Muhammed Suresi Açıklamalı Tefsiri
47-MUHAMMED:
1- O kimseler ki küfredip Allah yolundan yüz çevirmekte yahut men etmektedirler.
SADDÛ: Yüz çevirmek, aldırmamak mânâsına mastarından lâzım yahut da men etmek, çevirmek mânâsına 'den müteaddi olabilir. İkisiyle de tefsir edilmiştir. Keşşaf haşiyesi Keşf'te der ki: Birincisi daha açıktır. Çünkü: "De ki işte benim yolum budur. Basiretli olduğum halde Allah'a davet ederim." (Yusuf, 12/108) buyurulduğuna göre Allah yolundan sapmak Muhammed (s.a.v)'in getirdiği doğru yoldan yüz çevirmektir. İkinci âyette: "Ve o kimseler ki iman etmekte ve salih salih ameller işlemekte ve Muhammed'e indirilene inanmaktadırlar." buyurulmasına karşılık şekliyle uygun olan da budur. Gerçekten bu iki âyetin getirilmesi kâfirlerle müminlerin ve özellikle Hz. Muhammed'e indirilene, gereği gibi iman edenlerle etmeyenlerin bir mukayesesini göstermesi itibarıyla bu karşılık önemlidir. Âyetin iniş sebebi Mekke müşrikleri olmakla beraber mânâ geneldir. Yani Mekke müşrikleri gibi küfredip de Allah yolundan Muhammed (s.a.v.)'in davet ettiği hak İslâm dininden yüz çevirenlerin Allah amellerini boşa gidermektedir. Mesailerini, çalışmalarını, yaptıkları iyi işleri hedefine isabet ettirmeyip boşa çıkarmaktadır.
2- Buna karşılık Ve onlar ki iman edip salih işler yapmakta ve Muhammed'e indirilene iman etmektedirler. Yani burada imandan maksat özellikle Muhammed (s.a.v)'e indirilen kitap ve şeriata imandır. Çünkü Rablerinden gelen hak odur. Allah yolunu hakkıyla beyan eden ve Allah'dan geldiğine hiç şüphe olmayan hak kitap ancak odur. Diğerleri kısmen bozulmuş, kısmen de neshedilmiş (hükmü kaldırılmış) olmakla, Kur'ân'ın tasdiki ile birlikte bulunmayanlar hak değildir. Onun için istenen iman ona imandır. Bu şekilde ona hakkıyla iman edip de gereğince salih amellere çalışan müminler Allah kendilerinden kabahatlerini keffaretleyip örtmekte ve yüreklerini, hal ve durumlarını düzeltmektedir. Kâfirler boşuna çalışırken, bunlar düzen ve intizam içinde günden güne ilerleyip fikir ve kalplerini düzeltmekte ve işlerinde ileri gitmektedirler. Mekke'deki kâfirlerle Medine'deki müminlerin hali karşılaştırılınca bu tecrübe ile sabit olduğu gibi bütün tarihte de imanlarında salih olan müslümanların hali böyle olmuştur. Şu halde her ne zaman bunun aksi görülmüşse müslümanların iman ve dürüstlüklerinin bozulmuş olmasındandır.
3- O, öyle olması, yani kâfirlerin taşkınlığı, müminlerin dürüstlüğü şu sebepledir ki: Küfredenler batıla tabi olmuşlar, Allah yolundan kaçınıp hevalarına, keyiflerine uyarak boş ve gelip geçici maksatlar peşinde koşmuşlar, iman edenler ise Rabblerinden gelen hakka tabi olmuşlardır. İşte Allah insanlara mesellerini böyle getirir. Her kavmin alemde mesel olacak iyi veya kötü sonuçlarını kendilerine bu şekilde yapıştırır, kılıklarını yüzlerine böyle çarpar. Batıl peşinde koşanların meselleri şaşkınlık, hakka tabi olanların meselleri de kalp, dürüstlüğü ile başarı olur.
