Yetâmâ'dan murad, yetim olan fakirlerdir. Yetim, babası olmayan çocuktur. Müslüman ve fakir olması şarttır. Zira yetim tabiri ihtiyaca işaret ettiği gibi "İçinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın." ibaresi de bu şartları göstermektedir. Babası olmamak, babanın vefatıyla olabileceği gibi, nesebin inkârı veya zina yoluyla doğmakla da olabilir. Onun için nesebi ispat edilemeyen de, zina çocuğu da yetim tâbirine dahildir. Lekît'in ise, babası olmadığı tahakkuk edemeyeceğinden mesâkin tâbirine dahil olması gerekir.
Miskin, hiçbir şeye sahip olmayan çaresiz yoksula denir. Yoksulluktan durgun bir hale gelmiş demektir. Bir görüşe göre de, yeterli miktar malı olmayana denir. Kamus'da "Fakr" maddesinde fakir ile miskinin farkına dair bir izah vardır ki, Okyanus'da mütercim şöyle der: "Arablar, fakir ile miskinin arasını ayırırlar." Bazılarına göre fakir, ölmeyecek derecede yiyebileceği kadar gıdası bulunan, miskin ise asla bir şeyi bulunmayan kimse demektir. Bazılarına göre de, fakir muhtac olana, miskin de zelil ve hakir (bayağı) olana denir. İmam Şâfiî (r.a) demiştir ki "Fakir, kötürüm ve yatalak olup, asla bir meslek ve sanatı olmayana, yahut da bir mesleği olup da zaruri ihtiyaçlarını karşılayacak kadar kazanamayanlara denir. Mesâkin de şu kimselerdir ki, sanatları varsa da ailelerinin nafakalarını temin edemeyip başkalarından isterler yahut fakir yeterli miktar geçimi olana, miskin ise asla hiçbir şeyi olmayana denir. Bazılarına göre de miskin, durumu fakirin durumundan daha iyi olandır. Bir görüşe göre de ikisi de aynı mânâdadır züğürt ve yoksul demektir. Ayrıca fakir, omurga kemikleri kırılmış olana da denir. Şârihin beyanına göre asıl fakirlik bu anlamdadır." Hanefilerce meşhur kabul edilen önceki mânâdır. Yani fakir, nisâba mâlik olmayan, miskin ise hiçbir şeyi olmayıp, fakirden daha düşkün olandır.
İbn-i Sebil, yolda kalmış yolcu demektir ki memleketinde mal ve mülkü olsa bile, yolda herhangi bir sebeble ihtiyaçlı duruma düşmüş ise buna da yolcu denir. Bu âcizin kanaatine göre lekit olan çocukları da, bu mânâya dahil etmek gerekir. Bu sınıflara payları, ya doğrudan doğruya kendilerine, yahut velilerine, yahut da mümkün olduğu ölçüde onunla bir gelir kaynağı temin edilerek kazancından verilmeli ve böylece de haklarında en faydalı olanın yapılması hususundaki harcama da, devlet başkanının re'yine bırakılmalıdır.
Ganimetten bunlara, yani zülkurbâ, yetâma, mesâkin ve İbn-i Sebil'e hisse verilmesinin sebeb ve hikmeti ise şöyle beyan buyurulmuştur. Tâ ki o ganimet, yahut mal sizden yalnız zenginler arasında bir devlet olmaya. Dâl'ın ötresiyle dûlet, yahut üstün ile devlet, servet, baht, mevki ve galibiyyet gibi insanlar arasında bazan şuna, bazan buna devreden sevindirici nimet ve duruma denir. Kîsâî ve Basra'nın ileri gelen âlimleri demişlerdir ki: "Üstün ile devlet, ötre ile mülk, yahut ötre ile dûle (devlet), esre ile milk anlamındadır. Veya ötre ile servet, üstün ile zafer, galibiyyet ve mevki mânâsını ifade eder. Müberred gibi bazıları da, "Ötre ile elden ele dolaşan şeyin ismi, üstün ile de elden ele dolaşmak mânâsına mastar" olduğunu söylemişlerdir. Rağıb ve bazı âlimlere göre de ikisi de aynı mânâya gelmektedir. On sahih kırâetin tamamında da "dâl"ın ötresiyle okunmuştur. Ancak âlimlerin çoğu, "dâl"ın ötresiyle beraber "tâ"yı üstün okuyup fiiline haber yapmışlar, Hişâm ile Ebu Câfer ise "dâl"ı ötre, "tâ"yı merfu okuyarak isim yapmışlardır. Öncekinde gösterildiği üzere nâkıs fiil, ikinciye göre ise tam fiil olup "Sizden yalnız zenginler arasında (dolaşan) bir devlet olmaya." meâlinde olur. Öncekinde 'nün altında müstetir (gizli) ismi 'ya bağlı olduğu için, bu cümle doğrudan doğruya mâlî ve iktisâdi bir prensip olup, mâlî ve iktisâdi usulü dolaylı yoldan göstermiş olur. Evvelkine göre âyetin mânâsı şöyledir: Allah'ın, Resulü'ne kent ehlinden verdiği bu ganimet, yalnız içinizdeki zenginler gibi iş başında bulunanlar arasında paylaşılıp da, malın sadece zenginler arasında dolaşan bir servet olmaması ve İslâm Devleti'nin, cahiliyye döneminde olduğu gibi yalnız zenginlere dayanan bir devlet olmayıp, fakirleri de doğrudan ilgilendiren bir devlet olması için onlara da, söz konusu âyette zikredildiği şekilde sınıflarına göre Allah için birer hisse veriniz.
