fakat O dilediğini belli bir ölçüye göre indiriyor. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, onları hakkıyla görür.
28- İnsanlar ümitlerini kestikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini her tarafa yayan O'dur. Övülmeye layık olan gerçek dost O'dur.
29- Gökleri yeri ve her ikisinde yaydığı canlıları yaratması da Allah'ın kudretinin delillerindendir. O'nun dilediği zaman onları biraraya toplamaya da gücü yeter.
20- Her kim ahiret "hars"ı murad ederse, isterse. HARS, aslında sözlük anlamı olarak yeri onarıp tohum atmak demektir. Kamus şerhi sahibinin hatırlatmasına göre "zer'" (ekin ekmek) fiilinden daha geniş anlamlıdır. "Hars" sürmek mânâsına da gelir. Ragıb'ın dediği gibi "mahrus"a yani ekilen tarlaya ve ondan meydana gelen ekine de "hars" denilir. Kelimenin asıl mânâsı olan bu iki mânâyı, "ekim" ve "ekin" diye ifade edebiliriz. Bu mânâlardan istiâre yoluyla ilerde kazanmak için yapılan çalışmalar, çabalarla onların meyveleri ve sonuçları hakkında da kullanılır ve örf olmuştur, nitekim bu âyette de böyledir. Amel veya sevabı demektir. Bu âyet bize gösteriyor ki din işi bir "hars" yani ucunda hasılat almak, kazanmak maksadıyla yapılan bir ekim, bir kültür işidir. Bu da ucunda istenilen yani niyet olunan gaye ve maksatla uyumludur. Bu yönüyle "hars" iki kısımdır. Birisi ahiret gayesi, ahiret sevabı diğeri de dünya yararı ve menfaati arzu edilendir. Her kim din adına yaptığı ameli sırf ahiret sevabına niyyet ederek yaparsa biz ona kazancında fazlalık veririz. Ekinini, hasılatını artırırız, yani ahirette kat kat fazlasıyla vereceğimiz gibi dünyasından da veririz, o lütuf ve rızık o şekilde artar. Her kim de dünya harsini isterse, dünya kârı için, yani ölmezden önce dünya hayatında ereceği bir maslahat ve gaye için çalışırsa Ona da ondan, o geçici dünyadan veririz. "Hûd" ve "İsrâ" sûrelerinde geçtiği üzere istediği kadar değil, amelinin haddizatında değerinden aşağı olmamak üzere Allah'ın dilediği kadar dünyadan verilir. Ve fakat ona ahirette hiçbir nasip yoktur. Buharî-i Şerif'in başında da rivayet olunan niyet hadisi bu âyetin bir tefsiri gibidir. Şöyle ki "Ameller sırf niyetlerdedir. Ve her kişiye niyet ettiği vardır. Mesela her kimin hicreti Allah'a ve Resulü'ne ise onun hicreti Allah'a ve Resulü'nedir. Her kimin hicreti ereceği bir dünyaya veya nikah edeceği bir kadına ise onun hicreti de hicrete kalkıştığınadır." Bundan şu da anlaşılır ki murat çeşitli fiillerin mukayesesi değil, aynı fiilin çeşitli niyetlere göre hüküm ve sevabını göstermektir. Şu halde yaptığı fiili, hangi fiil olursa olsun sırf dünya maksat ve gayesine ermek niyetiyle yapan kimsenin ahirette onun için bir nasip, bir ecir ve sevap beklemeye hiç hakkı yoktur.
21- Yoksa onlar için birtakım ortaklar mı var? Bu âyetin yukarıya üç yönden bağlantısı ve ilgisi vardır. Bir kere, ahirette nasibi olmayan dünya ehlini sakındırma ve hakir kılma olmak üzere öbür âyetin sonuna bağlanır. İkincisi Allah'ın izin vermediği şeyleri meşru kılmak için şeriat yapmaya kalkışmak dünya kazancı adına yapılan fenalıkların, şirklerin başında sayılması gerekeceğini hatırlatır. Üçüncüsü de ta yukarıdaki "Sizin için dinden Nuh'a tavsiye ettiğini ve sana vahyettiğimizi..." (Şûra, 42/13) âyeti karşılığında müşriklerin cinayetlerini ele alıyor. Yani Allah'ın şeriatına karşı gelmek için yoksa o müşriklerin, o çağdaş kâfirlerin birtakım ortakları, Allah'a ortak olmak için ortaklık kurmuş inkâr ortakları şeytanlar var ve istedikleri gibi şeriat koyma yetkisini ellerinde bulunduruyorlar da dinden Allah'ın izin vermediği şeyleri onlara meşru mu kıldılar? Mesela müşriklik, çeşitli hükümlere uyma, ahireti inkâr, zulüm, verdiği sözü çiğnemek, güç yetirilmesi imkansız şeylerin yapılmasını istemek gibi Allah'ın izin vermediği, meşru kılmadığı birtakım şeyleri meşru kılıyorlar, diledikleri gibi din yapıyorlar öyle mi? Fakat Allah'ın meşru kılmadığını meşru kılacak hiçbir kuvvet yoktur. İnsanların teşrideki (kanun yapmadaki) çalışıp çabalaması Allah'ın izin verdiği sınırı aşmamalıdır.