4- Öyle olunca o küfredenlerle savaşla karşılaştığınız vakit. Hemen boyunlarını vurmaya bakın. "Boyunlarının köküne vurun da vurun, öldürün. Ta onların kuvvetlerini kırdığınız zaman, yani çok kırıp ordularının yarasını derinleştirdiğiniz, iyice alt ettiğiniz zaman, bağı sıkı basın, kalanlarını sağlam bağlayıp esir edin. Sonra da artık ya azad, ya fidye, yani muhayyersiniz ya lütfeder salıverirsiniz, yahut can bahası bir kurtuluş fidyesi alırsınız. Terdîd (iki ihtimalle anlatma)de aslolan gerçek ayrım olacağı için bu terdîdin zahiri, esir alındıktan sonra ya azad, ya fidyeden başka bir şey yapılamayacağını gösterir. O halde tutulan esiri öldürmek veya köle etmek nasıl caiz olur? Bundan dolayı Hasan-ı Basrî hazretleri gibi bazıları esir tutulduktan sonra öldürülmeyeceğini söylemişlerdir. Rivayet olunur ki Haccac'a böyle bir takım esirler getirilmişti. Hacac onlardan birini öldürülmesi için İbnü Ömer (r.a) hazretlerine gönderdi, İbnü Ömer hazretleri dedi ki; bize böyle birşey emredilmedi, Allah Teâlâ ancak ta onların kuvvetlerini kırdığınız zaman bağı sıkı basın, sonra da artık ya azad ya fidye, buyurdu. Fakat çoğunlukla âlimler demişlerdir ki İmam (devlet başkanı) muhayyerdir.
1) Müslüman olmadıkları takdirde dilerse öldürür. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v) Ukbe b. Ebi Muayt'ı ve Tuayme b. Adiyy'i ve Nadr. b. Haris'i sabren katletti, bununla beraber imamın (devlet başkanının) emri olmaksızın gazilerden birinin, esiri kendiliğinden öldürmesi caiz olmaz. Esirin kötülüğünden korkmak gibi zorlayıcı bir sebep olmaksızın öldürmüş bulunursa imam onu cezalandırır.
2) İmam dilerse köle yapar, çünkü bunda hem kötülüklerinin ortadan kaldırılması, hem de İslâm'ın menfaati vardır.
3) Dilerse hürriyetleri saklı olmak üzere müslümanlara zimmi olarak bırakır. Nitekim Hz. Ömer Irak'ın sevad halkını öyle bırakmıştır. Ancak Arap müşriklerinin zimmî olmaları da kabul edilmez. Köle yapılmaları da caiz olmaz. Mürtedler gibi ya ölüm ya İslâm teklif edilir.
4) Müfâdat; yani esirleri esirlerle değiştirme. İmam-ı Azam Ebu Hanife'den bir rivayette caiz görülmemiş ise de Siyer-i Kebir'in rivayeti olan daha zahir bir rivayette caizdir. Ebu Yusuf, Muhammed, Şafiî, Malikî, Ahmed İbnü Hanbel'in görüşleri de budur. Resulullah (s.a.v)'in iki müslümanı iki müşrik fidyesi ile kurtardığı rivayet olunur. Hatta bir kadın ile bir çok müslüman esirlerini kurtardığı da rivayet olunmuştur.
5) Müfâdat bilmal (mal karşılğı esirleri değiştirme). Hanefi mezhebince meşhur olan, caiz görülmemiştir. Çünkü bunda düşmana para ile asker kazandırmak vardır. Bedir'de bu şekilde alınan fidyelerden dolayı Enfal Sûresi'nde "Hiçbir peygamber için harp sahasında düşmanı iyice ezinceye kadar esirler almak uygun değildir. Siz dünya malını istiyorsunuz Allah ise Ahireti kazanmanızı istiyor. Allah çok güçlüdür hüküm ve hikmet sahibidir. Eğer daha önce Allah'tan gelmiş bir hüküm bulunmasaydı aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azap dokunurdu. (Enfal, 8/67-68) âyetiyle kınama gelmiştir. Bununla beraber Siyer-i Kebir'de müslümanlarda ihtiyaç olunca bir sakınca yoktur der. Dürer'de de mal karşılığı esirleri serbest bırakmak savaş bitmeden caiz olursa da savaş tamam olduktan sonra caiz olmaz diye zikredilmiştir. Yani meşhur olan yorum budur. Bu mânâ "Harp ağırlıklarını atıncaya kadar." (Muhammed, 47/4) kaydından anlaşılmış olsa gerektir.
