Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Kamer Suresi Açıklamalı Tefsiri
Tekil Mesaj gösterimi
  #3  
Alt 03.07.18, 00:48
Havasokulu Havasokulu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,902
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

16. *} Ki nasılmış azabım ve uyarılarım? Bu istifhâm (soru) korkutma, hayret ve dehşet içindir.

17. Şüphesiz Kur'ân'ı da kolaylaştırdık, yahut kolaylıkla ihsan ettik. Düşünülmek için fakat hani düşünen? Buradaki âyeti, bu sûrenin tekrar eden âyetidir ki, her kıssanın sonunda "Andolsun, onlara kötülükten önleyecek nice önemli haberler gelmiştir." (Kamer, 54/4) âyetini hatırlatmak için tekrar edilmiş ve bu suretle her birinin müstakil olarak söz dinleyip, düşünüp ibret alması gerektiğini anlatmıştır.

18. Âd yalanladı, burada anlatılacak kıssanın müstakil bir kıssa olduğunu göstermek için atıf yapılmamıştır. Yalanladı da, azabım ve uyarılarım nasıl oldu? Bu istifhâm önceki gibi korkutmak için değil, söylenecek söze dikkatleri çekmek içindir.

19. Çünkü biz onların üzerine bir sarsar rüzgarı gönderdik. Sarsar, soğuk veya gürültülü bir fırtına demektir. Uğursuzluğu devamlı bir günde ki uğursuzluğu, onların helak olmaları ile son bulmadı da, kıyamete kadar kabirde azab gördüler. Bazı astrologların (yıldız âlimlerinin) zannettiği gibi o uğursuzluk, günün kendisi ile ilgili değildir. Yani o gün, herkes ve her şey için uğursuz olmayıp, sadece onlar hakkında uğursuz olmuştur.

20. O insanları yoluyordu, yani çekip koparıp alıyordu. Sanki onlar, dibinden kopmuş hurma kütükleri gibidirler Âd, iri bedenli bir kavim olduğu için başları koparılıp yere serildikçe bu teşbihe konu oluyorlardı.

21. O halde azabım ve uyarılarım nasılmış? Bu istifham da korkutma ve hayret içindir.

22. Şüphesiz Kur'ân'ı da kolaylaştırdık, düşünmek için fakat hani düşünen.

23. Semûd kavmi de uyarıları yalanladı, burada nüzür, uyarma ve nasihat mânâsına nezîr'in çoğulu olabileceği gibi münzir, yani peygamberler mânâsına da gelebilir. Fahr-i Râzî konuyla ilgili şöyle bir mütalaada bulunup demiştir ki; "Allah Teâlâ, bu sûrede beş kıssa zikretmiş ve orta derecede bir kıssayı en mükemmel şekilde ifade etmiştir. Çünkü Sâlih (a.s)'in durumu, Hz. Muhammed (s.a.v)'in durumuna daha çok benzemektedir. Ayrıca onun getirdiği mucize diğer peygamberlerin getirdiği mucizelerden daha hayret vericidir. Gerci İsa (a.s) ölüyü diriltmiştir. Lakin ölü, canlılığın mekanı idi. Demek ki o, Allah'ın izniyle hayatı, mümkün olan bir yerde isbat etmişti. Musa (a.s)'ın da asâsı ejderha oldu demek ki Allah Teâlâ, bir odunda hayat ispat etmiştir. Lakin odun, nebattır. Nebatta da hayvandakine benzer bir büyüme kuvveti vardır. Bu, diğerinden daha enteresandır. Sâlih (a.s)'ın elinde görülen mucize ise taştan deve çıkmasıdır. Halbuki taş cemâddır. Hayata da nemâya (büyümeye) da onda imkan yoktur. Demek ki bu daha çok hayret vericidir. Hz. Peygamber (s.a.v) ise hepsinden daha üstününü getirdi ki, o da göksel bir cisimde yaptığı tasarruftur. Müşrikler diyorlardı ki: "Göğe kimse ulaşamaz. Onun yarılması ve kapanmasına imkan yoktur. Arz, maddeleri bitişik cisimler olup, her biri diğerinin suretini kabul edebilirse de gök onu kabul etmez". Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v)'in getirdiği mucize Sâlih (a.s)'in enteresan olan mucizesinden daha enteresan daha beliğ ve devamlıdır."

