Fahrür-Razi bunu şöyle ifade etmiştir. Allah Teâlâ'nın ilminin kemalini, genişliğini beyandır. Allah ilmi ile ona damarındaki kandan daha yakındır. Çünkü damara bir engel vardır. O, ona gizli kalabilir. Fakat Allah Teâlâ'nın ilmine engel mümkün değildir. Buna şu mânâ da söylenebilir. Kendisinde kudretimizin eşsizliği itibarıyla biz ona habli verid'den daha yakınızdır. Emrimiz onda damarlarındaki kanın akışı gibi cereyan eder. Keşşaf sahibi de şöyle der: "Biz ona daha yakınız." ifadesi mecazdır, maksat ona ilminin yakınlığı ve ondan ve durumlarından bilgisine, sanki zatı yakınmış gibi, en gizli şeylerinden hiçbirisi gizli kalmayacak, bir şekilde ilgili olmasıdır. Nitekim Allah her yerdedir, denilir. Halbuki Allah makamlardan yüce ve münezzehtir. Bundan anlaşılan mecaz denilmesinin sebebi sözlükte yakınlık ve uzaklık mekan ve mesafe itibarıyla isimlerde hakikat olduğu ve Allah'ın zatında mekan yakınlığı tasavvur olunamayacağı içindir. Kadı Beydâvî ile Ebu's-Suud da bunu bir nükte ilavesiyle özetlemişler de şöyle demişlerdir: Yani "Biz onun halini ona habli veridden daha yakın olandan daha iyi biliriz, demektir. Zatın yakınlığı ile ilmin yakınlığına mecaz yapılmıştır. Çünkü o onun gerekçesidir." Görülüyor ki bu ifadede "Ona daha yakın olandan" diye bir "mufaddalün aleyh" takdir olunmuştur. Çünkü akreb (daha yakın), a'lem (daha iyi bilmek) mânâsına mecaz olunca habli verid, ilim itibarıyla "mufaddalün aleyh" olamaz. Şu halde o "olan kimse" kim? O ya kendisinden kinayedir, bu şekilde habli veridden maksat, kendi şahsı olup mânâ onu kendisinden daha iyi biliriz demek olur. Yahut zikredilecek meleklerdir ki, bu durumda o hafaza meleklerinin de, ona habli verid'den daha yakın olduklarına fakat Allah'ın onlardan daha yakın olduğuna dikkat çekilmiş oluyor ki bu mânâ âyetin kendinden sonraki kısma bağlanmasından çıkarılır. Alûsî burada vahdet ehlinin (vahdet-i vücud görüşünde olanların) sözleri hal sahibi olmayanlar için zor anlaşılır şeylerdendir, demiştir. Bununla birlikte biz şeyh Muhyiddin-i Arabî'nin Fütuhat-ı Mekkiye'sinin, Esma-i Hüsnâ babında "Akreb" ism-i şerifinde şu sözlerini nakledelim.
"En yakın olanın huzuru, huzurların en yücesidir. O huzur, keşif ehli için zat iledir. O huzur, hakkında günahkâr denilen kimse hakkında içinde uzaklık bulunan bir yakınlıktır."