İkinci duruma göre de mânâ şöyle olur: Sizden yalnız zenginler arasında bir devlet olmaması ve malın yalnız zenginler arasında dönen bir servet halinde kalmaması için ganimeti, tek başlarına alan ve iş başında bulunanlar arasında paylaşmayın da, zikredildiği şekilde fakir ve ihtiyaç sahibi sınıflara da Allah için birer hisse veriniz.
Lakin yalnız zenginler arasında bir devlet olmasın derken herkesin canı istediği gibi her işe karışıp da ihtilâle sebebiyet verilmemesi için buyuruluyor ki, bununla beraber Peygamber size her ne verdiyse onu alın yani ganimetten her ne hisse verdiyse onu alın ve her ne emir verdiyse onu tutun. Ve yasakladığından vazgeçin, almayın dediğini almayın, yapmayın dediğini yapmayın. Ve Allah'tan korkun da Allah'ın ve Peygamber'in emirlerine karşı gelmekten ve birbirinizin hakkını yemekten, devlete karşı hâinlik yapmaktan sakının, ganimeti maddî ve manevî, dünyevi ve uhrevi mânâda korunmak için takva ile sarfedip israftan ve Allah'ın azabına düşmekten korunun. Çünkü Allah, azabı şiddetli olandır. Azab edince çok şiddetli azab eder. Nitekim nankör Beni Nadir kâfirlerinin toplatılıp yurtlarından çıkarılmalarında bunun için ibret alınacak bir örnek vardır.
Bu âyetteki emirler gösteriyor ki, ganimetin hepsi Allah Teâlâ tarafından Resulü'ne havale edilmiştir. Zenginlere mahsus bir devlet olmaması için, zikredildiği şekilde fakirlere de hisse verilerek onu taksim etmek dahi âyeti gereğince Peygamber'e bırakılmıştır. Ülu'l-emre (âmirlere) itaat da söz konusu âyetin getirdiği emirlerden olduğu için, buraya dahil olması gerekir.
Zira bu emir, her ne kadar ganimet hakkında nazil olmuş ise de, müfessirlerin beyan ettikleri gibi mânâsı, her emri içine almaktadır. Şu rivayetler de bunu kuvvetlendirmektedirler. Buhârî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî ve daha başkaları nakletmişlerdir: "İbnü Mes'ud (r.a.) demiştir ki: "Allah şu kadınlara lanet etmiştir ki onlar veşm yapanlar ve yaptıranlar. yüzünün tüylerini yolanlar, seyrek dişlerle güzel görünmek için dişlerinin arasını yontan sırıtkanlar ve Allah'ın yarattığını değiştirenlerdir." Bu söz, Benî Esed kabilesinden Kur'ân okuyup mânâsını anlayan Ümmü Yakub adındaki bir kadının kulağına gidince, hemen İbnü Mes'ud hazretlerinin yanına vardı ve "İşittim ki sen şöyle şöyle demişsin." dedi. O da, "Ben Peygamber'in lanet ettiği kimselere niye lanet etmeyeceğim? O Allah'ın kitabında var." diye cevab verdi. Kadın, "Ben Mushaf'ın iki kapağı arasında ne varsa okudum, ama onu görmedim." dedi. İbnü Mes'ud da dedi ki: "Eğer okuduysan Allah Teâlâ'nın "Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının.." buyurduğunu görmedin mi?" Kadın, "evet" dedi. İbnü Mes'ud da, "İşte Hz. Peygamber (s.a.v) onlardan nehyetti." cevabını verdi." İmam Şâfiî'den rivayet edilmektedir ki o, bir gün, "Bana istediğinizi sorun Allah'ın kitabından ve Peygamber'in sünnetinden size cevap vereyim." demişti. Bunun üzerine Abdullah