Ve eğer "fasıl" kelimesi olmasaydı aralarında hüküm yerine getirilmiş, bitirilmişti. "Fasıl kelimesi" azabın belirli bir süreye geri bırakılmasına dair ezelde önceden kararlaştırılan kelimedir. Burada "fasıl" hüküm veya "beyan" veya "tefrik" (ayırma) mânâlarına olabilir. Tefrik mânâsında: Müminlerle kâfirler arasında "Bir zümre cennette, bir zümre cehennemde." (Şûra, 42/7) hükmü veya müşriklerle taptıkları ortakların aralarının açılması veya dünya kazancı hükmünün ahiret kazancı hükmünden ayrılması mânâları düşünülebilir. Gerçi mânânın aslı cezanın saatine geri bırakılması meselesidir ki "Şüphesiz zalimler için can yakıcı bir azab vardır." ifadesiyle tamama erdirilip beyan buyuruluyor. Yani hak dinin gereği Allah şeriatının hükmü olan fasıl ve kaza ezelde vakit ve saatine geri bırakılmakla icrasız kalmayacaktır. Bütün zalimlere elemli bir azab muhakkaktır.
22-O fasıl günü gelecek. Göreceksin o zalimleri, Allah'ın izin vermediği şeyleri meşru tanıtmak için yol açarak, hüküm koyarak, ceza vererek zulmeden ve onlara uyan o zalimleri göreceksin ey muhatap! Yaptıkları zulümlerle kazandıkları vebalin dehşetinden korkular içinde titrerlerken; o ise tepelerine inmektedir. İman edip iyi ameller yapan kimseler ise cennetlerin hoş ravzalarında, en hoş, en latif yerlerindedir.
RAVZA: Sulu, yeşillik yerler olup bağların, bahçelerin en güzel oturulacak yerlerine denir. Öyle ki onlara Rablerinin katında ne dilerlerse var. Yani o cennet bahçelerinde olduktan başka Rablerinin huzurunda bulunacaklar, cemalinin şerefiyle şereflenecekler ve işte orada bütün dileklerine erecekler, ne isterlerse hazır bulacaklar. İşte bu müminlerin ereceği bu ikbal, böyle her dilediğini ve dileyeceğini hazır bulma mutluluğu o büyük lütuftur. Kadrini, değerini belirleme ve tayin mümkün olmayan ve sonuna ulaşma ihtimali bulunmayan büyük ilâhî lütuftur. Bunun yanında bütün dünya küçük, pek küçük kalır.
23- İşte bu, bu dinlediğiniz lütuf o müjdedir ki Allah o iman edip salih salih, güzel güzel ameller yapan kullarına müjdeliyor. Allah, kullarına böyle lütufkârdır.
De ki bu tebliğ ve müjdelemeye karşı ben sizden bir ücret istemem. Ancak buna üç mânâ vermişlerdir. Birincisi: Akrabalıkta sevgi, yani hiç olmazsa size akrabalığımdan dolayı haklarıma saygı göstermenizi isterim. Buharî, Müslim, Tirmizî ve daha başkaları rivayet etmişlerdir ki: İbnü Abbas hazretlerine bu âyeti sorulmuş. Said b. Cübeyr: Âl-i Muhammed akrabalığı deyivermiş, bunun üzerine İbnü Abbas demiştir ki: Acele ettin, Kureyş'ten hiçbir soy yoktur ki Peygamber (s.a.v.)'e akrabalığı olmasın, hiç olmazsa sizinle aramdaki akrabalığa saygı gösterin. Bunun sonucu şöyle demek olur: Peygamberliğim, risaletim, âlemlere rahmet olmam dolayısıyla olan hukukumu tanımıyorsanız bari aramızdaki akrabalık hukukuna saygı gösterin de söylediklerimi dinleyin, düşmanlık etmeyin. İkincisi: Bana yakınlığı olanları, yani akrabamı sevmenizi isterim diye mânâ verenler de olmuştur. Nitekim Said b. Cübeyr'in sözü bunu gösteriyordu. Bazıları bu akrabalığı Hz. Ali ve Fatıma çocuklarına özel kılmak istemişlerdir. Üçüncüsü: Alûsî'nin naklettiği gibi Abd b. Hamid'in Hasen'den rivayet ettiği üzere yakınlıkta sevgi, yani güzel amellerle Allah'a yakınlık hususunda sevgi demektir ki "kurbâ" nesep, soy yakınlığı değil, "kurbet" yani Allah'a yakınlık mânâsınadır. Ve bu mânâ hem daha geneldir, hem de âyetin öncesine ve sonrasına daha da uygundur. Çünkü buyuruluyor ki Her kim bir hasene, güzel bir amel kazanırsa biz ona onun hakkında daha fazla güzellik veririz, daha güzel sevap veririz ve o sebeple hem o iyiliğin güzelliği artmış olur, hem de daha güzelini yapmak yeteneği ihsan edilir. Çünkü Allah Gafur'dur, bağışlayıcıdır, günahları örter. Şekûr'dur, güzel amellere, güzel sevap ve mükafat ile karşılıkta bulunur. İyiliklerin ecrini zayi etmez.