Bu huzurun sahibine "en yakın" olanın kulu ve "yakın"ın kulu denilir, çünkü o Azîz ve Celil olan Allah bize habli veridden daha yakındır. "Ben yakınım. Dua edenin duasına icabet ederim". (Bakara, 2/186) buyurmuş. "Şüphesiz ki o hakkıyla işitendir, yakın olandır." (Sebe, 34/50) buyurmuştur. Peygamber (s.a.v) Efendimiz'in haber verdiği gibi Arş'tan dünya semasına inişiyle yakındır, daha yakındır. Çünkü nerede olsak bizimle beraberdir. Onun için "Karib" (yakın), "Akreb" (daha yakın) isimleriyle isimlendirilmiştir. O bize bizden daha yakındır. Çünkü habli verid, bizdendir ve damar bize bitişiktir. O ise ondan da yakındır. Çünkü bitişme ancak O'nunladır. İşitmemiz, görmemiz, ayağa kalkmamız, oturmamız, istememiz, hükmümüz O'nunladır. bu hükümler ise habli veridde yoktur. Demek ki, o bize habli veridden daha yakındır. Çünkü bizden habli veridin gayesi diğer damarların durumu gibi hayat hükmünün akışı ve kanların yolu olmasından ibarettir. Sonra Allah Teâlâ bize de kendisine yakınlığı emretti. Çünkü biz O'nun sureti üzere mahlukları olduğumuz cihetle bizi emsal menzilesine koydu. Halbuki iki misil zıttırlar. Zıt ise, zıt olduğu şeye bizzat nefsindeki sıfatlarda ortak oluşundan dolayı gayet yakın olmakla beraber aynı zamanda gayet de uzaktır. Kulda böyle ilâhî irade ile Allah'tan uzaklık meydana gelmekle Allah Teâlâ kendisine yakınlık yollarını meşru kıldı ki, bu uzaklık ile beraber yapılması meşru kılınan fiilleri yapmakla o onun kulağı, gözü ve bütün duyguları olana kadar bu şekilde kul zillet ve ihtiyacından dolayı ona zıttır. Ve onun için meşru kılınan şeylerde zillet ve ihtiyacı sebebiyle fiilin ona isnadı sahih olmuştur da kendisine nisbet edilen fiil ile ona yakınlığa yol bulmuş ve dolayısıyla Hak Teâlâ'nın "Ben onun kulağı ve gözü olurum." diye onun bütün hüvviyetiyle bütün duyguları olduğunu haber verdiği yakınlık ile yaklaşmıştır. Bundan da daha yakın olunca artık olmaz, (Abid kâin olmaz) çünkü "Kulağı, gözü ve dili" buyururken zamiri kula göndermekle kulun aynını tesbit etmiş ve O "tıpkı kendisi" olmadığını ispat buyurmuştur. Çünkü o ancak kuvvetleriyle 'dir "tıpkı kendisidir". Kuvvetleri onun zatî tarifindendir. O olmayış "Attığın zaman sen atmadın fakat Alah attı." (Enfal, 8/17) buyurduğu gibidir ki o zaman suret ve mânâ ikisi de Allah'ındır, hepsine sahip olmuş, tamamen aynı olmuştur. Artık kainatta başka yok, ancak o Esma-i Hüsna'sının menzillerinde kendiliğinden yüce, münezzeh ve sübhan olan Allah vardır. Çünkü orada, O'ndan başka kendisini tesbih ve tenzih edeceğin yoktur. Allah Teâlâ yakınlıkları hep bu huzurdan meşru kıldı. Şeriatın varlığına sebep de dava olduğundan şeriat davacıya ve davacı olmayana şamil oldu. Kıyamet günü niyetine göre haşrolunur, millet ve mezhebiyle seçilir.
