5- Ve eğer sen onlara çıkıncaya kadar sabretselerdi kendileri için daha hayırlı olurdu. Çünkü güzel davranışla Peygamber'e tazim etmiş olurlardı o da övgüye ve sevaba ve sorumlularının isteklerinin yerine gelmesine daha elverişli olurdu. Zira denildiğine göre Beni Anber esirlerine şefaatçi olmak üzere gelmişlerdi, yarısı hür bırakıldı, yarısı için de fidye alındı. Bununla beraber Allah gafur ve rahimdir, tevbe ve iyileşerek akıllanmaya yüz tuttukları takdirde affeder, sıkıştırmaz.
6- Ey iman edenler! Eğer fâsıkın biri size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın, birden bire kapılmayın da, açıklama isteyin, araştırıp anlayın dinleyin, fısk'tan kaçınmayan yalandan da kaçınmaz. Fâsıkın karşılığı adildir.
Fahreddin Razî der ki: Bu sûrede müminleri ahlakın en güzeline bir yöneltme vardır. O ise ya Allah ile veya Peygamber ile veya kendi cinsi ile olur. Bunlar da iki sınıftır, çünkü ya müminler yolunda gider, tâat rütbesinin içinde veya dışarda olurlar. Dışarıda olan fasıktır. Müminler gidişinde dahil olanlar da yanlarında hazır veya uzakta bulunurlar. Bu suretle ahlak beş kısım olur:
1- Allah'a ait olanlar,
2- Peygambere ait olanlar,
3- Fâsıklara ait olanlar,
4- Hazır olan müminlere ait olanlar,
5- Gaib olan müminlere ait olanlar.
İşte bunlardan herbirine ait olmak üzere yüce Allah bu sûrede beş kere "Ey iman edenler!" buyurmuştur. Allah ve Resulüne ait olan açıklamadan sonra üçüncü olarak burada fâsıkların sözlerine güvenilmemesi gerektiğini açıklıyor. Çünkü onlar araya fitne sokmak isterler ki o fitne "Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa..." âyetinde açıklanacaktır... Bununla beraber fâsıkın sözünü de büsbütün hiçe saymayıp araştırma ve açıklanması emrolunmuştur. Demek ki fâsık olmayıp da adil olacak olsa yerine göre haber-i vâhid dinlemeye layık olacaktır. Bu âyetin indirilmesine sebeb olmak üzere şöyle rivayet ediyorlar: Resulullah Velid b. Ukbe'yi Beni Mustalik'a vali ve zekât memuru olarak göndermişti. Onunla onlar arasında bir kin varmış; yaklaştığı zaman karşısına gelen atlıları kendisini öldürecekler sanmış, korkmuş geri dönmüş. Resulullah'a varıp onlar dinden döndüler, zekatı vermeyi reddettiler, demişti. Resulullah da öfkelenmiş ve onlarla harp etmeyi kurmuştu, bu âyet bunun üzerine indi. Bir rivayette de Halid b. Velid'i göndermiş, gözetlemiş, ezan okuduklarını ve gece namazı bile kıldıklarını görmüş ve zekâtlarını da ona teslim etmişler o şekilde geri dönmüştür. "Fâsık" ile "nebe" kelimelerinin nekre oluşu umumilik içindir. Herhangi bir fâsık, herhangi bir nebe' (haber) demektir. Çünkü Razî'nin hatırlattığı şekilde şartın bulunduğu yerde sübut yönünde umumilik, nefi yönünde hususilik olur. Nitekim haberler de nefi tarafında genel, sübut tarafında özeldir. denilmeyip de şüphe harfi olan ile ifade edilmesi müminlerin fâsıklara aldanmayacak kadar uyanık olmaları gerektiğini ihtar ve öyle uyanık müminlere herhangi bir fâsıkın cüretinin ender olacağına işaret nüktesini taşımaktadır. Çünkü bir bilgisizlikle, hallerini bilmeyerek, bir kavmi musibete uğratırsınız, vurursunuz, bir zarara uğratırsınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz, çünkü haber yanlış olunca sonra temiz oldukları ortaya çıkar da telafisi mümkün olmayan bir üzüntü çekilir. İman vicdanı, öyle bir haksızlığa karşı devamlı olarak sızlar. Zemahşerî der ki: Nedamet, yani pişmanlık, bir çeşit üzüntüdür ki, meydana gelen şeyin olmamasını dileyerek gam yemektir. Böyle bir üzüntü ve gam ise devamlı ve etkili olur, çünkü olay akla geldikçe pişmanlık yapışır.
