Saf Suresi Açıklamalı Tefsiri
61-SAF:
1-2. "Ey iman edenler!" Râzî tefsirinde der ki: "Bu âyetlerin nazmında münasebet açısından makul bir güzellik vardır. Çünkü inatçı şu üç halden uzak değildir.
1- Ya inadına devam eder.
2- Yahut inadını terketmesi beklenir.
3- Yahut da inadı terkedip teslimiyyet gösterir.
İşte Allah Teâlâ bu âyetlerde hali beyan ederek onlara her bir durumda halin gereğine göre muamele edilmesini müslümanlara emretmektedir. Bunlar içinde (60/4) âyeti birinci duruma (60/7) âyeti ikinci duruma, (60/10) âyeti de üçüncü duruma işarettir. Ayrıca bütün bu âyetlerde güzel ahlâka sevk ve teşvik eden hoş uyarılar vardır.
Çünkü Allah Teâlâ bu üç hali karşılamada müminlere en güzel olan karşılıkla ve en layık olan sözle emretmiştir." Ey iman edenler! Mümine kadınlar size hicret ederek geldikleri zaman, burada müminât ifadesi, imanın gereği olan kelime-i şehadeti açıktan söylemiş ve ona zıt bir hal göstermemiş olmaları, yahut imtihan ile imanlarını ispat etme durumunda bulunmaları itibariyle açıkça belirtmiş olmalarını gerektirir. Yoksa imtihana tabi tutulmalarının mânâsı olmazdı. Yani dâr-ı küfürden dâr-ı İslâm'a hicret ederek müminiz diye size geldikleri zaman onları imtihan edin, kalplerinin de dillerine uygun olduğuna sizi inandırmaları için onları sınayın. İbnü Cerir ve daha başkalarının İbnü Abbas (r.a)'tan yaptıkları rivayete göre, Resulullah (s.a.v) bu çeşit kadınları kelime-i şehâdeti üzere imtihan eder ve şöyle yemin ettirirdi. "Bir kocaya buğzetmekten dolayı çıkmadığına yemin eder misin? Bir yerden bir yeri arzulayarak çıkmadığına yemin eder misin? Allah ve Resulüne muhabbetten başka bir maksatla çıkmadığına yemin eder misin?
Buhârî ve diğer kaynaklarda rivayet edildiği üzere Hz. Aişe (r.a.) demiştir ki: "Resulullah mümineleri ancak (60/12) âyeti ile imtihan ederdi." Bu imtihanın sebebi, İmanlarını Allah'ın en iyi bilmesidir. Hakikaten mümin olup olmadıklarını tamamiyle Allah bilir. Çünkü imanın asıl şartı, kalbin tasdik etmesidir. Kalplerdeki sırları ise ancak Allah bilir. Siz açıktan denemek suretiyle zahiri bir ilim elde edebilirsiniz. Bu yüzden imanın hükmünü zayi etmemek için deneyin.
Nisâ Sûresi'nde geçen "Size selam verene, dünya hayatının geçici menfaatini gözeterek: 'Sen mümin değilsin!' demeyin..." (Nisâ, 4/94) âyeti gereğince selam verene, müminim diyene, mümin değilsin diyerek kâfir muamelesi yapmak doğru olmasa da, andlaşmalı bile olsa dâr-ı harbden yeni hicret ederek gelenlerin sırf müminiz demeleri ile bir deneme ve tecrübe yapmaksızın derhal hür müminlerin her türlü hak ve muamelelerine kavuşturulmalarında da müminlere zarar vermesi şeklinde bir tedbirsizlik vardır. Bunda önce casusluk sonra andlaşmayı bozmak, üçüncü olarak da nifak ve ahlâksızlık gibi fesadlar düşünülebilir. Kısacası, dâr-ı İslâm'da asıl olan zimmetin beraatı ise de, dâr-ı harbden iman iddiasıyla geliş, meydana gelen hadisenin beraatı davası mânâsına geldiği ve imanın asıl şartı olan tasdikin ise kalbe dair işlerden bulunması cihetiyle, zâhirde başkasının hukuku açısından dahi muteber