Görülüyor ki Şeyh, beytinde zat ile yakınlık görüşüne sahip olmuş ve fiil yakınlığını anlatmış, sonunu da kulun faniliğiyle vahdete bağlamıştır. Alûsî'nin dediği gibi bazı noktaları hal ehli olmayana ağırdır. Dünya semasına inişden mekan itibarıyla yakınlık değil emir itibarıyla yakınlık anlamak gerekir. Hadiste iniş varsa da "Arş'tan" kaydı yoktur. Sonundan da vahdet (birlik) çıkarmalı, ittihat (birleşme) çıkarmamalıdır. Çünkü âyet öyle bir vesveseye ve zanna gidilmemesi, yaratıcı ve yaratıkların hakkının gözetilmesi için ilk önce "Andolsun ki biz insanı yarattık." yeminiyle insanın yaratılmış olduğunu tekid yoluyla açıkça beyan buyurmuştur. Vahdet-i vücud meselesinde de açık ve şüphesiz bir kaide olmak üzere Keşşaf haşiyesinde İbnü Münir'in de açıkladığı şekilde şunu söyleyelim ki bizim itikadımızca yani "Allah'ın zatından, sıfatlarından ve fiillerinden başka mevcut yoktur". Şu kadar ki, Allah Teâlâ fiillerinin bazısını bazısına yer yapmış, o yere fail, orada meydana gelen şeylere de onun fiili denilmiştir. Böylece bütün âlem Allah'ın fiili yani yaratığı olduğu gibi insanlar ve insanlara zorla ve isteklerine bağlı olarak nisbet olunan fiiller de "Sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır." (Saffât, 37/96) âyeti uyarınca Allah'ın yaratmasıdır. İşte bir mümin için zaruri olan tevhid budur, sıfat zatının aynı değildir. Aynı veya başkası değildir. Fiil de failin aynı olamaz. Yaratıcı ile yaratık aynen bir olamaz. Allah'ın olmayan hiç birşey yoktur. Hepsi Allah'ındır. Fakat Allah'ın olmak, Allah olmak değildir. Şunun da unutulmaması gerekir ki yakınlık makamı ne kadar yakın olursa olsun bir gereklilik farkıdır. Bağlantı kurmak ve birleşmek yakınlık değildir. Onun için yakınlık makamında, mesela bir elçinin fiili ve kuvveti onu gönderene nisbet edildiği zaman elçi, kendisini gönderenin aynı olması icap etmez. Belki elçinin aynı sabit olduğu halde kendisi de fiili de gönderenin olur. Aynısı olmada değil, hükümde birlik bulunur. Gerek farzların yakınlığı ve gerek nafilelerin yakınlığı ile yakınlık kurmuş olan kulun da aynı sabit olmakla beraber velilik makamına nail olarak bütün kuvvetinden ilâhî kudret tecelli eder. Fakat ondan onun Allah olması lazım gelmez, sonra mekan yakınlığı mutlaka arada bir mesafe bulunmasını gerektirir. Aradaki mesafenin büyüklüğüne küçüklüğüne göre düşünülür bir nisbettir. Bu itibarla o, hakikatte bir uzaklıktır. Allah Teâlâ mekandan münezzeh olduğu için onda mekan yakınlığı düşünülemez. Çünkü onda mekan yakınlığı var saymak mekanın bir kısmını O'nun kuşatmasının dışında ve mekanı O'ndan büyük ve geniş farzetmektir. Halbuki o çok yüce ve çok büyük olan Allah, her şeyi kuşatmış, her mekandan yüksek "Arş üzerine hükümrandır." (Tâhâ, 20/5). Bundan dolayı burada mekan yakınlığı olduğu zannedilmemesi için zat yakınlığı ile değil, sıfat yakınlığı ile tefsir edilmiştir. Çünkü sadece ruhu ile değil, bedeni ile de düşünülen insanın zatı yer tutan bir cisim olduğundan dolayı ona zati yakınlık ile daha yakın oluş düşüncesi mekani bir yakınlığı akla getirebilir. Ancak bunun gereği mekani olmayan Allah'ın zatından zati yakınlığı uzak tutmak değil, mekan itibarıyla yakınlığı ortadan kaldırmak suretiyle bir mecaz yapılmasıdır. Fakat bu şekilde de mecaz mânâsı zaruri olunca tefsirciler onun için en uygun olan mânâyı tercih etmişlerdir. "Rahman ve Rahim"de olduğu