23-Bu kınamadan sonra gerçeğin açıklanması için de şöyle buyurulmuştur: Onlar, o müennes isimler ve sıfatlarla anılan putlar, hiçbir şey değildirler Uluhiyyet, izzet Allah'a nisbet ve şefaat gibi kendileri için (putlar için) gözetilen mânâları, gerçekleştirecek hiçbir şerefe sahip değillerdir. Sade kuru isimlerden ibarettirler. Yani gerçekte mânâsı olmayan boş isimlerdir. "İşaret isimleri zât ile birlikte sıfata, zamirler de yalnız zâta delalet eder", diye meşhur bir kâide vardır. Bu sebeble buradaki müennes zamiri mercii (işaret ettiği yer) itibariyle bize bir nükte ifade etmektedir. Zira "gördünüz değil mi?" hitabı ile o putların bilinen bütün vaziyet ve sıfatları hatırlatılıp ism-i işaretiyle de kendilerine isnad edilen vasıfların münasebetsizliği gözler önüne serilmiştir. Ardından da denilip, birden bire bu zamir bir ism-i işaret makamında görünerek o putları, iptal edilen sıfatlarıyla tavsif eder gibi olduktan sonra, zamir olması sebebiyle de onları bu sıfatlardan soyutlamış ve bunların kuru isimlerden başka bir şey olmadıklarını ortaya koymuştur. Bu tafsilatı vermemizdeki maksadımız, bu âyetin garanik uydurmasının da iptaline işaret ettiğini özellikle anlatmaktır. Zira garanik olayı da, müşriklerin putlarına isnad ettikleri vasıflardan olduğu için burada ayrıca şu anlam da kendini göstermiş oluyor: Sizin her halde şefaatlerini umarak garanik-i ulâ (ilk kuğular) dediğiniz o putlar, hiç bir şey olmayıp, kuru isimlerden ibarettirler.
Sırası gelmişken şunu da ifade edelim ki: Hac Sûresi'nde bulunan "Senden önce hiç bir resul ve nebi göndermemiştik ki o (bir şey) arzu ettiği zaman, şeytan onun arzusu içerisine mutlaka (bir düşünce) atmış olmasın." (Hac, 22/52) âyetinin tefsirinde Taberi ve Zemahşerî gibi bazı müfessirler, kendilerine yakışmayacak şekilde lafzıyla bir hikaye anlatmışlardır ki, o da şöyledir: Güya Necm Sûresi nazil olduğunda Resulullah Harem-i Şerif'te onu okumuş ve sonunda müminlerle beraber müşrikler de secdeye kapanmışlardır. İşte bu esnada âyetinden sonra "onlar, ulu ak kuğulardır. Herhalde şefaatleri umulur." sözü de yanlışlıkla işitilmiş, ancak şeytan tarafından atılan bu sözü, Allah Teâlâ neshedip (ortadan kaldırıp) âyetlerini onun tasallutundan korumuştur. Bu hikayeyi anlatan tefsirciler, şeytanların her türlü taarruzlarına karşı ilâhî vahyin kuvvetini ve nasıl korunduğunu anlatmak istemişlerdir. Ebu Hayyân der ki: "Bu kıssa, Sîret-i Nebeviyye derleyicisi Muhammed b. İshâk'tan sorulduğunda O, bunun zındıkların uydurmasından ibaret olduğunu söylemiş ve konuyla ilgili bir de kitap kaleme almıştır." Hâfız Ebu Bekr, Ahmed b. Huseyn el Beyhakî de demiştir ki: "Bu kıssa, nakil yönünden sâbit değildir ve râvileri de yalancılıkla itham edilmiştir. Bu yüzden sahih hadis kitapları ve diğer hadise dair eserlerde onlardan bir şey zikredilmemiştir. Şu halde bu sözün atılması vaciptir. Onun içindir ki ben kitabımı ondan uzak tuttum."