b. Muhammed b. Harun, "İhramlı bir adamın eşek arısını öldürmesi hakkında ne dersin?" diye sordu. İmam Şâfiî de cevabında, "Allah Teâlâ buyurdu ve bize Süfyân b. Uyeyne, Abdulmelik b. Ömer'den, o Rib'ıyy b. Hiraş'tan, o Huzeyfe b. Yaman (r.a.)'dan nakletti ki, Resulullah (s.a.v) "Benden sonrakilere Ebu Bekr'e ve Ömer'e tâbi olun." buyurdu ve Yine Süfyan b. Uyeyene, Mis'ar b. Keddâm'dan o, Kays b. Müslim'den o, Tarık b. Şihab'dan o da Ömer b. Hattâb (r.a.)'dan rivayet etti ki, Hz. Ömer Zünbûr'u öldürmeyi emretti> dedi. Yani Hz.Ömer'in emrine uymayı Peygamber emretti. Peygamber'in emrini yerine getirmeyi de Allah Teâlâ Kitabında emretti. O halde Hz. Ömer'in emrini tutmak, Allah'ın emri gereğidir. Bu delil ile varılan netice, "Âmirin emri, âmirin âmirinin âmirinin emridir." şeklinde zincirleme bir garib mukaddime ile yapılmış eşitlik kıyası değildir. Doğrudan doğruya en büyük olan delilinden neticelerin birbirinden ayrılması suretiyle ortaya çıkan sonuçtur. Allah ve Resulü'nün emirlerine muhalif olmayan ulü'l-emre itaat hükmü de. "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine (idarecilere) de itaat edin. Eğer bu hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah ve Resulü'ne götürün..." (Nisâ, 459) âyeti ile delillendirilmiştir. Bir hadisde de Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Dört şey tasarruf yetkisine sahip olan kimselere aittir. Bunlar: Ganimetler, sadakalar, cezalar ve Cuma namazlarıdır." Bu hadisi, Zemahşerî, "Keşşâf"da Cuma Sûresi'ni tefsiri münasebetiyle nakletmiştir. Hanefi fıkıh kitablarından "Hidâye" ve etrafında şöyle izah edilmiştir. Devlet başkanı bir beldeyi anveten yani zorla fethettiği zaman muhayyerdir. Dilerse onu Resulullah'ın Hayber'de yaptığı gibi müslümanlar arasında taksim eder ve taksim edilen arazi için öşür koyar, çünkü ilk önce müslümanlar vazifelendirilir. Dilerse Hz. Ömer'in Irak topraklarında yaptığı ve sahâbilerin de uygun bulduğu tarzda, halkını hür olarak arazi ve mallarında bırakıp kendilerine cizye, yani şahsî vergi ve arazilerine haraç koyar, ki cizye ve haraç da âyette zikredilen ganimettir. Hanefilere göre bu, beşe taksim edilmeyerek hepsi başta memleketin korunması olmak üzere mürtezikânın maaşı, yani devlet tarafından görevlendirilen askerler, işçiler, hâkimler, ilmiyye sınıfı, imamlar ve müezzinlerin iâşesi ve diğer faydalı ve hayırlı işler gibi müslümanların yararına harcanır. Bunlardan anlaşılır ki, yalnız ganimetin dışında olan cizye ve haraç gibi fey (mal)in değil. (Enfâl, 8/41) âyeti gereğince beşe bölünmesi vacib olan ganimetin beşte birinin dışında kalanının dahi taksimi hususunda prensibi esas olmak üzere Resulullah'ın ve ona tâbi olarak müslümanların devlet başkanının bir seçme hakkı vardır. Ancak devlet başkanının bu tercihi keyfî olmayıp, müslümanların ihtiyaçlarını ve devletin geleceğini takdir etme yolunda ciddi bir ictihad kaydı ile şartlı bulunduğunu fakihler beyan etmişlerdir.