gibi sıfat ve Allah'ın isimlerinde aranan gayeleri olduğuna göre akreb (en yakın) vasfı, zat yakınlığı tefsir edilse bile müjde veya uyarı makamında zat yakınlığından gayesi ve gerektirdiği eserleri kastedilmiş olur. Onun için "O her nerede olsanız sizinle beraberdir." (Hadid, 57/4) âyetinin ifadesince her yerde "hazır ve nazır" diye anlaşılagelen ilâhî beraberlik ilim ile tefsir olunduğu gibi buradaki yakınlık da naklettiğimiz şekilde ilim veya kudret yakınlığı ile tefsir olunmuştur. Bakılırsa bunun birleştirilmesinde bir çelişki olmamalı hem ilmi hem kudreti ile yakınlık kastedilmiş olabilmeli idi. Acaba niçin terdid (iki ihtimalden biri) ile söyleniyor. Buna dair bir açıklama görmedim. Fakat şu iki sebep gösterilebilir: Birincisi zat yakınlığından mecaz olma itibarıyla iki mecazın iki lazımının bir arada bulunmasının caiz görülmemesi ve ikisini toplayan bir mânâda kastedilmiş olmamasıdır. Fakat temsilî istiare veya kinaye durumunda biz bunu mümkün zannediyoruz. İkincisi sözün gelişinde ve yukarısında "yarattık", "biliyoruz", "telâkki" ve zaptederler, "geldi", "üfürüldü" gibi karinelerin bazısının yalnız ilmi, bazısının da kudreti gerektirip ifade etmesidir ki ihtilafın sebebi de budur. Biz bunların birleştirilmesine taraftarız. Gerçi ilim çok geniştir. Fakat kudreti gerektirecek birşey değildir. Kudret ise ilmi gerektirir. Kudret ile yakınlık kastedildiği takdirde ilim yakınlığı da ifade edilmiş olacaktır. Halbuki ilim ile yakınlık kastedildiği durumda bunun bir müjde veya tehdit ifade etmesi kudreti düşünmeye bağlı olacaktır.
"Nefsinin ona ne vesveseler verdiğini biliriz." ifadesi ile en yakından ilim ifade edildikten sonra bir de "Biz ona habli veridden daha yakınız." buyurulmasının da bu nükte ile ilgisi olması gerekir, onun için biz, bundan yalnız ilmî yakınlık değil lütuf ve yardıma, kahır ve gazaba da darbı mesel olabilen bir yakınlık anlıyoruz ki bu en azından kudret yakınlığıdır. Nitekim Ragıb Müfredat'ında derki. "Yakınlık ve uzaklık birbirinin karşıtıdır". Yakınlık zamanda, mekanda, nisbette hazda, kıymet ve şerefte, gözetmede, kudrette kullanılır. Mekanda: "Şu ağaca yaklaşmayın." (Bakara, 2/35), "Yetim malına yaklaşmayın." (Enam, 6/152), "Zinaya yaklaşmayın." (İsra, 17/32), "Mescidi harama yaklaşmasınlar." (Tevbe, 9/28) gibi. Zamanda: "İnsanlara hesapları yaklaştı." (Enbiya, 21/1), "Uzak mı yoksa yakın mı olduğunu bilmem." (Enbiya, 21/109) gibi. Nisbette: "Miras taksim olurken akrabalar hazır bulunursa." (Nisa, 4/8), "Ana baba ve akrabalar." (Nisa, 4/7), "İsterse yakınlar olsun." (Maide, 5/106), "Yakın komşu." (Nisa, 4/36), "Yakınlığı olan bir yetim." (Beled, 90/15) gibi. Huzvede yani haz ve şerefte: "Allah'a yakın melekler." (Nisa, 4/172), "Yakın olanlardan." (Ali İmran, 3/45), "Allah'a yaklaştırılmış olanlar ondan içerler." (Mutaffifin, 83/28), "Eğer Allah'a yaklaştırılmış olanlardan ise." (Vakıa, 56/88), "Şüphesiz ki siz yakın olanlardansınız." (A'raf, 7/114), "Ve onu sırdaş olarak yaklaştırdık." (Meryem, 19/52) gibi. Ve huzveye yani hazza, yakınlık denilir. "Allah yakınlıklar." (Tevbe, 9/99), "Gerçekten bu onlar için bir yakınlıktır." (Tevbe, 9/99), "Sizi bize yaklaştırır." (Sebe, 34/37 gibi. Rivayette, gözetmekte. "Şüphesiz Allah'ın rahmeti yakındır." (Araf, 7/56), "Şüphesiz ki ben yakınım." (Bakara, 2/186) gibi Kudrette: "Biz ona habli veridden daha yakınız." gibi.