Bu âciz yazar da der ki: "Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, müşrikler Ka'be'yi tavaf ederlerken demek âdetleri idi. Bunu, Yakutu'l-Hamevî, "Mu'cemu'l- Büldan" adlı eserinde ifade etmektedir. Demek ki garanik benzetmesi Peygamber (s.a.v)'den önce de söylenegelmiş bir sözdür. Çeşitli şekillerde söylenmiş olması da bunu göstermektedir. O halde bu söz esas itibariyle müşriklere şeytan tarafından atılan bir sözdür. Ancak esas üzerinde durulması gereken mesele, bunu Peygamber'in söyleyip söylemediğidir. "İnmekte olan yıldıza andolsun ki sizin arkadaşınız şaşırmadı, azıtmadı da. O hevadan söylemiyor. O Kur'ân ancak vahyedilen bir vahiydir." diye okumuş dururken Peygamber (s.a.v)'in vahyi tebliği esnasında şeytanın herhangi bir müdahelesinin olamayacağında asla şüphe yoktur. Şu kadar var ki, Kur'ân'ın birçok yerinde kâfirlerin, müşriklerin ve şeytanların sözleri de hikaye yolu ile anlatılmıştır. Eğer söylenmiş olsaydı, bunlar gibi söz konusu kıssanın da Peygamber tarafından hikaye edilmesi mümkün olabilir ve tam âyetinden sonra ve den önce söylenmesi icap ederdi. Çünkü, tarzında söylenmiş olsaydı o zaman, "Erkekler size, dişiler O'na öyle mi? O halde bu insafsızca bir taksim." âyetlerinin ifade ettiği kınama mânâsı ile kelâmın ahengi bozulmuş olurdu. Halbuki bu kınamadan sonra denildiği takdirde fiili hâli (içinde bulunulan zamanı) hikaye ederek "o ulu kuğular ki bir de onların her halde şefaatleri umuluyor, onlar hiçbir şey değil, sade kuru isimlerden ibarettir" denilmiş olurdu. Bu mânâ ise, şeytanın ortaya attığı bir mânâ değil, müşriklerin şeytana aitmiş gibi ortaya attıkları sözlerini iptal eden düzgün bir söz ve istenen bir mânâ olacağından, neshedilmesine ihtiyaç kalmazdı. Çünkü, "Göklerde nice melek var ki onların şefaatı hiçbir işe yaramaz..." (Necm, 53/26) âyetinde özellikle şefaat konusuna işaret edileceği gibi bu anlam lâfzan açıklığa kavuşturulmadığı halde bile, kelâmın mefhumundan tamamiyle kasdedilenin bu olduğu hususunda şüpheye mahal yoktur. Demek ki burada (Hacc, 22/52) âyetinin mânâsı ile ilgili bir neshin söz konusu edilmediğine kelâmın kendisi şahittir. "O hevadan söylemiyor." Sözünü içeren bir sûreyi (Necm Sûresi'ni) okurken peygamberin dilinden kendi arzusuna göre bir sözün çıkmasına ihtimal olmadığı gibi, putların hakaret ve hiçliğini ilan eden âyetlerin arasında onların lehinde bir sözün geçmiş olmasının da, alaydan başka bir mânâsının olmadığı ortadadır. Zira putların hiçbir şey olmayıp, yalnız kuru isimlerden ibaret oldukları açıkça ifade edilmiştir.
Onlara o isimleri siz ve babalarınız taktınız. Yani ifade ettikleri mânâlardan hiçbiri kendilerinde bulunmaksızın o putlara isimleri siz ve babalarınız yalan yere taktınız.
Allah onlar hakkında bir delil indirmedi. Yani öyle bir isimlendirmeyi hakkı gösterecek hiçbir delil ve tesirli bir mânâ indirmedi. Onun için gerçekte onlar, mânâları olmayan kuru isimlerdir. O halde nasıl ve ne sebeple o isimleri verip de onlara taptıklarına gelince; bu hususun açıklanması sırasında onların hitaba layık olmadıklarını göstermek için muhataptan gaibe geçilerek buyuruluyor ki: Onlar başka bir şeye değil sırf nefislerinin arzularına uyuyorlar. İnanç ve amellerinde hakkı ve hayrı aramıyorlar. Dini, sırf nefsin istek ve arzularından ibaretmiş gibi kabul ederek nefs-i emmâreler (kötülüğe sürükleyen nefisler)in meylettiği boş ve mânâsız hayallerle kuru temenniler peşinde koşuyorlar. Halbuki Rablerinden kendilerine doğru yolu gösteren hidayetçi de geldi. Yani zan ve arzularla murada erilemeyeceğini anlatan ve isteklere kavuşmak için takip edilmesi lazım gelen hak ve hakikat yolunu gösteren Peygamber ve Kur'ân gelmişken yine kendi arzu ve zanlarına uyuyorlar da putlardan şefaat umuyorlar.
24- Yoksa her arzu ettiği şey insanın kendisinin midir? Yani her temenni ettiği ve gönlünce arzu edip kurduğu her hayali, her ideali gerçekleşir mi? Putlar şefaat ederler diye temenni etmekle, nefislerin arzuları yerine geliverir mi? Yahut Peygamber olmayı isteyen Peygamber olabilir mi? Hayır olmaz, insanın her arzusu yerine gelmez. Zira her şey Allah'ın iradesine bağlıdır.