6) Menn, yani hiçbir şey almaksızın karşılıksız darulharbe salı vermek mânâsına azad, Ebu Hanife, Malik, Ahmet b. Hanbel mezheplerinde caiz görülmüştür. Fakat İmam Şâfiî buna da cevap vermiştir. Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.v) Bedir esirlerinde bir takımına lütfetmiştir. Ki bunlardan birisi Ebul Âs b. Ebirrebi idi. Şöyle ki, Mekke halkı esirlerini kurtarmak için fidyelerini gönderdiklerinde Resulullah'ın kızı Zeynep de kocası olan Ebul As'ın fidyesini göndermişti. Bunun içinde bir gerdanlık vardı ki bunu Zeynep Ebul As'a gelin olurken annesi Hz. Hatice (r.anha) takmıştı. Resulullah bunu görünce şefkatinden dolayı çok müteessir oldu. Bunun üzerine Resulullah ashabına bunun gönderdiğini kendisine iade edip de esirini serbest bırakmayı uygun görürseniz yapın dedi. Onlar da onu memnuniyetle yaptılar. Resulullah'ın bunu salıverirken Zeyneb'i boşamasına dair söz aldığını da rivayet ederler. Aynı şekilde Resulullah (s.a.v) Yemâme halkının efendisi Sümame b. Esal b. Numan el-Hanefi'yi de karşılıksız serbest bırakmıştı ki o sonra güzel bir müslüman oldu. Bir de Buhari'de sabit olduğu üzere şöyle buyurmuştur. Mutim b. Adiy sağ olsa da şu kokanlar, yani Bedir esirleri hakkında bana söyleseydi ben onları hemen bırakıverirdim. Bu hadis de karşılıksız serbest bırakmanın caiz olduğunu gösterir. Çünkü caiz olmasa peygamber "yapardım" demezdi bunlardan başka, İmam Şafiî, bir de bu "Sonra da artık ya karşılıksız azad ya fidye" âyetini de delil getirmiştir. Gerçi bazılarını dediği gibi burada karşılıksız serbest bırakma fidye olmadığı halde öldürmemek mânâsına yorumlandığı takdirde gerek kölelik ve gerek zımmi olarak hürriyetiyle bırakmayı içine alacağı gibi, mutlak azad etmek mânâsına yorumlandığı takdirde de zimmi olarak kalması şıkkını da içine alırsa da bunların hiçbirisi karşılıksız olarak memleketine iadesi mânâsına engel olmaz. Bu mânâyı da öncelikle içerir. Şu halde bu âyete karşı serbest bırakmayı neshedecek (hükmünü kaldıracak) bir delil bulunmadıkça İmam Şafiî'nin dediği gibi karşılıksız serbest bırakmak şüphesiz caiz olur. Suyutî'nin Dürrü Mensur'da zikrettiğine göre İbnü Abbas, Katade, Dahhak ve Mücahid'den bu âyetin bundan sonra nazil olmuş bulunan Tevbe Sûresi'ndeki âyetlerle neshedilmiş olduğu rivayet edilmiştir. İbnü Cerir de der ki: Âlimlerin bu "Onları iyice altettiğiniz zaman bağı sıkıca basın, sonra da artık ya karşılıksız azad ya fidye" âyetinde ihtilaf ettiler. Bazıları dediler ki; mensuhtur (hükmü kaldırılmıştır). onu "Müşrikleri nerde bulursanız öldürün." (Tevbe, 9/5) ve "Onları harpte yakalarsan arkadakilerini onlarla ürküt." (Enfal, 8/57) âyetleri neshetmiştir. İbnü Cüreyc'ten ve Süddî'den âyeti neshetti diye rivayet edilmiştir. Katade'den âyeti neshetti diye rivayet edilmiştir. İbnü Abbas'dan "Küfredenlerle karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurmaya bakın, kuvvetlerini kırdığımız zaman bağı sıkı basın, sonra da artık ya azad ya fidye" âyetinde fidye neshedilmiştir. Bu âyeti "Haram aylar çıktığı zaman artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, yakalayın, esir edin, hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun." (Tevbe, 