8. Bu noktaları aydınlatma bakımından sarf mahalleri biraz daha izah ile buyuruluyor ki, o fakir muhacirler için. Keşşâf sahibi der ki: "Bu, yukarıdaki ve ona atfedilenlerden bedeldir. Mânâ itibariyle Peygamber (s.a.v) hakkında da doğru olmakla beraber 'den bedel yapmaya mani olan Allah Teâlâ'nın "Allah'ın dinine ve Peygamberi'ne yardım edenler.." (Haşr, 59/8) sözüyle Resulü'nü fakirler arasından çıkarmasıdır. Onun için Hz. Peygamber, fakir tabiriyle yâd edilmekten üstün tutulmuştur.> Zilkurbâda, fakirliği şart koşmayanlar ise bunu "yetâmâ", "mesâkîn" ve "ibni sebil"den bedel veya beyan yapmışlardır. İbnü Münzir yalnız "mesâkîn"den bedel yapmak istemiş, İbnü Atiyye de demiştir ki "yetimler, miskinler, yolda kalmışlar." ifadesi "muhacir fakirler" sözünü beyan etmektedir. "Cer lâmının tekrar edilmesi, öncekilerin onunla mecrûr olmasından dolayı bunun, onlardan bedel olduğunun anlaşılması içindir." Lakin lâmın tekrarı, Zemahşerî'nin sözünden daha iyi anlaşılmaktadır. Bunun için bir Şâfii âlimi olan "Keşîf" sahibi, Zemahşerî'nin dediği gibi ve ona atfedilenlerden bedel olmasını tercih etmiş, ancak bir kayıt değil, muhacirlerin hallerindeki durumu beyan ve ihtisaslarını ziyadesiyle isbattır, diyerek şeklinde bir te'vîl yapmıştır. İbnü Cerîr tefsirinde bunun "Allah'ın, peygamberi verdiği ganimetler içinizden yal zenginler arasında dolaşan bir mal olmasın. Fakat muhacir fakirler için olsun." meâlinde olduğunu söylemiştir. Ki sözünün delalet ettiği şeye bağlı olduğunu ifade eder. Alûsî de Buharî ve diğerlerinde rivayet edildiği üzere Hz. Ömer'in beyanatına ve bu âyetlerle delil getirmesine nazaran bunun bedel olmayıp, geri kalan sarf yerlerini beyan eden bir başlangıç cümlesi olmasını tercih etmiş ve "buna karşı çıkan kimse görmedim, demiştir. Bize de bunun emrine bağlı olduğu daha münasip görünmektedir ki bu durumda cümlenin takdiri şeklinde olur. Bu surette geçen ganimet âyetlerinin ikisine nazaran da bunların sarf mahalli oldukları önemle gösterilmiş bulunur. Nitekim önceki âyetin tefsirinde Resulullah'ın hissesi olan Beni Nadir mallarından muhacirlere taksim ettiğine ve ensardan da yalnız üç kişiye verdiğine dair rivayet de geçmişti. "Peygamber size neyi verdiyse onu alın, sizi neden men ettiyse ondan da vazgeçin." Sözündeki verme ve nehyetmenin her iki ganimetten daha umûmî olduğu da anlatılmıştır. Bu fakir muhâcirler şu sıfatlarla tavsif edilmişlerdir. Onlar ki yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır. Müşriklerin tazyiki üzerine din uğrunda evlerini, barklarını, mallarını ve mülklerini bırakıp çıkmışlar, önceden fakir değilken sonradan fakirliğe maruz kalmışlardır. Durumları ve gayeleri şudur: Allah'tan bir fazl ve rıdvân isterler. Fazl, dünyada rızk, ahirette cennet sevabı demektir. Rıdvân, "Allah'ın rızası ise hepsinden büyüktür..." (Tevbe, 9/72) âyetinde ifade edildiği üzere hepsinden büyük olan Allah'ın rızasına denir. Ve Allah ve Resulüne nusret, yani dinine hizmetle yardım ederler. İşte onlar, yani böyle güzel vasıflarla donatılmış olanlar, sâdıklardır. Sözlerini fiileriyle isbat eden, doğruluk ve sadakatte maharet sahibi olan özü sözü doğru, vefakâr insanlardır. İmanlarını, Allah ve Resulü'ne karşı sadakatlerini fiilen cihadlarıyla isbat etmişlerdir. İbnü Cerir Katâde'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Bu muhâcirler, yurtlarını ve mallarını, ailelerini ve aşiretlerini terk edip Allah ve Resulü'nü sevdikleri için çıktılar, şiddetli sıkıntılar içinde bulunmakla beraber İslâm'ı seçtiler. Hatta bize anlatıldığına göre öyleleri vardı ki açlıktan belini tutmak için karnına taş bağlıyordu. Ve yine öyleleri vardı ki, kış günü yatağı olmadığı için çukurda yatıyordu." İşte bu insanlar, içinde bulundukları dünya lezzetlerini fedâ edip din aşkı ile, Allah'ın fazl ve rıdvânına iman neşesiyle böyle şiddetlere ve sıkıntılara tahümmül gösterip, Allah ve Resulü'ne yardım etme yolunda mal ve canlarıyla cihad ederek imanlarındaki sadakati fiilen göstermiş zatlardır. Onun için azabı şiddetli olan Allah'tan korkmalı, bunların haklarını gözetmeli de ganimeti zenginler arasında paylaştırmayıp, Peygamber'in emrini tutmalı ve bu sâdık fakirlere hisse vermelidir.
.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|