25- Zira son da, ilk de (ahiret de, dünya da) Allah'ındır. İlk varlık âlemine geliş insanın kendi elinde olmayıp sırf Allah'ın hüküm ve iradesine bağlı olduğu gibi, sonu yani ahireti de, yine O'nun hüküm ve kanunları çerçevesinde cereyan eder. Şu halde insanın ahiretini kurtarması ve sonunda muradına erebilmesi için yalnız kendi arzu ve hisleriyle değil, Allah'ın hüküm ve iradesine göre indirmiş olduğu delil ve hükümlere uygun hareket etmesi gerekir. Demek ki sırf nefsin arzu ve temennilerinden ibaret ümit ve hayal peşinde gitme, yani sade idealizm, yeterli değildir. (Reel) gerçek bir esasa dayanarak yürümek gerekir. Çünkü eninde sonunda mülk ve hüküm insan nefsinin değil, Allah'ın dır.
Meâl-i Şerifi
26. Göklerde nice melek var ki Allah'ın dileyip razı olduğuna izin vermeden önce onların şefaatları hiç bir işe yaramaz.
27. Ahirete iman etmeyenler meleklere dişilerin adlarını takıp duruyorlar
28. Onların bu hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise, şüphesiz hakikat bakımından birşey ifade etmez.
29. Onun için bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir.
30. İşte onların ilimden erişebilecekleri (son sınır) budur. Şüphesiz, Rabbin, yolundan sapanı da iyi bilir; O, hidayette olanı da iyi bilir.
31. Göklerde ve yerde bulunanlar hep Allah'ındır. Akıbet (sonuçta) kötülük yapanları yaptıkları ile cezalandıracak, güzel davrananları da daha güzeliyle mükafatlandıracaktır.
32. Onlar ki günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden kaçınırlar, yalnız bazı küçük kusurlar hariç. Şüphesiz Rabbinin affı geniştir. O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz annelerinizin karınlarında bulunduğunuz sırada, sizi en iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir.
26- "Göklerde nice melekler vardır!" Müşrikler, putları melek ve melekleri de Allah'ın kızları olarak kabul ederek onların resimlerini yapıp takmakla meleklerin kuvvetlerine yaklaşmanın mümkün olacağı ve bu vesile ile şefaatlerine ulaşılabileceği kanaatinde bulunduklarından dolayı özellikle bu ilk âyette onların zanlarının çürüklüğü gösterilmek üzere evvel ve son (dünya ve ahiret)un Allah'ın olduğu ifade ediliyor. Yani göklerde ne kadar çok melek vardır da şefaatleri hiç bir şeye yaramaz. İzinsiz şefaat etmek hadleri değildir, ama şefaat ettikleri farzedilse bile bu, yine fayda vermez. Ancak Allah izin verdikten sonra faydalı. O da, herkes için değildir, kime diler ve razı olursa onun için. Bu mânâ, hem şefaat edecekler hem de kendilerine şefaat edilecekler için düşünülebilir. Demek ki eninde sonunda rızası aranacak olan mabud (kendisine ibadet edilen) melekler değil, Allah'tır. Meleklerin şefaatı böyle olunca putlardan ne şefaat beklenir
27- Evet, muhakkak ki ahirete imanı olmayanlar günahın ve Allah'a karşı yalan ve iftiranın ahiretteki ceza ve sorumluluğundan hakiki bir iman ile korkmadıkları için meleklere dişilerin adlarını verip duruyorlar, Allah'ın kızları diyorlar. Onun için nefislerinin arzularına uyacak tarzda kız suretinde putlar yapıyorlar.
28- Bununla birlikte ona dair bilgileri yoktur. Yani meleklerin ne olduklarını ve kendilerinin ne dediklerini bildiklerinden değil, sırf zanlarına tâbi oluyorlar. Burada zan, kuruntu mânâsınadır. Yani melekler dişi olarak düşünülür ve tasvir edilirse daha çekici olacağını zannediyorlar. Halbuki zan, hakikat bakımından hiçbir şey ifade etmez. Yani hiçbir şekilde hakkın yerini tutmaz. Çünkü zan, nefsî (sübjektif ferde göre değişen nitelikte) bir olaydır. Hak ise değişmeyen (objektif) bir hakikattır. Onun için kesin inancı gerektiren itikadî meselelerde zan kâfi değildir.
29- Bu yüzden sen aldırma, yüz çevir. Öyle kimselerden ki bizim zikrimizden, yani hakkı hatırlatarak nasihat eden (şânı yüce olan Kur'ân)'den yüz çevirmiş, dinlemiyor, aldırmıyor. Dünya hayatından başka bir şey istemiyorlar. Nadr b. Hâris ve Velîd b. Muğîre gibi
30- O, onların ilimden erişebildikleri, varabildikleri son sınırdır. Yani bildikleri o kadardır. Bütün ilimlerinin nihayet muradı, (son hedefi) dünya hayatının zevkidir. "Dünya hayatından sadece (görünen) dış yüzü bilirler; ahiretten ise onlar tamamen gafildirler." (Rûm, 30/7) âyeti de onların hallerini tasvir etmektedir. Herhalde yakından sapanı, sapıklıkta ısrar edeni en fazla bilen Rabbindir. Hidayeti kabul edip doğru yolu tutanı en ziyade bilen de odur. Bu cümle yüz çevirme emrinin sebebidir. "En fazla bilen" Sözünün tekrarı da, her iki malum (bilinen) arasındaki zıtlığı ifade etmektedr. İlimden maksad da, ceza ve mükafatını tertip ve tatbik edecek tarzda bilmektir.