24. Yalanladılar da dediler ki: bizden bir beşere, bir kişiye mi tâbi olacağız? Önce demekle bir beşere uymayı kabul etmek istemediler, melek ister gibi göründüler, sonra bizden demekle kendilerinden ve kendi içlerinden olan bir beşere tâbi olmak istemediklerini anlatmış oldular. Bunun tersi, kendilerinden olmayıp da dışardan bir insan olsa ona uyabileceklerini gösterir ki bu hal genellikle, istiklâle layık olmayan kavimlerin ruh hallerini gözler önüne sermektedir. Yani onlar kendi aralarında kıskançlıkla geçimsizlik yaparlar da, bir yabancının başlarına geçmesini memnuniyetle karşılayarak esârete doğru giderler. Daha sonra da diyerek kendi içlerinden bir ferde uymayı kabul etmezler. Ancak bu bir ferd değil de cemiyet olmuş olsa o zaman tâbi olabileceklerini ifade etmiş bulunurlar. Onun için olmalı ki içlerinde "O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar..." (Neml, 27/48) âyetinin mânâsı vâki olmuştu. Halbuki gerçekte bir cemiyetin teşekkül edebilmesi de bir kişinin başkanlığı altında birlik kanununa tâbidir. Ancak onlar kendilerinden bir beşere uymayı istemiyorlar da diyorlar ki, her halde biz o zaman muhakkak bir şaşkınlık ve çılgınlık içinde kalmış oluruz. Yahut o surette yolumuzu kaybetmiş ve ateşler içine düşmüş bulunuruz. Sâlih (a.s) onlara Allah'ın emrini dinlemedikleri takdirde sapıklık içinde kalıp ateşlerde yanacaklarını söylediği için, onlar da böyle reddediyorlardı. Yani asıl sana uyarsak şaşkınlık etmiş ve ateşlere düşmüş oluruz diyorlardı.

25. O zikir, yani vahiy aramızdan ona mı bırakılıyor? Biz de onun gibi bir ferd bir beşer değil miyiz? Yahut içimizde ondan daha layıkı yok mu? Hayır o bir mağrur, şımarık, şımarıklılıkla üstümüze çıkmak isteyen bir yalancıdır. İşte bu derece yalan isnad etmek suretiyle onu yalanladılar.