olacak surette hükmen sabit olabilmesi için açık bir alamet olan ikrarın ona delaletini kuvvetlendirecek bir yaptırım lazımdır ki, o da zikredildiği gibi bir imtihanla olabilir. Onun için hicretlerinin başka maksatla değil, halis bir iman ile iyi niyete dayalı olduğu hususunun bir dereceye kadar bilinmek üzere denenmesi gerekmektedir. Nitekim Hucurât Sûresi'nde geçen "Bedeviler 'inandık' dediler. De ki: 'Siz inanmadınız, fakat 'İslâm olduk' deyin..." (Hucurât, 49/14) âyetinde de bu mânâya bir işaret vardır. Mamafih söz konusu bu âyet, mutlak mânâda olmayıp kadınlar hakkında ayrıca bir koruma ve itinâyı ifade edici özellikte zikredilmiştir. Eğer imtihanla o kadınların mümine olduklarını bilirseniz "Allah, imanlarını daha iyi bilir." karinesine dayanarak müfessirler buradaki ilmin, zann-ı galib (hakikate en yakın ilim) mânâsına olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre muâmelatta zann-ı galib ile amel etmenin vacib olduğunu göstermek için zann-ı galib ilim ile ifade edilmiştir. Yani bu konuda sizin için kesin bir bilgi mümkün olmasa da, mümkün olabilen bazı soru ve cevaplarla bir tecrübe, yemin ve diğer hususlar gibi karine ve delillerden hareket ederek hüküm çıkarmak suretiyle hakikate en yakın zan kadar bir ilim ve kanaat meydana gelirse artık o kadınları kâfirlere geri vermeyiniz, çünkü onlar onlara, yani müminler kâfirlere helal değildir onlar da onlara, yani kâfirler de müminlere helal olmazlar. Aradaki haramlığı ifade etmek için bu cümlelerin birisi dahi kâfi gelirse de, haramlığın yalnız bir taraftan olmayıp, iki taraftan da sabit olduğunu beyan etmek için tekrar edilmiştir. Yahut birincisi ayrılığın meydana geldiğine, ikincisi de yeniden nikah kıymanın mümkün olmadığını hatırlatmak içindir. Şu halde onları iade etmek, zorla zinaya sevketmek gibi bir cinayet olur. Böylece denilebilir ki, bu imtihan âyeti, özellikle kadınları bu tarz bir haramdan korumaktadır. Bununla beraber yapmış oldukları masrafları o kâfirlere verin, yani o kadınların bırakıp geldikleri kâfir kocalarının onlara sarf etmiş oldukları mehirleri ne ise, onu o kâfirlere tazminat olarak ödeyin. Bu emir dış anlamıyla mutlak gibi görünürse de üzerinde düşünülünce bunun iade konusunda andlaşma yapanlar tarafından kaçıp gelenlerle ilgili olduğu anlaşılır. Çünkü hiçbir andlaşma yapmayan veya fiilen harbeden konumunda bulunan taraftarlar kaçıp geldikleri takdirde, umumi kurallara göre böyle bir tazminat ödemeye sebeb yoktur. Nüzul sebebi hakkında zikredilen bazı rivayetler de bunun Hudeybiye andlaşması hükümlerine mahsus olduğuna delalet etmektedir. Zira Hudeybiye andlaşmasının maddelerinden biri şöyleydi: "Kureyş tarafından velisinin izni olmadan Muhammed'e geleni geri gönderecekler, ancak Muhammed'den Kureyş'e gelen olursa iade etmeyeceklerdi. Muhammed'in sözleşmesine dahil olmak isteyenler ona girecek, Kureyş'in sözleşmesine dahil olmayı arzu edenler de ona girebileceklerdi..." Resulullah andlaşma süresi içinde Kureyş'ten velisinin izni olmadan kaçıp gelen erkekleri, mükellef müslaman bile olsalar