17- Zabıt tutan iki melek tesbit ederlerken, bu de en yakın ilim mânâsında; yalnız kudret mânâsında ise ile tenazü üzere amil olması yaraşır, yani her insanın söylediğini, alıp zaptetmekle görevli iki melek vardır. İfadesini zapteder dururlar. İşte onlar, sağdan ve soldan oturmuş zabıt tutarlarken, öyleki,
18- her ne söz atarsa, yani gerek hayra ve gerek şerre dair, ağzından ne çıkarırsa herhalde yanında bir murakabeci, ne yaptığını ne söylediğini gözeten bir murakıp hazırdır. Hiçbir dediğini kaçırmadan kaydederlerken Allah ona her yakından daha yakındır. Bu sırada insanın nefsinde onların da bilemeyecekleri gizlilikleri bilir. Dilediği tesiri yapabilir. Şu halde o meleklerin zaptedip kayda geçmesi onun ihtiyacından değil kulların geleceği için hikmete bağlıdır. Keşşaf'ta der ki: Hz. Peygamber (s.a.v.)'den şöyle rivayet edilmiştir. "İki meleğin oturduğu yer, ön dişlerinin üzeri, dili onların kalemleri, tükürüğün de mürekkebleri, sen ise lüzumsuz şeyler peşinde akıp gidiyorsun, ne Allah'tan utanıyorsun ne onlardan." Bu âyetin zahirinden anlaşıldığına göre bu melekler, ağızdan çıkan her sözü yazarlar, bunun delaletinden, fiilleri de yazdıkları anlaşılıyor. Öncesine göre getirilişinden de nefisteki vesveseler gibi bazı şeylerin Allah'a malum olmasıyla beraber, onlardan gizli kaldığı anlaşılmıştı. İmam Malik herşey yazılır. Hatta hastalıktaki iniltisi bile demiştir. Fakat bundan anlaşılan dışarıya çıkan herşey demektir. Akaid kitaplarından cCvhere ve şerhi Lakkânî'de Alûsî'nin nakline göre şöyle denilmiştir. İtikad etmek vacip olan şeylerden biri de şudur: Allah Teâlânın öyle melekleri vardır ki kulların fiillerini gerek hayır gerek şer, gerek onların dışında olsun, gerek söz olsun, gerek amel, gerek itikat, gerek niyet olsun, gerek azim, gerek karar verme, hepsini yazarlar. Allah Teâlâ onları onun için seçmiştir. Gerek kasten ve bile bile işlesinler gerek dalgınlıkla ve unutarak yapsınlar, gerek sağlıklarında meydana gelsin, gerek hastalıklarında, işlerinden hiçbir şeyi ihmal etmezler. Nakil ve rivayet alimleri böyle rivayet etmişlerdir. Demek ki niyet, azim, karar mertebelerine gelmeyen vesveseler yazılmaz. Bu bakımdan "Nefsinin ona verdiği vesveseler", niyet ve kast mertebesine içten konuşmalar, kararı olmayan soyut hatıralar olmuş olur. İçten kendi kendine konuşmanın hiç yazılmadığını bildiren eserler de vardır. Nitekim, Beyhaki Şuab'da Huzeyfe b. Yemam (r.a)'da şöyle rivayet etmiştir: Sözün yedi kilidi vardır. Onlardan çıktığı zaman yazılır. Çıkmazsa yazılmaz, Kalp, küçük dil, dil, iki çene, iki dudak. Bu "Her ne söylerse" ifadesinin zahirine uygundur. İmam Malik'in sözü de bunu andırır. Bazıları mübahların yazılmadığını, ancak sevab veya, azabı bulunanların yani sorumluluğu olanların yazıldığını söylemişlerdir. Biz ortaya çıkan her fiil ve sözün yazıldığı, gizli kalanlardan yazılmayanlar bulunduğu, bununla birlikte hafızaya geçenlerin yazılmış demek olduğu görüşündeyiz. Sonra burada âyetin ifade üslubuna dikkat edilirse bu tesbit ve kontrol altında insan gıyabında biyografisi yazılan bir şahıs durumunda değil, ya sorgulayan birinin huzurunda ifadesi kaydedilen ve gönlünden heyecanlar ve vesveseler geçen bir suçlu, yahut ölmek üzere bulunup başı beklenen bir hasta gibi tasvir edilmiş ve öyle bir anda gerek korku, ve gerek ümit açısından Allah Teâlâ'nın ilmi ve yakınlığı anlatılmıştır.