24- Yoksa Allah'a karşı bir yalan uydurdu mu diyorlar? Bu Kur'ân'ı yalan uydurup Allah'a isnad ile iftira etti, diye iftira mı ediyorlar? Allah dilerse senin de kalbini mühürler. Yani Kur'ân'a, uydurma yalan diyenler, sana yalan isnad edenler kalpleri mühürlenmiş, hakkı duyacak yetenekleri kalmamış kimselerdir. Yüce Allah dilerse senin kalbinin üzerini de mühürleyiverir, vahyini, lütfunu kesiverir. Şu halde sen onların dediklerine keder etme de Allah'ın lütfuna şükret. Hem Allah bâtılı mahveder de kelimeleri ile hakkı yerine getirir, gerçekleştirir. Onun için günden güne o yalan diyenlerin batıl sözleri mahvolur da senin hak olan peygamberliğin gerçekleşir ve pekişir ve Kur'ân'ın vaadleri yerine gelir. Kur'ân yalan olsaydı Allah onu gerçekleştirmez çok sürmeden mahvederdi. Şüphesiz O bütün kalplerin içinidışını bilir. Senin kalbindekini de bilir. Onların kalplerindekini de.
25-29- Bununla birlikte "O, kullarının tevbesini kabul edendir." Bundan dolayı o günahkârlar da hemen tevbe edip o günahlardan vazgeçmelidirler.
Ve bu ikisinde, yani göklerde ve yerde yaymış olduğu debelenen canlı (da Allah'ın kudretinin delillerindendir.) Bu âyetin ilk okunuşta anlaşılan mânâsına göre göklerde de canlılar vardır. Mücahid de aynı kanaate varmıştır. Diğer bazıları ise göklerdeki "Dâbbe"den maksat havada uçuşan canlıların olduğu kanaatine varmışlarsa da böyle bir te'vile gerek yoktur. Bunları böyle yaratıp yayan o Allah, dileyince hepsini toplayıvermeye de kadîr, tamamıyla kadirdir. Onun için haşir ve neşir (herkesin dirilip mahşere geleceği kıyamet) gününde tereddüde yer yoktur.
Meâl-i Şerifi
30- Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir. Bununla beraber Allah yine de çoğunu affeder.
31- Siz yeryüzünde (O'nu) aciz bırakamazsınız. Sizin Allah'tan başka bir dostunuz ve yardımcınız da yoktur.
32- Denizlerde yüce dağlar gibi gemilerin yürümesi de O'nun kudretinin delillerindendir.
33- Eğer O dilerse rüzgarı durdurur da yelkenle giden gemiler denizin üzerinde duruverirler. Şüphesiz ki bunda sabırlı olan ve çok şükreden kimseler için nice ibretler vardır.
34- Yahut da Allah kazandıkları günahlar yüzünden onları helâk eder ve birçoğunu da bağışlar.
35- Âyetlerimiz hakkında mücadele edenler bilsinler ki kendileri için kaçacak bir yer yoktur.
36- Size verilen herhangi bir şey sadece dünya hayatının geçici bir menfaatidir. Allah katında bulunanlar ise iman edip sadece Rablerine güvenen kimseler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır.
37- O iman edenler, büyük günahlardan ve hayasızlıktan kaçınırlar. Onlar öfkelendikleri zaman da kusurları bağışlarlar.
38- Onlar, Rablerinin davetini kabul ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri de kendi aralarında bir istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan onlar Allah yolunda harcarlar.
39- Onlar, bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman birbirleriyle yardımlaşırlar.
40- Bir kötülüğün cezası yine onun gibi bir kötülüktür, ama kim affeder, bağışlarsa onun mükafatı Allah'a aittir. Şüphesiz ki Allah, zalimleri sevmez.
41- Zulme uğradıktan sonra hakkını alan kimseye gelince, işte onların aleyhinde ceza vermek için herhangi bir yol yoktur.
42- Yol ancak insanlara zulmedenler ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenler aleyhinedir. İşte onlar için acı bir azap vardır.
43- Her kim de sabreder ve kusuru bağışlarsa, işte bu elbette azmedilecek işlerdendir.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|