velilerinin istemeleri halinde iade etmişti. Nitekim Kureyş'in andlaşma delegesi olan Süheyl'in oğlu Ebu Cendel'i nasıl iade ettiği ve neticesinin ne olduğu yukarılarda geçmişti. Sonra kadınlardan da hicret edip gelenler oldu. Halbuki andlaşma müzâkerelerinde erkeklerle ilgili meseleler üzerinde durulmuş fakat kadınlar hakkında bir şey konuşulmamış ve andlaşma metninde açıkça zikredilmemişti. lafzının içeriğinde böyle bir ihtimal bulunmakla beraber "erkek veya kadın." denilmemişti. Binaenaleyh mesele yoruma müsaid ve şüphe çekici idi. İşte bazı rivayetlere göre bu âyet söz konusu meselenin çözümü için indirilmiş ve bir imtihan ile imanlarına kanaat hasıl olduğu takdirde kadınların iade edilmeyip ancak evli olanların kocalarına mehirlerinin ödenmesi suretiyle şüphenin giderilmesi emredilmişti. İlk gelen ve sözü edilen âyetin inişine sebeb olan kadın hakkında da nakledilen rivayetler farklıdır. Bir rivayette, ilk defa Ukbe b. Ebi Muayt'ın kızı Ümmü Gülsüm gelmiş, arkasından da kardeşleri Ammâr ile Velid gelerek iadesini taleb etmişlerdi. İşte bu esnada âyet nazil olmuş ve bu yüzden Ümmü Gülsüm geri verilmeyip bilahare Zeyd b. Harise (r.a.)'ye nikah edilmişti. Diğer bir rivayette ilk gelen kadın Sübey'a binti Harise idi ki bu kadın, müşrik olan Sayfiyy b. Rahib'in, başka bir nakle göre de misafiri Mahzumi'nin karısıydı. Mekkeliler onu geri istemişler, fakat kocasının sarfettiği mehri verip, Hz. Ömer onu nikahı altına almıştı. Bir başka rivayete göre de bu âyetin nüzulüne sebeb olan kadın, Ebu Hasan b. Dahdaha'nın karısı Ümeyme binti Bişr idi ve iadesi taleb edilmekle birlikte geri verilmeyip Süheyl b. Sayfiyy ile evlendirilmiştir. Bu rivayetler sebebin birden çok olmasıyla meselenin Hudeybiye andlaşmasıyla ilgili olduğunu gösterir. Fakat Dahhâk'tan gelen bir nakilde Resulullah ile müşrikler arasında şöyle bir andlaşmanın bulunduğu ifade edilmektedir. "Bizden sana senin dininden olmayan bir kadın gelirse onu bize geri vereceksin. Şayet senin dinine girerse, evli olduğu takdirde sarf etmiş olduğu mehri kocasına vereceksin." Buna göre âyet doğrudan doğruya bu sözleşmenin hükmüne uygundur. Daha önce Tirmizi'den nakledildiği üzere sûrenin hepsi Hatib'in mektup hadisesiyle ilgili olduğu takdirde de, bu tazmin meselesi yine taraflardan birinin hükümleriyle alakalı olması gerekir.
Ve o müminleri nikahlamanızda da, kendilerine mehirlerini verdiğiniz takdirde size bir günah yoktur. Çünkü iman edip İslâm'a girmiş olmalarıyla dar-ı harbdeki kâfir kocalarından ayrılık ve haramlık meydana gelmiştir. Mamafih eski kocalarının verdiği mehri geri ödeme kâfi gelmeyip kendilerine de evlenme akdi olarak ayrıca mehir vermek gerekmektedir. Mehirlerini vermede de hemen ödeme şart olmayıp, verilmek üzere taahhüt etmek dahi yeterlidir. Mehir zikredilmeden nikah fasid olmayıp mehr-i misil (benzer mehir) lazım gelirse de bu âyette, günahı ortadan kaldırmak için vermek şart kılındığı cihetle, mehri zikretmemenin mekruh olacağı anlaşılır. Kâfirlerin ise, ismetlerine yapışmayın. Kevâfir, kâfirenin çoğulu, isam, ise