19- Bu nükte iledir ki buradan ölüm ve ahirete geçilerek buyuruluyor ki, Ve ölüm sarhoşluğu hak ile geldiğinde de Allah habli veridden daha yakındır. "Biz ona sizden daha yakınız. Fakat siz görmezsiniz." (Vakıa, 50/85) ölümün sarhoşluğu, sarhoşlukları, aklı gideren şiddetidir. Ölümün hak ile gelmesi Allah'ın emriyle "Her nefis ölümü tadacaktır." (Ali İmran, 3/185) gerçeğini getirmesidir.
20- O işte, ey insan! Senin kendisinden kaçtığın şeydir. Ve sura üfürülmüştür. İkinci üfürüş İşte bu cezanın verileceği gündür.
21-Yani yapılan tehdidin yerine getirileceği ceza verileceği gündür. Ve her bir nefis beraberinde bir sevkedici, bir şahit ile gelmiştir. İki çeşit melek, birisi o nefsi mahşere sevketmekle görevli, birisi de ameline şahittir. Herkesin ameline göre şahitlik ve sevkin şekli farklı olmakla beraber, hepsi böyle iki görevli ile beraber sevkedilir. Şahidin kontrol eden hafaza meleklerinden olması akla gelir. Bazılar günahları yazan sevkedici, iyilikleri yazan şahit, demişlerdir. Daha başka da söylenmiştir. Ayrıntılarını Allah bilir.
22-26- Andolsun ki sen bundan gaflette idin. Bu cümle ya istinafiye (başlangıç cümlesi) veya mukadder kavil (söylemek) fiilinin mef'ulüdür. Hepsine bu hitabın yapılması, herkeste ahiretten az çok bir gaflet bulunması "Haber görmek gibi değildir." ifadesindeki hikmete dayanmaktadır. Kendisine yakın olan demiştir. Yani yanındaki sevkedip götüren, Hak Teâla'nın huzuruna hazırlayıp böyle demiştir. Bu benim yanımdaki hazır, Hak Teâlâ tarafından da o sevkedene ve şahitlik yapana veya cehennem zebanilerinden ikisine yahut tekid şeklinde emir suretiyle birine şöyle hitap buyurulur. "Atın cehenneme her inkarcıyı ve inatçıyı"
27- "Yakını ona der ki": Bu yakının, dünyada o kafire musallat olup, ahirette beraber sevkedilen şeytan olduğu şu sözünden bellidir.
"Ey Rabbimiz onu ben azdırmadım." Demek oluyor ki, Ya Rab! Beni bu azıttı diye özür beyan edip şikayet etmek istemiş, o da bu yolda cevap vermiştir. "Fakat kendisi uzak bir sapıklık içinde idi." Yani kendisi haktan uzağa sapmış bulunuyordu da ben ona öyle yanaştım. "Benim size karşı bir hakimiyetim yoktu." "Ancak sizi davet etmiştim." (İbrahim, 14/22) der.
28- Allah Tealâ buyurur ki, benim huzurumda çekişmeyin. Vaktiyle ben size tehdit göndermiş iken, önceden dünyada çalışma çağında kitaplarla ve peygamberlerle uyarmış, azgınlık edenlere böyle şiddetli azap edileceğini haber vererek tenbihler, tehditler yapmış iken dinlemediğiniz halde şimdi hesap ve ceza yerinde boşuna çekişmeyin.