26. Yarın, yani azabı görecekleri gün bileceklerdir ki kimmiş o kezzâb-ı eşir, yani hakka inanmayan şımarık yalancı.

27. Çünkü biz onlara imtihan için nâkayı salacağız. Nâka, dişi deve demektir. Şuarâ Sûresi'nde geçtiği gibi, "Sen de, ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir mucize getir". (Şuarâ, 26/154) diye Sâlih (a.s)'den âyet, yani peygamberliğine delil olabilecek mucize istemeleri üzerine, birkaç sûrede geçtiği şekilde işte size bir dişi deve, bir âyet olmak üzere Allah'ın devesi "İşte o da, size bir mucize olarak Allah'ın şu devesidir. Onu bırakın. Allah'ın yer yüzünde yesin (içsin) sakın ona herhangi bir kötülükle dokunmayın; sonra sizi acıklı bir azap yakalar." (A'râf, 7/73) denilmişti. Bu dişi devenin nereden ve nasıl çıktığı Kur'ân'da açıkca izah edilmiş değildir. Ancak "Allah'ın devesi." şeklinde ifade edilmiştir. Lakin haberlerde bir den, yani yalçın kayadan ibaret bir tepeden çıkarılmış olduğu bilinmektedir. Burada söz konusu devenin çıkarılması değil de irsâlinin, yani Allah'ın arzında otlasın diye salınmasının bir imtihan için olduğu beyan buyurulmuştur. Bunu çokları imtihan mânâsına tefsir etmişlerse de, meşhur mânâsına alınmasını caiz görenler de olmuştur. Râzî der ki: "Âyette geçen "fitne", mef'ûlünleh (tümleç)tir." Buna göre irsâl (salıvermek)den maksat, fitne (imtihan) demektir. Lakin asıl maksat, peygamberi tasdik etmektir. Çünkü bu, gerçek mânâda Sâlih (a.s)'in mucizesidir. Şu halde bunun tefsirindeki hakikat nedir? Deriz ki bu konuda iki farklı nokta vardır. Birincisi: Mucize bir fitnedir. Çünkü onunla, sevab kazanacak kimsenin hali, azap görecek kimsenin halinden ayrılır. Zira, Allah Teâlâ mucize ile sırf peygamberin doğruluğunu anlatmış olması hasebiyle küfredenlere azap eder. Bu yönüyle mucize, peygamberi tasdik etmekten ibaret sayılacağı için bir imtihan demektir. Çünkü tasdikten sonra tasdik edenle yalanlayan seçilecektir. Diğeri, bundan daha hassas bir durumdur. Şöyle ki: devenin kayadan çıkarılması bir mucize, salınması, aralarında dolaşması ve suyun taksim edilmesi de bir imtihandır. Onun için "Şüphesiz ki biz bir imtihan için deveyi çaracağız." değil de "Biz bir imtihan için deveyi salacağız." buyurulmuştur. Burada ayrıca gizli bir işaret de vardır ki o da şudur: Allah Teâlâ, dilediğine hidayet verir ve hidayetin yolları vardır. Bunlardan bir kısmı, insanın kendi gayreti ile gireceği şekilde olur. Mesela, Allah delil olacak bir şey yaratır ve onda insanın bakış ve düşüncesi o şekilde meydana gelir ki, gerçek o insanın fikrinde ortaya çıkar ve insan ona uyar. Bazan da o insanı başlangıçta delile mecbur eder de küçüklüğünden itibaren hatadan korur. İşte peygamberlerin elleriyle mucize göstertmek, çalışmakla doğru yolu bulmayı kendi dilediğine vermesi kabilindendir. Peygamberlerin kendilerine olan hidayet ise, çalışmak değil, belki onlarda çalışmaksızın bir takım ilimler yaratmak suretiyledir. Bu yüzden denilebilir ki: Onlara işarettir ve onun için "Onlar için." buyurulmuştur ki mânâsı, onlar için bir imtihan olabilecek şekilde demektir. Bu sebeble onları gözet, bak o yüzden nasıl bir meşakkat ve azaba düşeceklerdir. Ve sabırlı ol, sana eziyet ederlerse azabı acele etme

28. ve onlara haber ver ki, su aralarında taksim edilmiştir, yani deve ile onlar arasında "Su içme hakkı (bir gün) onundur, belli bir günün içme hakkı da sizin." (Şuarâ, 26/155) âyetinin işaretiyle nöbetleşe taksim edilmiştir. Birgün deve içer bir gün de onlar su alır ve hayvanlarını sularlar. Yahut devenin su içtiği günün dışında, onlar arasında taksim edilmiştir. Her içim, huzur iledir. Fıkıhda şirb (sulama hakkı), şefeden (kendisinin ve hayvanının içme hakkından) daha umûmidir. Yani hem içmek, hem kullanmak ve sulamak gibi hususları içine almaktadır. Her şirb, gerek devenin ve gerek halkın içimi, yahut gerek su ve gerek süt içimi demektir. Deniliyor ki, halk kendi nöbetlerinde su alıyorlar, devenin nöbetinde ise onun sütünü sağıp içiyorlardı. Demek ki bu devenin bir taraftan külfet bir taraftan nimet olan enteresan özellikleri vardı. Bir kere su nöbeti, bütün halkın su nöbetine eşit bir günü işgal ediyor, böylece onları tazyik eden bir deneme oluyordu. Buna mukabil onlara çok süt veriyor ve bu yönüyle de hallerine genişlik veren bir nimet oluyordu. Bu iki halin ikisinde de bir değil, bir çok devenin yerini tutan büyük bir yaratık oluyordu. Söz konusu deveye "Nâkatullah" Allah'ın devesi denilmesine, Allah'ın arzına bırakılıp yayılmasına bakarak, Allah'ın mülkü hükmüne tâbi olan vakıf veya beytü'l-mal (maliye hazinesi) malları gibi idare edilmiş bir cins sağmal mala benziyordu. Nitekim bir de yavrusunun olduğu nakledilmektedir. Allah için hakkı gözetilerek bakıldığı takdirde kendileri için pek büyük bir nimet olacak olan bu Allah devesi, gerektirdiği sıkıntı, zahmet ve taksim nizamı gibi maslahat ahkâmı (iş hükümleri) ile haklarında bir nevi baskı ifade eden bir imtihan ve deneme olduğu için bu sınırlama ve sorumluluğa dayanamadılar

29. derken arkadaşlarına bağrıştılar, şehirlerindeki "dokuz çetenin" başı olan ve Semûd'un kızılı (Uhaymir-i Semûd) denilen Kudar b. Sâlif'e feryad ettiler. O da aldı alacağını. Kalktı, silahını, arkadaşını veya cinayeti karşılığında alacağını aldı da deveyi öldürdü.