7- Ve biliniz ki içinizde Allah'ın Resulü var. Bundan dolayı Allah'tan korkun da yalan ve batıl söylemekten sakının, çünkü Allah ona doğrusunu bildirir ve bir haber işittiğiniz vakit de açıklanması için ona sorun, o size açıklar, kendi görüşünüzle onu kandırmaya çalışmayın. Şayet o birçok işlerde size uysaydı sıkıntıya düşerdiniz. Sarpa sarardınız, haliniz yaman olurdu, çok zahmetler, felaketler çeker, yok olmaya doğru giderdiniz. Çünkü öyle kendisine uyulması gerekenin, uyan durumuna düşmesi bir ihtilâl ve işlerin tersine gitmesi demek olan bir ihtilaldir.
ANET: Meşakkat ve helâk, sıkıntı ve günah mânâlarına geldiği gibi aslında kırılan bir kemiğin sarıldıktan sonra tekrar kırılması demektir. Buradan anlaşılıyor ki, birtakım kimseler o haber üzerine o kavmi vurmak fikrinde bulunmuşlardı. İşlerin birçoğunda deniliyor. Demek ki bazı işlerde itaat sakıncalı değildir. Belki gönüllerini çekerek güzel bir siyaset olur. Bir de in geçmişe ait olması gerekirken diye muzârî sigası getirilmiştir ki takdirindedir. Bunda iki mânâ vardır: Birisi, "itaat eder olsa idi" demek olur ki devamlı olmanın imkansızlığını ifade ederek, itaatın aslı değil, devamlı oluşunun sakıncalı olduğunu anlatır. Buna göre devamlı ve sürekli olmayıp da bazen birçok işlerde itaat dahi sıkıntıya sebep değilmiş gibi anlaşılır. Bundan dolayı diğer bazı tefsircilerin maksat itaatin devamlılığının imkansızlığı değil, imkansızlığın devamı demek olduğunu söylemişlerdir ki, buna göre mânâ "'birçok işte itaat edecek olsa idi" demek olur. Yani birçok işlerde itaat hiç olmaması gerekir. Ebu's-Suud bu iki görüşü münakaşa etmiştir, isteyen oraya bakabilir. Sonra Zemahşeri işbu cümlesinin bağlantısı hakkında şöyle bir açıklama yapmıştır. Bu cümle yeni başlayan bir söz olmaz, çünkü âyette bir ahenksizliğe neden olur ve fakat 'deki gizli merfu zamirden veya açık mecrur zamirden hal olarak makabline bitişiktir, mânâ şöyle demek olur: İçinizde Resulullah öyle bir halette bulunuyor, yahut öyle bir halde bulunuyorsunuz ki onu değiştirmeniz üzerinize vaciptir. O hal şudur: Siz istiyorsunuz ki, o size tabi imiş gibi olaylarda sizin görüşünüze göre amel etsin halbuki öyle yapsa haliniz yaman olur, helake giderdiniz.