31-Sonra da Allah'ın kudreti gösterilmek üzere şöyle buyuruluyor. Göklerdeki ve yerdeki Allah'ındır. Yaratma yönüyle de O'nun, tasarruf ve idare yönüyle de O'nundur. Bu ın müteallâkı (bağlandığı yer) hakkında birkaç ihtimalin olduğu söylenmiştir. nin delâlet ettiği şey olan yaratma veya milke veya ye ya da yüz çevirme emrine bağlanabilir. Kâdî Beydâvî der ki: "Makablinin medlûlüne illettir (kendisinden önceki mânânın delalet ettiği şeyin sebebidir)." Yani âlemi şunun için yarattı ve tanzim etti yahut yolunu şaşıranı ve hidayeti bulanı şunun için ayırıp hallerini korudu ki.." Buna göre birincisi, takdir edilen fiiline, ikincisi ye bağlı demektir. Ebu Hayyân'a göre de söz konusu "lâm" mülk mânâsının delalet ettiği şeye bağlıdır. Yani "Allah, karşılık vermek için ya sapıklıkta bırakır, ya da hidayete sevkeder." şeklinde takdir edilen cümleye bağlıdır. Ayrıca yukarıda geçen "Allah, karşılık vermek için sapıtanı ve hidayette olanı bilir." cümlesine bağlı olduğu da söylenmiştir.
Râzî, emrine bağlanma ihtimali varsa da en doğrusu ye bağlı olmasıdır, demiştir. Ebu's-Suud da bu görüşü tercih etmiştir. Ayrıca bu gibi ların ilâhî fiillerde hikmet ve akıbet için olduğunu da beyan etmişlerdir. Buna göre mânâ şöyledir: Bu göklerin ve yerin mülkiyet ve saltanatının veya sapıklık ile hidayetin yahut hak ile batılın bilinmesi, ya da dünya hayatından bir şey istemeyip Allah'ın zikrinden yüz çevirmiş kimselerden uzaklaştırılması şu hikmet ve akıbet (sonuç) içindir ki Allah, kötü iş yapanları yaptıkları ile cezalandıracak, kötü işlerine karşılık, benzer kötü cezalar verecek. Güzel iş yapanları da daha güzeliyle karşılayacak, hüsnâ, yani en güzel mükafat olan cennet ile yahut amellerinin daha güzeli olan kat kat sevapla karşılık verecektir. İhsan sıfatının gerçekleşmesi için büyük günahlardan kaçınmanın şart olduğu da, şu vasıfla ifade ediliyor.
32- O iyilikte bulunanlar ki, büyük günahlardan -yukarıda da geçtiği gibi büyük günahlardan maksat, cezası büyük olan yahut hakkında hususi tehdit bulunan günahlardır ve fevâhişten yani büyük günahlar içinde bilhassa çirkinliği açık olan fuhşiyyattan kaçınırlar. Lemem hariç, yani az ve küçük olan kusurlar müstesna Çünkü büyük günahlardan kaçınılınca mesela, bir bakış, bir göz işareti, bir öpücük gibi, küçük günahlar affedilir. Şüphesiz ki Rabbinin mağfireti geniştir. Büyük günahlardan kaçınılınca küçükleri affettiği gibi tevbe edilince büyükleri de affeder, dilerse tevbesiz de affedebilir. Ancak tevbe edilmekdikçe şirki mağfiret etmez. Hem O, sizi en iyi bilendir. Yani sizin her hâlinizi bilir, hükmünü de ona göre verir. Sizi topraktan yarattığı zaman yerde ilk insan cinsinin, hücrelerinin yaratılışı esnasında, ya da insan gıdasının topraktan yaratıldığı sırada ve siz analarınızın karınlarında cenin olarak bulunduğunuz vakitte, yani sizin kendinizi bilmediğiniz zamanlarda bile nasıl olduğunuzu ve ne halde bulunduğunuzu ve gelecekte neler kazanacağınızı, kısacası bütün eksiğinizle varlığınızı hep O bilir. O halde nefislerinizi temize çıkarmayın. Yani kendinizi hiç günahsız, kusursuz ve tertemiz kabul ederek öğünmeyin. Farkında olmadan birçok kusurunuz olabilir. Tamamıyla korunup müttaki olanı en fazla O bilir Çünkü her halinize vakıf olan O'dur. İyilerle kötüler ahirette Allah'ın huzurunda seçileceklerdir.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|