9/5) âyeti neshetti. Berâe Sûresi'nden ve haram ayların çıkışından sonra müşriklerden hiçbirinin ne anlaşması, ne de dokunulmazlığı kalmadı. Dahhak'dan "Artık bundan sonra ya azad ya fidye" hükmü neshedilmiştir. "Haram ayları çıktığı zaman müşrikleri nerede bulursanız öldürün." (Tevbe, 9/5) âyeti onu neshetti. Berâe Sûresi'nden sonra müşriklerden hiçbirinin ne andlaşması, ne zimmî olarak kabul edilme hükmü kalmadı. Fakat diğer bir takımları da bu muhkemdir, neshedilmemiştir. Esiri öldürmek caiz olmaz ancak azad veya fidye karşılığı serbest bırakmak caiz olur, demişlerdir. Yukarıda nakledildiği üzere İbnü Ömer hazretleri bize öldürme emredilmedi. "Artık bundan sonra ya azad, ya fidye" demiştir. Atâ, müşrikin sabren öldürülmesini mekruh görür, bu âyeti okurdu: Hasen demiştir ki; esirler öldürülmez ancak savaşta onlarla düşmana ordu heybetli gösterilir. Ömer b. Abdulaziz erkeği erkeğe fidye yapardı. Ve Hasan bir mal karşılığı esirleri serbest bırakmayı mekruh görürdü. Taberî bunları naklettikten sonra der ki: Bence doğru olan, bu âyet mensuh değil muhkemdir. Çünkü neshedenle, neshedilen, aynı durumda hükümlerinin birleştirilmesi mümkün olmayan yahut birinin diğerini neshettiğine kesin delil bulunan şeydir. Halbuki azad ve fidye ve öldürmede Resulullah'a ve ondan sonra ümmetin işlerini yönetmekte olanlara muhayyerlik verildiği inkâr edilmemektedir. Gerçi bu âyette öldürme zikredilmemiş ise de diğer âyette "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün." (tevbe, 9/5) diye öldürmeye izin verilmiştir. Resulullah da öyle yapmış, harp edenlerden elinde esir bulunanı bazen öldürmüş bazen fidye karşılığı serbest bırakmış, bazen de azad etmiştir. Bu âyette özellikle azad ve fidyenin zikredilmiş olması ise yukarıdan beri geçen âyetlerde öldürme emir ve izinlerinin tekrar, tekrar geçmiş olmasındandır. Görülüyor ki Taberî'nin bu açıklamasına göre "artık bundan sonra ya azad ya fidye" muhayyerliğinin mutlak oluşu öldürmeye delalet eden diğer âyetlerle kayıtlanmış oluyor. Halbuki fıkıh usulünde bilindiği üzere mutlakın kayıtlanması mukarin (beraberindeki hüküm) ile olursa tahsis, daha sonra gelen bir şey ile olursa bir nesih mânâsını içerir. Berâe âyetleri de iniş itibarıyla sonradan olduğu için bu çözüm şekli demek ki İbnü Abbas'ın dediği gibi bir nesih olduğunu itiraftan başka birşey değildir. Nitekim Hanefilerden birçokları nesih olduğunu söylemişlerdir. Onun için Ebu's-Suud şöyle der: "Yani bundan sonra ya bir iyilik yapıp azad edersiniz ve yahut da bir fidye alırsınız." Mânâ ise öldürme, köle yapma, azad etme, fidye alıp serbest bırakma arasında muhayyerliktir. Bu muhayyer bırakma Şafiîlere göre sabittir. Bizim mezhebimizde ise neshedilmiştir, demişlerdir ki bu Bedir günü nazil oldu sonra neshedildi, hüküm ya öldürme ya köle yapmaktır. Mücahid'den de bugün azad ve fidye yoktur. Ancak islâm veya boynu vurmak vardır, diye rivayet edilmiştir. Fakat unutulmaması gerekir ki, Mücahid'den rivayet edilen bu hüküm Arap müşriklerine mahsustur, Hanefilerden Allâme İbnü Hümam Hidaye Şerhi'nde der ki nesih sözlerine karşı şu söylenebilir: Berâe Sûresi'ndeki öldürme