Akr, bir hayvanı ayağından biçerek devirip yıkmaktır. Bu suretle "akare" deveyi vurdu, öldürdü mânâsını ifade etmektedir. Deniliyor ki, Sâlih (a.s) "Bari yavrusuna yetişin." dedi. O, dağa kaçmıştı. Koştular, ancak o böğürerek anasının geldiği kayaya girdi, yetişemediler.

30. Fakat arkasından azabım ve uyarılarım nasıl oldu? Nasıl acı bir şekilde gerçekleşti. Salih (a.s) "Yurdunuzda üç gün daha yaşayın. İşte O söz, yalanlanamayan bir tehdit idi' diye tebliğ etti." (Hûd, 11/65) Rivâyet edildiğine göre Sâlih (a.s) onlara: "Yarın yüzleriniz sararacak, yarından sonra kızaracak, üçüncü gün kararacak sonra da sabahleyin başınıza azab gelecek" dedi. Derken bu alâmetleri görmeğe başladıklarında Sâlih (a.s.)'i de tutup öldürmek istediler. O da Allah'ın emri ile beraberindeki müminlerle Filistin'e gidip kurtuldular. Dördüncü gün ki bir pazar günü idi, o bölgeye azab geldiğinde, gözleri baka baka, titreye titreye bir anda helak oldular. Nitekim onların bu durumlarını "Bu yüzden kendilerini göre göre yıldırım çarpmıştı." (Zâriyât, 51/44) âyeti açık bir şekilde ifade etmiştir.

31. Zira biz onların üzerlerine şiddetli bir ses salıverdik. Yani evlerinin önünde titreşerek bakışıp dururlarken yıldırım çatlar gibi gökten şiddetli bir gürültü koptu, yerden de bir deprem. Ağılcının topladığı çalı çırpı kırıntıları gibi kırılıp dökülüverdiler. Çoban ağılının etrafına hususi bir mekân olmak üzere çekilen çalı çırpının döğülüp çiğnenerek çürümüş olan kırıntıları gibi, yahut çobanın ağılında yaktığı çalı çırpının yanık kırıntıları gibi kırılakaldılar. Bu teşbihin içeriğinde de düşünülecek mânâlar vardır.

32-33. Kur'ân'ı da kolaylaştırdık, düşünmek için fakat hani düşünen? Düşünüp de bu mânâlardan ibret alacak ve ona göre hareket edecek olan?

34. Zira biz onların üzerlerine şiddetli bir ses salıverdik. Yani evlerinin önünde titreşerek bakışıp dururlarken yıldırım çatlar gibi gökten şiddetli bir gürültü koptu, yerden de bir deprem. Ağılcının topladığı çalı çırpı kırıntıları gibi kırılıp dökülüverdiler. Çoban ağılının etrafına hususi bir mekân olmak üzere çekilen çalı çırpının döğülüp çiğnenerek çürümüş olan kırıntıları gibi, yahut çobanın ağılında yaktığı çalı çırpının yanık kırıntıları gibi kırılakaldılar. Bu teşbihin içeriğinde de düşünülecek mânâlar vardır. Kur'ân'ı da kolaylaştırdık, düşünmek için fakat hani düşünen? Düşünüp de bu mânâlardan ibret alacak ve ona göre hareket edecek olan? Lût kavmi de uyarıları (ve uyarıcıları) yalanladı. Bu kıssanın da çeşitli yerlerde zikri geçti, fakat sırf tekrar suretiyle değil, geçtiği her yerde hususi bir noktasına işaret edildi. Onun için biz üzerlerine salıverdik. Çakıl, taş yağdıran melek yahut rüzgar, üzerlerine cehennem vadisinden istif edilmiş taşlar yağdırıyordu. Ancak Lût'un iman eden mensupları müstesnâ ki karısı hariç olmak üzere ailesinden bir kaç kişi idi. Onları bir seher vakti, yani sabaha yakın kurtardık. Selamete çıkardık.