Fakat Allah size imanı sevdirdi, sevgili kıldı, dolayısıyla iman etiniz, bu gösteriyor ki, iman etmek için yalnız bilgi yeterli değil, bir iradenin fiil olabilmesi için sevmek de gereklidir. Bundan dolayı dinin başı muhabbettir, sevgidir. Nitekim bir hadis-i şerifte "Kişi dostunun, yani sevdiği dostunun dini üzeredir, onun için herbiriniz iyi bakın, kime dostluk ediyor, kiminle sevişiyor?" buyurulması bu mânâdadır. Yine bundan dolayıdır ki; "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin." (Âli-i İmran, 3/31) buyurulmuştur. Ancak alimler sevgiyi tabiî ve aklî olmak üzere ikiye taksim etmişlerdir. Tabiî sevgi, yaratılışa uygunluktur. Aklî sevgi gayede bir hayır ve fayda idrakinden doğar ki, sağlık için ilacı sevmek olabileceğinden gayeye nazaran tabiî, başlangıcına nazaran aklî ve mecazî bir sevgi demek olur. Bundan dolayı başlangıcı elde edilmiş olmak itibarıyla o da kazanılmış sayılır. Ve bu yönden bu şuurlu sevgi iman ve terbiyenin kazanılması itibarıyla önemi haiz olur. Nitekim Hz. Ömer "Ya Resulullah: Sen bana iki yanım arasındaki nefsimden başka herşeyden sevgilisin." demişti, Resulullah "Ben sana nefsinden de daha sevgili olmadıkça imanın tamam olmaz, buyurdu, bunun üzerine Hz. Ömer hemen "Vallahi sen bana iki yanım arasındaki nefsimden daha sevgilisin." dedi, Resulullah da, "şimdi ya Ömer! İmanın tamam oldu." buyurdu. İşte Hz. Ömer'in böyle bir an içinde sevgisini artırarak yemin ile ikrar verebilmesi bunun gibidir. Bununla beraber her iki takdirde de sevginin kendisi bir akıl işi değil, doğrudan doğruya Allah Teâlâ'nın verdiği bir histir. Allah'ın sevdirmediği şeyler düşünmekle sevilmez, ancak Allah'ın sevdirdiği şeyler bilinmek düşünülmek sayesinde akıl ile, tecrübe ile sevgi şuuruna erebilir. İşte böyle imanın esası bir sevgi ile ilgili olduğu, sevgi de Allah'ın bir vergisi bulunduğu için burada buyuruluyor ki: Allah size imanı sevdirdi, yani o sayede Resulullah'a iman ettiniz. Ve onu, o imanı kalbinizde güzelleştirdi, gereğince amel edip peygambere itaat ettiniz. Ve küfrü, fıskı ve isyanı size çirkin, iğrenç kıldı. Onun için onlardan sakınınız.
KÜFÜR, imanın karşılığı inkâr ile Allah'ın nimetlerini örtmektir.
FÜSÛK, esasen çıkmak demek olup bazan dinden çıkmak mânâsına da kullanılırsa o, küfürde dahil olduğu için burada ondan ayrı bir mânânın kastedilmiş olması gerekir. Bu sebeple çoğunlukla doğruluk ve itaatten çıkış, yani sözlü ve fiilî imanın gereklerine uymamak mânâsında kullanılır. Burada küfür imana; füsûk ve isyan da imanın tezyinine, güzelleştirilmesine karşılık demek olduğundan füsûk yalancılık ve sözle doğruluk ve itaatten çıkmak; isyan da emri terk ile fiilen taatten çıkmak mânâsında olması daha uygun görülmüştür. Füsûk'u büyük günahlara, isyanı küçük günahlarda kullanmak isteyenler de olmuştur. Şu halde âyetinde fâsık, sözü iman yönünde olmayan bir yalancı, yahud büyük günah işleyen bir günahkâr demek olur. İşte onlar, öyle imanı sevip peygambere iman eden ve kalplerinde iman zinetlenip gereğince amel ederek doğrulukla itaat eden ve küfrü, füsûku, isyanı iğrenç görüp imanın gösterdiği yönde doğruluk ve itaatten ayrılmayan kimselerdir ki ancak rüşd sahibidirler. Hak yolunda sarsılmadan dosdoğru giden kimselerdir.
RÜŞD, hak yolunda sağlam ve sabırlı ve tam bir isabetle dosdoğru gitmektir.