emri esirlerin dışındakiler hakkındadır. Delili de onlar hakkında köle yapmanın caiz oluşudur. Bundan anlaşılır ki emredilmiş olan öldürme esirlerin dışında kalanlar hakkındadır. Bununla birlikte bu köle yapma işi Arap esirlerinin dışındakilerdedir. Bu geniş açıklamadan sonra biz şu kanaate gelmek istiyoruz ki Muhammed Sûresi'nin en güzel ve en önemli hükümlerinden olan bu âyet, esas itibarıyla sabittir. Bununla Berâe Sûresi'ndeki âyetler arasında bir nesihten çok, bir tefsir ve açıklama farkı bulabiliriz. Bir defa en fazla ileri sürülen "Haram aylar çıktığı zaman müşrikleri nerede bulursanız öldürün." (Tevbe, 9/5) âyeti ile buradaki "Küfredenlerle karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurun." âyeti arasında öldürme emri bakımından çelişki değil bir uyum vardır. "Öldürün" ifadesi ne ise "boyunlarını vurun" ifadesi de odur. Yine Enfal Sûresi'ndeki "Hiçbir peygamber için yeryüzünde ağır basmadıkça esirleri bulunması doğru değildir." (Enfal, 8/67) âyeti de buradaki "Onların kuvvetlerini kırdığınız zaman" ifadesinin bir açıklamasıdır. Yalnız "Onları harpte yakalarsan arkadakilerini onlarla ürküt." (Enfal, 8/57) âyetinde azad ve fidyeye ters düşecek bir özellik var gibidir. Fakat Hasan-ı Basri'nin harpte düşmana heybetli görünülür, dediği bu mânâyı da onların kuvvetini kırma mânâsı içinde düşünmek mümkündür. Bu şekilde görülüyor ki burada önce kuvvetlerini kırma işi elde edilinceye kadar boyunlarını vurma emrediliyor. Boyun vurmaktan maksadın da yalnız boynu vurmak değil, şiddetli bir şekilde öldürme olduğu bilinmektedir. Kuvveti kırmadan çok, öldürme ile düşman ordusunu derinden yaralamak, ezmektir. Bu da imamın, kumandanın takdir edeceği bir durumdur. Şu halde bu gayenin elde edilişine kadar öldürme emredilmiştir. Esir tutulduktan sonra da bu gayeyi gerçekleştirmek mânâsına ilave olarak öldürmeye izin verilmiş olmalıdır. Ondan sonradır ki "bağı sıkı basın" emri verilmiştir. Bunda sadece tutup yakalamaktan fazla bir şiddet mânâsı vardır ki köle yapmaya da muhtemel olabilir. Bununla beraber zahiri yakalayıp tutmaktır. Ondan sonra da ya azad ya fidye denilmiştir. Azad etmek ve fidye, köle yaptıktan sonra, karşılıksız olarak veya bir karşılıkla serbest bırakmak ve azad etmeye de muhtemel olmakla beraber azad, darülharbe dönmekle zimmi olma arasında serbest olmak üzere hürriyeti iade, fidye de mal veya müslüman esirler ile mübadeledir. edatı ile terdîd (iki şey arasında muhayyer bırakmak)in, köle yapmak bakımından birleştirilmesine mani olması düşünülür ise de gerçek olması asıldır. Biz burada şu mütalaada bulunuyoruz: Kur'an'ın birçok yerlerinde diye, "milki yemin, (eliniz altında bulunanlardan)" tabiriyle hep işaret yoluyla köle yapmaya cevaz ve müsaade verilmiş olduğunda şüphe yok ise de hiçbir yerinde buna teşvik eden bir emir gelmemiştir. "Öldürünüz" "Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle kendilerine azap etsin, onları rüsvay etsin, onlara karşı size yardım etsin ve mümin bir kavmin yüreklerine sevinç versin." (Tevbe, 9/14) gibi emirler bulunmakla beraber köle yapmak, köle edinmek için emir yoktur. Bilakis "Allah'ı bırakıp bana kul olun."