35. İşte biz, iman ve itaatla nimetimize şükreden kimseleri böyle karşılarız, böyle mükafatlandırırız.

36. Halbuki Celâlim hakkı için Lût, ötekileri yani kavmini uyarmış ve kendilerini yakalayışımızın dehşetini de onlara haber vermişti. Fakat onlar o uyarıları şüphe ve mücadele ile karşıladılar.

37-38. Yemin ederim ki o gelen misafirlerden dolayı istekte bulundular. Misafirlerden murad almak, ahlaksızca harekette bulunmak için gidip geldiler. Misafirlere baskı yapmak istediler ki bunlar, Hz. İbrahim'e gelen elçilerdi. Onun için biz de gözlerini siliverdik. Yani yüzlerinde izleri bile kalmayacak şekilde gözlerini kör ettik, evlerine girdiklerinde hiç bir şey göremez oldular, nereden çıkacaklarını dahi bilemediler de Hz. Lût onları tutup çıkarttı. "Bu suretle haydi azabımı ve uyarılarımı tadın!" dedik.

39. "Bu suretle haydi azabımı ve uyarılarımı tadın!" dedik. Şüphesiz sabahleyin erkenden de onları bastırdı. Müstakirr, yani üzerlerinde karar kılmış, bertaraf edilmez, yahut onları karargahları (kalınacak yer) olan cehenneme götürene kadar devam eden bir azab. Haydi şimdi azabımı ve uyarılarımı tadın bakalım. Yani kendilerine böyle diyerek bastırdı, yahut bu ifade onların hak ettikleri şeyi beyan için temsili bir hitaptır. Bunlar zevklerine düşkün oldukları için cezalarında da denilerek kendileriyle alay edilmiştir.

40. Bunlar gibi uyarıları yalanlayan çağdaş kâfirler hakkında da buyuruluyor ki. "Şüphesiz Kur'ân'ı da kolaylaştırdık düşünmek için, fakat hani düşünen?"

Beşinci kıssa:

Meâl-i Şerifi

41. Şüphesiz Firavun ailesine de uyarıcı peygamberler geldi.

42. Lakin onlar bütün âyetlerimizi yalanladılar. Biz de onları çok kuvvetli ve kudretli bir yakalayışla yakaladık.

41-42. Bu kıssalardan hisseye gelince;

Meâl-i Şerifi

43. Şimdi sizin kâfirleriniz, onlardan hayırlı mı? Yoksa kitaplarda sizin için bir beraet mi var?

44. Yoksa "Biz birbirimize yardım eden bir topluluğuz." mu diyorlar?

45. Her halde o topluluk bozulacak ve geriye dönüp kaçacaklardır.

46. Bilakis kıyamet onlara vaad edilen asıl saattir. Saat cidden çok feci ve acıdır.

47. Muhakkak ki suçlular sapıklık ve çılgınlık içindedirler.

48. O gün yüzleri üstü ateşte sürüklenecekler, "Cehennemin dokunuşunu tadın!" (denilecek).

49. Haberiniz olsun ki, biz her şeyi bir kadere göre yarattık.

50. Buyruğumuz yalnız bir tekdir, göz açıp yumma gibidir.

51. Andolsun biz, sizin benzerlerinizi hep helak ettik. Öğüt alan yok mudur?

52. İşledikleri her şey, kitaplarda mevcuttur.

53. Küçük, büyük hepsi satır satır yazılmıştır.

54. Takva sahipleri cennetlerde, nur içindedirler.

55. Güçlü padişahın huzurunda doğruluk koltuklarındadırlar.

43. Sizin kâfirleriniz, hitap, Mekke ehline, dolayısıyla Araplar'a ve son asır insanlarınadır. Yani ey bu zaman insanları! Sizin kâfirleriniz Onlardan hayırlı mıdır? Yani Nûh (a.s.)'un kavminden Firavun'a kadar helakleri zikredilen kâfirlerden daha mı kuvvetli, yahut Allah'ın azabından kurtulmaya daha mı layıktırlar? Yoksa sizin için kitaplarda bir berâet mi vardır? Yani ahirzamanda yaşayan insanlar, ne kadar küfr ve isyan ederlerse etsinler Allah'ın yanında ceza ve sorumlulukları yoktur diye aklanmanıza dair semâvî kitaplarda bir açıklama mı vardır?