8- Allah'ın lütuf ve nimetinden, yani o rüşd, yahut hep bu zikrolunan sevdirme ve kötüleme ve rüşd, Allah'ın lütuf ve nimetinden olarak cereyan etmektedir. İşbu "İşte onlar" işaret isminde hitap peygambere, işaret ve zamir 'deki muhataplaradır. Görünüşe göre 'deki muhataplar da bunlarda dahil görünüyor. Yani peygamberin açıklaması ve hatırlatması üzerine görüşlerinde ısrar etmeyip hepsi iman ve itaatle doğruluk ve uyum gösterdiler, füsûk ve isyandan sakındılar. Fakat Zemahşeri bunları Peygambere karşı görüş ileri sürmekten sakınan ve takvada ciddiyetleri ile öyle bir cüret ve cesaretten korunan ve yukarıda "Onlar, Allah'ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir." (Hucurat, 49/3) diye anlatılan kısım olmak üzere açıklamış da şöyle demiştir: "Eğer size uysaydı..." ifadesi delalet eder ki, müminlerin bazısı Velid'in sözünü tasdik ile Beni Mustalik'i vurmak fikrini Resulullah'a iyi göstermek istediler, bu ise hata ve onların kusurlarından idi. Diğer bazıları ise sakınıyorlardı ve takvada ciddiyetleri öyle bir cesarete engel oluyordu ki onlar "fakat Allah, size imanı sevdirdi" âyeti ile istisna kılınanlardır. Bu "bazılarınıza" demektir. Fakat sıfatlarının öbürlerinden farklı olması kelimesinin zikredilmesini gereksiz kılmıştır. Bunlar Kur'ân'ın öyle icazlarından ve ince parıltılarındandır ki, onları ancak yüksek kişiler sezebilir. Tefsircilerin bazısından bunlar, "Onlar, Allah'ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir." (Hucurat 49/3) buyurulanlardır diye rivayet edilmiştir. "İşte Onlar doğru yolda olanlardır" âyetindekiler de bu müstesnalardır. "Allah, Alim ve Hakîm'dir" herşeyi bilir. Lütuf ve nimeti de hikmetiyle verir.
9- Fâsıkın sözüne kapılmanın ve Peygamber'i dinlemenin neticelerinden biri olan anet, sıkıntı ve günah ve öne geçmeye bir işaret olmak üzere buyuruluyor ki: Ve eğer müminlerden iki grup vuruşurlarsa, rivayetlerin özetine göre: Resulullah (s.a.v.), Sa'd b. Ubâde'nin hastalığında ziyaretine giderken, Abdullah b. Übeyy b. Selûl'e de uğraması istenilmiş ve bir merkebe binerek uğramıştı. Abdullah b. Selûl, "Merkebin kokusu bizi rahatsız etti" demiş. Orada hazır bulunan Ensar'dan Abdullah b. Revaha Hazretleri de "Vallahi Resulullah'ın merkebinin kokusu senden daha hoştur." demiş. Bunun üzerine Abdullah b. Übeyy'in kavminden taraftarları kızmış, Abdullah b. Revaha Hazretlerinin arkadaşları da kızmışlar, İbnü Revaha Hazrec kabilesinden, İbnü Übeyy Evs kabilesinden olduklarından iki kabileden birtakım kimseler, silahsız olarak elleriyle, papuçlarıyla, sopalarla döğüşmeye başlamışlar, bunun üzerine bu âyet inmiş, Resulullah âyeti okumuş, bu şekilde barışmışlar. Fakat İbnü Cerir'in ve İbnü Ebi Hatim'in, Süddi'den rivayetlerine göre: Ensar'dan İmran namında bir zatın Ümmü Zeyd adında bir hanımı vardı, kadın yakınlarını ziyaret etmek istemiş, kocası göndermemiş ve onlardan kimsenin gelmemesi için de evinin üst katında hapsetmişti. Kadın ailesine haber göndermiş onun üzerine kavmi gelmiş oradan indirip götürmek istemişler, kocası da çıkmış kendi kavminden yardım dilemiş, bunun üzerine amcasının oğulları gelip kadın ile ailesinin aralarına girmeye çalışmışlar, onlar da müdafaa etmekle döğüşmüşler, bu âyet inmiş, Resulullah adam göndermiş barıştırmış, taraflar Allah'ın emrine dönmüşler. Önceki, birinci âyetin mânâsına daha yakındır. Dikkat çekicidir ki, âyette önce "Eğer iki taife" diye tesniye ile başlanıldığı halde fiilde "ikisi vuruşurlarsa" denilmeyip çoğul sigası ile "onlar vuruşurlarsa" buyurulmuştur ki, bu fark tercemede gösterilemiyor. Bunun nüktesi, azdan başlayan bir kıtâl'in bastırılamadığı takdirde genişleyeceğini hatırlatmaktır. Onun için derhal ikisi arasını islah edin, düzeltin, nasihat ile ve şayet orada bir şüphe varsa onu gidermekle, olmadığı takdirde Allah'ın hükmüne çağırmakla sulh edin, barıştırın. bunun üzerine şayet birisi diğerine karşı saldırırsa.