(Ali İmran, 3/79) demek yasaklanmıştır. Bundan şu sonuç çıkar ki, Kur'an köle yapma usulünü kaldırmamış ise de teşvik de etmemiştir. Onun için müslümanlar köle yapmayı terk etmekle günahkâr olmazlar, onun için burada da açıkça ifade etmeyip zahiri azad ve fidyeye tahsis etmiştir. Biz Kur'an'ın tertibinin de tevkifî (Allah tarafından) olması görüşünde olduğumuz için bu âyetin burada zikredilmesini de hikmetten uzak bulmuyoruz. Allah daha iyisini bilir, bunun hikmeti gelecekte köle yapmanın bırakılmasının daha uygun olacağını hatırlatma olsa gerektir. Yani bu âyet tam zamanımızdaki hükümdür.
Düşmanın kuvvetini kırdıktan, bağı sıkı bastıktan sonra ya azad ya fidye, "ta harp ağırlıklarını atana kadar" ifadesi yakınlığı itibarıyla ve gayesi gibi görünürse de 'in veya ' in yahut da toplamının gayesi de olabilir. En uygunu ve en yakını kelamın tamamına gaye olmasıdır. Sonra buradaki 'in elif lâmında ahîd veya cins olmak üzere iki mânâ vardır. Ahd olduğu takdirde de iki mânâ muhtemeldir. Birisi özellikle muayyen bir ahdi ferdî olmasıdır ki buna bazıları Bedir harbi demişlerdir. Bu durumda "Küfredenler" belirli kâfirler demek olur. Fakat böyle nüzul sebebine tahsisi, genel kaidemize uygun değildir. Diğeri de başlanmış olan harp demektir ki; "Düşmanla karşılaştığınız zaman" ifadesinden anlaşılan ahiddir. Yukarı da Dürer'den naklettiğimiz mesele bu iki mânâya göre fida'nın gayesi olmasına bağlıdır. Cins mânâsına olduğu takdirde genel olarak harp cinsini ifade eder. Harbin ağırlıkları, aletler ve edavatları, yahut sıkıştırma ve sorumlulukları, yahut harbe sebep olan şirk ve cinayetler demek olabilir. Dolayısıyla mânânın özü şu üç şekilde toplanabilir: Bilinen müşriklerle başladığınız o malum olan Bedir harbi bitene kadar, yahut herhangi kâfirlerle başladığınız harp bitene, harbe katılanlar silahı bırakana kadar, yahut harp dünyadan kalkana kadar, yani o müşriklerin kuvvetleri sönüp de harp ihtimali kalmayana kadar, yahut bütün insanlık aleminde İslâm'ın gayesi olan genel bir barış meydana gelene kadar ki bazıları buna İsa'nın inişine kadar, demişlerdir. Bunda harbi kaldırmak için çalışanlara bir ümit vardır. Buna göre "Cihat, kıyamet gününe kadar devam edecektir." hadisinde ya cihadın harbden daha genel mânâda yahut kıyametin daha özel bir mânâda tevil edilmesi gerekecektir. Diğer bir ihtimal de bu hadisin zahirine uygun olmak üzere "Harp ağırlıklarını atana kadar" ifadesi kıyamete kadar demek olabilir. Nitekim, Alûsî'nin naklettiği üzere Seleme b. Nüfeyl'den rivayet edilen bir hadiste
"Yecüc ve mecüc çıkıncaya kadar harp ağırlıklarını atmaz." şeklinde varid olmuştur. Burada şöyle bir soru hatıra gelebilir. Cenabı Allah sevgili peygamberi Muhammed (s.a.v)'i gönderdikten sonra artık bu savaşlara ne gerek vardı, bir mucize ile kâfirleri kahrediverse olmaz mıydı? Buna karşı buyuruluyor ki: Eğer Allah dileseydi, onlardan yani o küfredip Allah'a yolundan sapanlardan veya men eden kâfirlerden öcünü, intikamını alıverirdi, herhangi bir helak sebebiyle helak ediverirdi. Mesela yere geçiriverir, volkan yapar, suya garkeder, salgın halinde ölüm verir. Fakat bazınızı bazınızla imtihan etmek için, öyle savaş ve vurma emrini verir. Yani mucize ile, zorla yapmak için değil, şeriat ve kanun ile emir vermek suretiyle yapmak ve insanları birbirleriyle savıpAllah yolunda mücadele edenleri sevaba erdirmek için bu emirleri veriyor. Fakat bu durumda yalnız kâfirler vurulmuş olmuyor, müminlerden de birçokları öldürülmüş oluyor, denecek olursa, buyuruluyor ki:
Allah yolunda öldürülenlere gelince Allah onların amellerini, çalışmalarını, o yoldaki fedakârlıklarını asla boşa gidermez. Hedefinden şaşırmaz,
5- onları ilerde, muradlarına erdirir. Ve durumlarını düzeltir, ruhlarını şad eder.