44. Yoksa biz yardımlaşan düzenli bir topluluğuz, öcümüzü alır kendimizi kurtarırız mı diyorlar? Bu, son asrın insanlarında cemiyet ve medeniyet vasıtalarının çoğalacağına ve onunla iftihar edileceğine delalet eder.

45. Lakin o topluluk muhakkak bozulacak ve arkalarını döneceklerdir. İbnü Ebî Hâtim, Taberânî (Evsat'da) ve İbnü Merdûye, Ebû Huseyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: âyetini Allah Teâlâ, peygamberine Bedir gününden önce Mekke'de iken indirdi ve Ömer b. Hattâb (r.a.) şöyle dedi: "Ya Resulullah hangi cemiyet bozulacak?" dedim, vakta ki Bedir günü oldu ve Kureyş topluluğu bozuldu. Resulullah'a baktım arkalarından kılıcı çekmiş âyetini okuyordu. Bu suretle söz konusu âyetin Bedir günü için bir mucize olduğu anlaşıldı."

46. Daha doğrusu kıyamet saati onlara vaad edilen asıl saattır. Yani o bozgun, onların tam cezaları değil, bir başlangıçtır. Asıl miadları yani kendilerine azabın vaad edildiği zaman kıyamet saatidir. O saat ise daha büyük bir dâhiyedir. Dâhiye, kurtulma çaresi olmayan bela ve musîbet demektir. Ve daha acı, daha beterdir.

47. Şüphe yok ki, suçlular -gerek öncekiler gerek sonrakiler- sapıklık içinde, yanlış yolda helake giden şaşkınlık ve çılgın ateşler içindedir, yahut çılgınlıklar, delilikler içindedirler.

48. O yüzleri üstü cehennem ateşi içinde sürüklenecekleri gün, onlara denecektir ki tadın bakalım sekarın dokunuşunu, bir ismi de sekar olan cehennemin dokunuşu, okşayışı neymiş, nasılmış? Sekar, gibi güneş çalması denilen bir nevi yakmadır ki, rengi değiştiriverir.

Sekar, bu mânâdan alınarak cehenneme isim yapılmıştır ki, alemiyyet ve müenneslikten dolayı gayr-i munsarıftır. Kelimenin yabancı olduğunu söyleyenler de vardır Müddessir Sûresi'nde bu kelime, "Sen biliyor musun, Sekar nedir? Hem bırakmaz, hem vazgeçmez, insanın derisini kavurur, üzerinde ondokuz melek vardır." (Müddessir, 74/27,28,29,30) diye tarif edilmiştir.

49 Çünkü biz, herşeyi bir kader ile yaratmışızdır. Herşeyin, meydana gelmeden önce ezelde, Allah'ın ilminde takdir edilen bir kaderi, yani ilmî bir değeri vardır ki, kazasının cereyanı, fiilen yaratılışı, o kadere göre vâki olur. Onu başkası istediği gibi yönlendiremez ve mecbur tutamaz. Onun için suçlu, kendi keyf ve iradesine göre suçun mahiyet ve kaderini değiştiremez. Kaderde sonucu bedbahtlık, sorumluluk ve mahkûmiyyet ile cehenneme götürmek olan suç ve günahı, sevab ve mutluluk vesilesi yapılamaz. Onun için suçlular suçlu olduklarından dolayı sapıklık ve azab içindedirler.

50. Kader, kulun cüz'î iradesine zıt da değildir. Çünkü ihtiyârî fiilerin meydana gelmesi için cüz'i irade dahi kaderin içinde yer almaktadır. O yaratma ve fiilin nasıl olduğuna yani kaderin kaza ile cereyan etmesine gelince bizim emrimiz de, yani işimiz yahut herhangi bir şeyi yaratmak için verdiğimiz emir de başka değil ancak birdir. Bir kelimeden veya bir bakıştan ibarettir. Gözle bir bakış gibi, gözle seri bir bakış ânı, yani bir şuur ânı gibi ki, "Onun işi, bir şey yaratmak istediği vakit sadece "ol" demektir ve o şey derhal oluverir." (Yâsin, 36/82) buyrulduğu üzere bir "kün" emrinden ibarettir. Hakikatte tam sebeb, bu "kün" emridir. Sebeb, meydana gelince, yani "kün" emri vuku bulunca, sebebin sonucu da hemen oluverir ki bu da yaratmadır. Onun için o cemiyetler nasıl bozulacak, o saat nasıl olacak, suçlular o takdire nasıl sürüklenecek diye tereddüde mahal de yoktur. "Ol" deyince hepsi olur.