BAĞY, haksız yere yükselmek isteyerek düşmanlık etmektir. Yani barış teşebbüsü yapıldığı ve şüphe varsa giderildiği halde birisi barışa yanaşmayıp her ne olursa olsun haksızlıkla üste çıkmak sevdasını beslerse: O vakit o saldıran grupla savaşın. Ta ki, o Allah'ın emrine dönene kadar. Allah'ın emri "Allah'a itaat ediniz. Resulullah'a ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz." (Nisâ, 4/59) âyetine göre hükmüdür. Razî der ki: İşaret eder ki, bu savaş, saldırgana had cezası gibi, saldırmayı terk halinde de uygulanacak bir ceza değildir. Dönünceye kadardır, saldırganı önlemek gibidir. Onun için saldırganın vazgeçmesi hakkındaki emre dönünce, savaşmak haram olur. Buyuruluyor ki: Eğer dönerse o vakit de adaletle aralarını düzeltin, barıştırın, yani yalnızca andlaşma ile bırakmayın da Allah'ın hükümlerine göre haklarını gözeterek hükmedip aralarını bulun. Öncekinde mutlak olarak "aralarını sulh edin" buyurulduğu halde burada "adaletle" kaydı ile kayıtlanmıştır. Çünkü savaştan sonra olduğu için bunda haksızlık tehlikesi vardır. Onun için bir de tamamına göre şu şekilde te'kid edilmiştir. Hem her hususta adalet ve hakkaniyeti gözetin, her hak sahibine haktan hissesini verin, saldırmaktan, zulümden sakının. Çünkü Allah adalet yapanları sever. Ebu Hayyan'ın Bahir'de açıkladığına göre bu âyetteki "savaşınız" ve "sulh yapınız" hitapları "Emir yetkisi kendilerinde" olan velayet sahiplerinedir. Bu mânâ İbnü Abbas'tan rivayet edilmiştir. Yani aynen vücub, hükümet adamlarına yöneliktir. Çünkü bu savaşa müdahale ile barış yapabilme kudreti yalnız ferdî bir kudret olarak düşünülemez, fakat herhangi bir şekilde barış ve savaş yapmaya yetkili olanlar hakkında farz-ı kifaye olmak üzere ümmetin tamamına hitap olması "Ey iman edenler" çağırısının zahirine daha uygundur. Onun için saldırma gerçekleşince ona karşı emir ve yetki sahiplerine yardım cihadda olduğu gibi umuma gereken bir vecibe olur. Nitekim Hakim ve Beyhaki'nin rivayetlerine göre Abdullah b. Ömer (r.a.) Hazretleri ben şu "Vazgeçen saldırgana savaş açmadığımdan dolayı işbu âyetinden nefsimde bulduğumu hiçbir şeyden bulmadım." demiştir. Yolkesici, saldırganlar hakkında Fıkıh kitaplarında özel bölüm vardır.
10- "adalet yapınız" emri gibi şu da bütün müminlere umum ifade eder: Bütün müminler ancak kardeştirler. Zira hepsi ebedi hayata sebep olan iman esasında birleşir din kardeşidirler. Onun için iki kardeşiniz arasını düzeltin, gerek iki fert, gerek iki mümin topluluk bozuştuklarında hemen aralarını bulup barıştırın, dinde kardeşliğin gereği budur. Ve Allah'tan korkun, yani bu düzeltme ve kardeşlik takvadandır. Bozuşmaktan korunun, müminlerin kendi aralarında barış ve iyilik bulunmazsa, kardeşlikleri kuvvetli olmazsa kâfirlere karşı mücadele edemezler, Allah'ın azabından iyi korunamazlar. Onun için Allah'tan korkun, bozuşmayın, bozuşursanız, barışmaktan, barıştırmaktan kaçınmayın, her işinizde takva yolunu tutun ki rahmete erdirilesiniz.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|