6- Ve kendilerini cennete koyar. O halde ki onu o cenneti onlar için tarif ederek, yani "arf" ile, güzel kokularla donatarak yahut tanıtarak koyar. Ki bu tarifin hem dünyada hem de ahirette olan kısmı vardır. Dünyada onlara iman ile cennetin güzelliğinin zevkini duyurur. Öyle bir aşk verir ki o zevk ve aşk ile o yolda cihat ederler. Ve o aşk ile cennetteki makamlarına ererler. İbnü Ebi-Hatim'in rivayetine göre Mukatil demiştir ki bize şöyle ulaştı: Dünyada şahsın amelinin muhafazası ile görevli olan melek cennette onun önünde gider. Şahıs da onu ta makamının arkasına kadar takip eder. Giderken melek ona Allah Teâlâ'nın cennette verdiği şeylerin hepsini ona tarif eder. Nihayet makamının arkasına varınca şahıs konağına ve eşlerinin yanına girer. Melek döner, Kur'an'da bunun bir delili de "Biz gerek dünya hayatında ve gerekse ahirette sizin dostlarınızız, (Fussilet, 41/31) âyetidir.
7- Ey iman edenler siz Allah'a yardım ederseniz, Allah Teâlâ kendisi ihtiyaçtan münezzeh yardımcı olduğu için burada Allah'a yardım ifadesi emrini tutmak dinine ve Resulüne yardım etmek mânâsından mecazdır. Bunun asıl nüktesi şudur: Dinî fiiller zorla değil, kulların iradeleriyle yapılması matlub olan ihtiyarî yani isteğe bağlı fiillerdir. Onun için kulun cüz'î iradesi harekete geçmeden istenen netice ve sevap meydana gelmez. O hususta ilâhî irade kulların niyet ve isteklerine bağlıdır. İşte bu şekilde Allah'ın emirlerini yerine getirmek için kulların cüz'î iradelerini sarfetmekle yapacakları hizmetlerine, Allah'a yardım denilmiştir ki isnadda mecaz, yahut istiaredir. Yani imandan sonra siz, Allah'ın emirlerini yerine getirmek, rızasına ermek için size şart kılmış olduğu niyet ve gayretlerinizi sarfetmek suretiyle dinine hizmet edersiniz. Allah size yardım eder, sizi düşmanlarınıza galip ve muzaffer kılar. Ve ayaklarınızı sıkı bastırır. Savaş alanlarında, cihad mevkilerinde ayaklarınızı kaydırmaz ve metanetle sizi üstün kılar.
8- Küfredenlere ise artık yıkım onlara. kelimesi, aslında ayak kayıp yüzükoyun, yahut tepesi üstü düşüp yıkılmak ve kalkamayıp helak olmaktır. Kamus'ta der ki: Helak olmak, kaymak, düşmek, şer, uzaklık, düşüş mânâlarına gelir. İfadesi kahrolası, canı çıkası veya canı çıksın gibi beddua yerinde de mesel halinde kullanılır. Burada müminlere ayaklarını sağlam bastırma vaadine karşılık kâfirlere yıkım ile tehdittir.
9- Ve bütün amellerini, çalışmalarını şaşırtmış, boşa gidermiştir. Bu, yıkım ve boşa giderme, şu sebepledir ki onlar Allah'ın indirdiğinden hoşlanmamışlardır. Dolayısıyla açıklandığı üzere iradelerini sarfetmek suretiyle Allah'ın dinine hizmet ve yardımda bulunmayıp aksine gitmişlerdir. Onun için Allah da onların amellerini boşa gidermiş, heder etmiştir.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|