ismetin çoğuludur. İsmet, dokunulacak tutamak demek olup gerdanlık, bilezik ve himaye etmek mânâlarına gelmesinden dolayı gerek andlaşma ve gerek sebep gibi herhangi bir tutamağa denir. Burada kasdedilen nikâhlarının bâtıl sayılmasıdır. Yani dâr-ı harbden hicret etmeyip kâfire olarak kalan veya Allah korusun mürted olarak dâr-ı harbe katılan kadınlarla aranızda ne bir ismet ne de bir evlilik alakası olmasın, onun tutamaklarına da tutunmayın. Daha Türkçesi ellerine yapışmayın ve ipleriyle kuyuya inmeyin. Hem de sarf ettiğiniz mehri isteyin. O kâfirler de size hicret eden mümine kadınlara sarf etmiş oldukları mehri istesinler, yani takas edin, fazla alacaklı çıkarsanız isteyin, borçlu kalırsanız "harcadıklarını onlara verin." emri gereğince verin bu dinlediğiniz hükümler Allah'ın hükmüdür. O, aranızda hükmediyor, zikredilen kâfirlerle siz müminler arasında hüküm veriyor. Ve Allah Alîm, Hakîm'dir. İlmiyle hikmetinin gereğini yapar. Ve eğer sizin zevcelerinizden bir şey sizden fevt olur, yani kaçıp dâr-ı harbe geçer ve ödenmezse sonra da siz muakıb olursanız... Müfessirlerin çoğu burada geçen muâkebenin ukûbetten değil, teâkub gibi nöbet mânâsını ifade eden "ukbe"den olduğunu ileri sürmüşlerdir ki buna göre mânâ şöyledir: Sonra da nöbet sizin olur. Yani onların kadınlarından iman ile size hicret edenler bulunur ve bu suretle tazminat verme sırası size gelirse, yahutta bazılarının dediği gibi "ukûbet"ten olduğuna göre, siz de çarpışıp ganimet alırsanız zevceleri gitmiş olanlara yaptıkları masrafın mislini verin, verilecek tazminattan bu kadarını onlar için hesab edin, yahut alınan ganimetten önce bunların zayiatı kadarını ayırıp verin ve Allah'tan korkun, alacağınızda ve vereceğinizde O'nun hükmüne riayet konusunda Allah'tan korkun, azabından korunun. O Allah ki, sizler O'na iman etmiş müminlersiniz, imanın gereği ise, başkasından çekinmeyip ancak O'ndan korkmak ve O'nun yardımıyla korunmaktır.
"Ey Peygamber! Mümin kadınlar sana bey'at etmeye geldikleri zaman..." Bu âyetin fetih günü nazil olup Resulullah'ın Safa Tepesi üzerinde erkeklerden bi'at aldığı sırada Hz. Peygamber adına Ömer (r.a)'in de aşağı kısımlarda kadınlardan bi'at aldığını İbnü Ebi Hatim, Mukatil'den rivayet etmiş ise de, daha önce Hz. Aişe'den gelen rivayette bunun da imtihan âyetiyle beraber nazil olduğu ve Tirmizî'den yapılan nakilde de bütün sûrenin Hatib b. Ebi Belte'a'nın mektub hadisesi üzerine indiği anlaşılıyordu. Ahmed b. Hanbel, Nesaî, İbnü Mace ve Tirmizî sahih diyerek Ümeyme binti Rükayye'den şöyle rivayet etmişlerdir: Ümeyme demiştir ki: "Ben Resulullah (s.a.v)'a bi'at edelim diye vardığımda bizden, Kur'ân'daki "Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak hususunda..?" (Mümtehıne, 60/12) âyetinin öngördüğü şekilde bi'at aldı. Nihayet "İyi iş istemekte sana karşı gelmeme hususunda.." kavline geldiğinde "güç ve takatları yettiği derecede" buyurdu. Biz de, "Allah ve Resulü bizlere kendimizden daha merhametlidir. Ya Resulallah! Bizimle müsafaha etmez misin?" dedik. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: "Ben kadınlarla müsafaha yapmam. Ancak yüz kadına söylediğim söz, bir kadına söylediğim söz gibidir." Bazı rivayetlerde Resulullah kadınların bi'atı esnasında mübarek eline bir bez parçası koyardı, denilirken bazılarında da bir bardağa su koyup, elini o suyun içerisine soktuğu, sonra da kadınların ellerini bu suya daldırdıkları anlatılmaktadır. Meşhur ve en güvenilir olan husus, Hz. Peygamber'in kadınlarla müsafaha yapmadığıdır. Resulullah'ın kadınlardan biat alması bir kere değil, bir kaç defa vuku bulmuştur. Medine'de olduğu gibi fetihten sonra Mekke'de de bi'at yapıldığı konusunda rivayetler vardır. Mekke'deki biatta Ebu Süfyan'ın karısı olan ve Uhud Harbi'nde seyyidu'ş-şühedâ (şehidlerin efendisi) Hz. Hamza'nın şehadetine ön ayak olması ve naşına karşı gösterdiği kin ve düşmanlığı sebebiyle yukarıda da naklettiğimiz gibi fetih günü eman verilmeyip öldürülmesi emredilen Hind'in bi'atı hadisesini gerek tefsirler ve gerek hadis kitapları zikretmektedirler. Yezid b. Seke'nin kızı Esma, (r.a) rivayetinde şöyle demiştir: "Ben Resulullah'a biat eden kadınların içinde idim. Utbe'nin kızı Hind de kadınlar arasında bulunuyordu. Hz. Peygamber âyeti okuyup "Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmamak üzere." buyurduğunda Hind, "Erkeklerden kabul etmediğini bizden kabul edeceğine nasıl ihtimal verebiliriz." dedi. Ki bu emrin lüzumu kendini göstermiş oluyordu. Sonra "Hırsızlık yapmamak hususunda..." buyurduğunda Hind, "Bazen Ebu Süfyan'ın malından haberi olmaksızın bir şeyler aldığım olurdu. Bu bana helal olur mu?" dedi ve ardından da şunu ilave etti: "Ebu Süfyan da, "Geçmişte ve gelecekte benden her ne alırsan, o sana helaldir." dedi. Resulullah (s.a.v) tebessüm buyurdu ve Hind'i tanıdı da, "Sen Hind binti Utbe'sin öyle mi?" dedi. O da, "Evet ey Allah'ın nebisi geçmişi affet." dedi. Hz. Peygamber de "Allah seni affetsin." buyurdu. Sonra da "zina etmemek hususunda..." ifadesini okudu. Hind "Hiç hür olan kadın zina eder mi?" dedi. Cahiliyye döneminde zina ekseriya cariyelerde olur, hür kadınlar zina etmez, denirdi. İşte buna binâen Hind, cahiliyye de bile ekseriya hür kadınlar zina etmezken İslâm'da öyle şey olur mu? Demek istiyordu. Resulullah "Çocuklarını öldürmemek hususunda" buyurduğunda, Hind, "Biz onları küçükken büyüttük, fakat onları sen öldürdün." dedi. O, bu sözüyle oğlu Hanzale b. Ebi Süfyan'ı kasdediyordu. Çünkü o, Bedir'de katledilmişti. Hz. Ömer gülmekten katıldı.. Resulullah ise tebebsüm etti, sonra "bir iftira uydurup getirmeme hususunda..." buyurduğunda da Hind. "Vallahi iftira çok çirkin bir şeydir. Allah Teâlâ hep doğru yolda gitmeyi ve güzel ahlakı emrediyor." dedi. Resulullah en sonunda da "iyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda..." buyurdu. Bunun üzerin Hind de, "Vallahi biz bu meclise nefsimizde hiçbir şeyde sana isyan maksadıyla gelmedik." dedi." Yine rivayet ediliyor ki, burada kadınlardan ilk önce Hz. Peygamber'e bi'at eden Ümmü Sa'd b. Muaz ve Kebşe binti Râfi ile beraberlerindeki kadınlardı. Allah hepsinden razı olsun.