51. Hem benzerlerinizi hep helak etmişizdir, düşünseniz siz de gitmek üzere bulunduğunuzu anlarsınız. Fakat hani düşünen? Denilebilir ki, dünyadan kötüler de gidiyor, iyiler de, fâniliği ve helaki düşünmekten ne çıkar?

52. Bu gibi mukadder soruları çözmek üzere buyuruluyor ki, bununla beraber işledikleri her şey, kitaplarda yazılıdır. Yani kendileri helak olup gitmekle beraber iyi ve kötü bütün fiileri kitaplarına, amel defterlerine yazılıdır.

53. Küçük büyük hepsi satra geçmiştir, yazılmıştır. Demek ki insanın helak olduktan sonra da bir istikbâli vardır. Ve istikbâlin hakikatı, dünyada yaptığı işlerin bir özetidir. Hak Teâlâ'nın yanında mizana (ölçüye) konacak olan ancak odur. Ona göre haşrolunacaktır (diriltilip toplanacaktır). Helak olduktan sonra gerçeğin böyle olacağını düşünen bir kimse ise elbette defterini küfür ve suç ile kirletmez.

54. Zira şüphesiz müttakiler, küfür ve isyandan korunanlar cennetlerde ve nur cereyanı içindedir. Burada neher'in "nehr" gibi ırmak mânâsına ifade ettiği ilk olarak akla gelirse de, nehar maddesinden nur ve aydınlık mânâsına olması daha güzeldir.

55. Sıdk mak'adında, yani sıdk meclisi, doğruluk sandalyesi, ya da doğru kimselere mahsus olan, yalan söylenmesi ve ortadan yok olması ihtimali olmayan sabit bir makam ve mevkide gayet iktidarlı, yani kudretinin sonu olmayan bir kralın: Pek büyük mülk sahibi bir şahlar şâhının yüce huzurunda ki o, Allah Teâlâ'dır. "Melik" ve "Muktedir" isimlerinde bulunan tenvin, azamet (büyüklük) içindir. Denilmiştir ki, Allah Teâlâ burada, yüce huzuru yakınlığı üstü kapalı, muktedir kelimesini nekre (belirsiz) olarak zikretmekle, mülk ve kudretinin hakikatini akılların idrak edemiyeceğine ve onun yüce huzuruna yakınlığın, "Gözlerin görmediği ve kulakların işitmediği." kabilinden tarif ve beyana sığmayacak gayet büyük bir saadet ve keramet olduğuna işaret buyurmuştur. Âlûsî der ki: "Bazı eserlerde zikredildiğine göre duanın kabul olmasında bu iki yüce ismin keyfiyeti büyüktür." İbn Ebî Şeybe Saîd b. Müsseyyeb'den şöyle dediğini nakletmiştir: "Mescide girdim, sabah oldu zannediyordum. Meğerse uzun bir geceymiş. Benden başka kimse de yoktu. Uyumuşum, arkamdan bir hareket işittim, korktum. Ey kalbi korku dolan, korkma da: "Allah'ım şüphesiz sen, kudretli bir meliksin ne istersen o olur." de, "sonra da gönlüne ne doğarsa iste" dedi, ondan sonra Allah Teâlâ'dan ne istedimse kabul etti. Bu duanın tamamı şöyledir: "Ey Allah'ım sen kudretli bir meliksin, ne istersen o olur. Şu anda içinde bulunduğum durumda beni başarılı kıl. Dünya ve ahirette bana mutluluk ver. Hayat ve ölüm fitnesinden beni koru ve korktuğumuz şeylerden bizi emin eyle, ey gizli, lütufta bulunan Allah'ım! Allah'ın rahmeti Seyyidimiz Muhammed üzerine, ailesine ve ashabına olsun. Hamd, alemlerin Rabbi Allah'adır."

.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147