29-Özellikle şunu anlamış iken Benim huzurumda söz değiştirilmez. Vaad değiştirilmediği gibi tehdit de değiştirilmez. Bazı günahkârları af meselesi ise değiştirme değil, tehditleri tahsis eden af delillerinin tatbikidir. "Ben kullarıma zulmedici değilim." ifadesi de, genel bir şekilde hakkı gerçekleştirme hususunda varid olmuştur ki bu şartlar altında tehdidin tatbik edilmesinin kendi hak ettikleri şeylerin neticesi olduğunu anlatmaktadır. Şimdi bu tehdit ve vaadi tamamlamak için buyuruluyor ki;
Meâl-i Şerifi
30- Biz O gün cehenneme: "Doldun mu?" diyeceğiz. O da: "Daha fazla var mı?" diyecektir.
31- Cennet de kötülükten sakınanlara yaklaştırılır. Zaten uzak değildir.
32-33- Onlara denir ki: "İşte size vaad edilen bu cennet, Allah'a yönelen, O'nun emirlerine riayet eden, görmediği halde Rahman olan Allah'tan korkan ve O'na yönelen bir kalple gelenlere mahsustur.
34- "Şimdi selam ve selametle oraya girin. İşte sonsuzluk günü budur."
35- Orada onlara ne isterlerse vardır. Katımızda daha fazlası da vardır.
30- "Biz o gün cehenneme doldun mu diyeceğiz." Bu mukadder veya ile mensubdur. Yahut sonunda o gün ne dehşettir! gibi bir takdir vardır, deniliyor. 'deki zulmün nefyini ifade eden fiil mânâsı, hepsinden yakındır. Bu soru ve cevap "Andolsun ki cehennemi dolduracağım." (Sad, 38/85) vaadinin yerine getirilmesi ve cehennemin dehşetini ve hızını tasirdir. İstifham takriridir. Yani cehennem o genişliğiyle beraber. "Andolsun ki cehennemi cinlerden ve insanlardan tamamen dolduracağım." (Hûd, 11/19) ifadesi gereğince grup grup atılan cin ve insandan doldurulacak, fakat hızı kesilmeyecek, günahkârlara öfke ve şiddetinden daha fazlasına hırs gösterecektir. Çokları bu soru ve cevabı bu şekilde bir tasvire yorumlamışlardır. Bazıları da hakikat demişlerdir ki, Alûsî zahir olan da budur. Hakikat mümkün iken ahiret işleri dünyaya kıyas edilmemeli der. Buharî ve Müslim ve daha diğerleri Enes (r.a.)'de şu meâlde bir hadis rivayet ederler: Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Cehennem daima içine atılır durur ve atıldıkça daha fazla yok mu der. Ta Aziz olan Rabbi ona ayağını koyuncaya kadar. O zaman bazısı bazısına büzülür de yetişir, yetişir, izzetin ve keremin hakkı için derler. Cennette de daima bir fazlalık bulunur. Ta Allah Teâlâ onun için bir halk meydana getirip de onları cennetin fazlalıklarında yerleştirinceye kadar." Yine Buhari ve Müslim ve daha diğerleri Ebu Hüreyre (r.a)'de rivayet ederler. Demiştir ki: Resulullah (s.a.v) buyurdu.
"Yani cennet ve ateş münakaşa ettiler. Ateş ben büyüklük taslayanlar ve zorbalarla tercih edildim." dedi. Cennet de: "Niye bana insanların ancak zayıfları ve sakatları giriyor?" dedi. Allah Teâlâ da cennete şöyle buyurdu. "Sen benim rahmetimsin, ben seninle kullarımdan dilediğime rahmet ederim. Ateşe de şöyle buyurdu; sen sırf benim azabımsın. Ben seninle kullarımdan dilediğime azap ederim. Her birinize de dolusu var. Ama ateş dolmaz ta o ayağını koyuncaya kadar ki o vakit yetişir yetişir der. O vakit dolar, bazısı bazısına büzülür. Ve Allah yarattıklarına hiç zulmetmez. Cennete gelince onun için de Allah Teâlâ yeni bir halk meydana getirir. Ayak cehenneme en son atılacak kullar, yahut ayağını koymak çiğnemek gibi gazap eseri olan bir sıkıştırma ile şiddetini kırmaktan kinayedir.
.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|