"Çocuklarını öldürmemeleri..." Bu cümleye, Araplar'ın dedikleri "kız çocuklarını öldürmek" âdetinin nehyi de dahil ise de, nassın dış anlamı erkek ve dişi hepsinden daha umumi olması itibariyle mutlak katlin yasaklanması, gerek o fiili bizzat yapmak, gerek sebep olmak suretiyle olsun her türlü öldürme olayını içine almaktadır. Binaenaleyh burada, gerek ruh üfrülmüş ceninin düşürülmesi, gerek bakımındaki ihmal yüzünden çocuğun ölümüne sebebiyet verilmesi ve gerek diğer benzer katillerin hepsi söz konusudur. "Elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmeyecekler." Elleri ve ayakları arasında iftira edilen... Bühtan, başka bir kadının doğurmuş olduğu çocuğu alıp veya kendi doğurduğu ile değiştirip ben doğurdum diyerek kocasına isnad etmesidir. Gerçi bunun, başka bir erkekten gayr-i meşru olarak yapmış olduğu bir çocuğu kocasına isnad etmesi mânâsına gelme ihtimali varsa da, bu mânâ önce geçen cümlesine dahil olduğu için burada böyle bir ihtimale yer vermemek daha doğrudur. Bu âyette yer alan "elleri ve ayakları arasında" ifadesi, yalnızca avret mahallerinden değil, zattan kinaye olarak kendi nefislerinden uydurdukları her çeşit iftirayı içine almaktadır. Zira bu âyetin mânâsına daha uygundur ve böylece fiili cinayetlerin yasaklanmasından sonra kavli (sözlü) olan cinayetler de yasaklanmış demektir. Binaenaleyh burada, namuslu bir kadına zina isnad etmek, gıybet, koğuculuk ve diğer hususlarda yapılması düşünülmüş olan iftiradan, yalan ve sahtekârlıktan nehiy vardır.
Ve sana hiçbir iyi işte isyan etmeyecekler, yani gerek iyilikle emir ve gerek kötülüklerden yasaklama gibi hususların hiçbirinde asi olmayıp itaat edecekler. Zira isyan ya emre karşı ya da yasaklamaya karşı olur. emrin güzel ve meşru olması, iyilikle emredilmesinde, nehyin iyi ve meşru olması da, şer'an yapılması caiz görülmeyen hususların yasaklanmasındadır. Bunun için burada yer alan kaydı, emri de nehyi de kapsamaktadır. "Sen affı tut..." (A'râf, 7/199) âyeti gereğince Resulullah'ın ancak maruf, yani meşru ve güzel olanı emredeceği ve münkerden yani yapılması caiz olmayan hususlardan nehyedeceği bilindiği halde kaydının zikredilmesi, yaratıcıya isyan edilen konularda mahluka itaatın caiz olmayacağını hatırlatarak "itaat ancak iyiliktedir." ifadesinin mânâsına işaret etmektedir. "Allah, hiç kimseyi güç yetiremeyeceği bir şey ile mükellef tutmaz." (Bakara, 2/286) buyurulmasından dolayı bir kimseye gücünün üstünde bir sorumluluk yüklemek de maruf değil münker olur. Onun için yukarıda zikredildiği gibi Resulullah (s.a.v) bir tefsir kabilinden olmak üzere "Güçleri, takatları yettiği derecede." diyerek güç ve takatı beyan buyurmuştur. İşte kadınlar bu şartlar üzerinde itaat için bi'ate geldikleri vakit sen de onlara bi'at ver. Ve onlar için Allah'a istiğfar da ediver. Yani bi'attan fazla olarak günahlarının affedilip sevaba nail olmaları için Allah'tan af dileyiver. Bu suretle günahları bağışlamanın peygamberin elinde olmayıp Allah'a ait bulunduğu ve bağışlama hususunda Peygamber'in selahiyyetinin ancak onların affedilmeleri için dua ve şefaat olduğu da anlatılmış olmaktadır. Çünkü Allah Gafur ve Rahîm'dir. Binaenaleyh bi'atlarına sadık kalırlarsa geçmiş günahlarını, ne kadar çok olsa da bağışlar ve rahmetiyle ikram eder.
Bu âyet gereğince erkeklerden dahi bi'at alındığını Buharî, Müslim ve Beyhakî "Esma ve Sıfat" ta Ubade b. Samit (r.a.)'ten şöyle rivayet etmişlerdir: Söz konusu zat demiştir ki: "Biz Peygamber (s.a.v) Hazretlerinin huzurundaydık. O, şöyle buyurdu: "Bana şunlar üzerine bi'at edersiniz: "Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmamak, zina etmemek, hırsızlık yapmamak..." Bunun üzerine içinizden her kim sözünü tutarsa, mükâfatı Allah'a aittir. Ve her kim de sözünü tutmayıp bunlardan bir şey yapar da o yüzden azap görürse o da keffarettir. Her kim de bunlardan bir şey yapar Allah'a da o yaptığı şeyi örterse, o da Allah'a aittir. Çünkü Allah dilerse ona azap eder, dilerse affeder.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|