İşte kadınları boşadığınız zaman böyle iddetlerini gözeterek temiz olduklarında dokunmaksızın boşayın ve iddeti sayın yani yazıp eksiksiz olarak tamamiyle sayın. Bakara Sûresi'nde geçen "Boşanmış kadınlar, bizzat kendileri üç aybaşı hali veya üç temizlik müddeti beklerler..." (Bakara, 2/228) âyeti gereğince boşanmış kadınların iddet müddeti tam üç yani üç âdet beklemeleridir. Bu iddeti saymada geriye dönüşün mümkün olmasına, nafaka ve ikâmet esnasında talakı, temiz zamanlara dağıtmaya riâyet gibi bir takım faydaları vardır. Ve Rabbiniz Allah'tan korkun yani sizi erkek, onları kadın yaratmış ve sizleri yetiştirip nikah nimetine ve boşama selahiyyetine nail etmiş olan Rabbinizin azabından korkun da emirlerine dikkat edin, iddeti ne eksik sayın ne de uzatın. Gerek boşamada gerekse iddette kadınları zarara sokmaya kalkışmayın. Onları evlerinden çıkarmayın. O boşayıp da iddet bekletmekte olduğunuz kadınları evlerinden hiçbir sebeple çıkarmayın. Bu evler, boşanıncaya kadar onların kocalarıyla ikâmet ettikleri meskenleridir. Çıkarmanın nehyedilmesinden anlaşıldığı gibi evlerin, erkeklere ait olmakla beraber "o kadınların evleri" şeklinde kadınlara muzaf kılınması, iddetleri sona erinceye kadar boşanmış kadınların da kendi mülkleri gibi onlarda oturma haklarının bulunduğunu beyan ederek çıkarma yasağını tekid etmektedir. Şu halde evin ödünç veya kiralık olup da asıl sahibine teslimi gerekiyorsa bu durumda da kocaların onlara kiralama veya satın alma yahut da başka bir yolla mesken tedarik etmeleri lazımdır. Âyette yer alan "Onları çıkarmayın." nehyinin bağlantısız olarak bir taraftan Allah'tan korkmayı beyan etmesi, bir taraftan da başlangıç cümlesi halinde getirilmesi, bunun müstakil olarak istenilmiş olduğunu yeniden hissettirmek suretiyle önemini göstermektedir. Burada iddetten asıl maksadın nesebin ve kadınların korunması hususlarına diyaneten olduğu gibi hukuken ve kazaen dahi itina gösterme hikmeti vardır. Çıkarmayın demek, gadab, nefret veya darlığa binaen mesken ihtiyacı yahut sırf düşüncesizlik gibi bir sebeble çıkarıvermekten mantık yönüyle nehyedildiği gibi kendiliklerinden çıkıp gitmelerine izin vermeyin mânâsını da içine almaktadır. Çünkü onların, izin verilse bile çıkıp gitmelerinin caiz olmadığı şu hususla anlatılmaktadır. Onlar da çıkmasınlar, yahut çıkmazlar. Bu sıga, hem nehy-i gaib müennes, çoğul, hem de fiil-i muzari nefy-i istikbal müennes çoğul olabileceğinden nehye de, nefye de ihtimali vardır. Böyle nefiy (olumsuzluk) şekliyle yapılan nehiyin, açık nehiyden daha fasih olduğu da bilinmektedir. Yani kocaları izin verse bile bir zaruret olmadıkça çıkmaları, haramdır. Çıkmamalıdırlar ve çıkmazlar. Apaçık bir edebsizlik yapmaları hali bir yana, geçimsizlik ve dikbaşlılık yapıp da ihtiyaçları yok iken çıkıp gitmeleridir ki bu durumda başka bir kabahat yapmamış olsalar bile kendiliklerinden çıkmakla fahiş bir terbiyesizlik yapmış olurlar. Bu istisnanın "çıkmasınlar" ifadesine bağlanması daha doğrudur. Ancak yukarısına veya her ikisine bağlanma ihtimali de vardır. Çıkmaya bağlandığı takdirde dikbaşlılıkla çıkmanın sanki açık bir fuhuş gibi aşırı bir kötülük olacağını göstermekle yasaklamada mübalağa ifade eder ki İbnü Ömer. Süddi, İbnü Sâib ve Nehaî'den rivayet edilen de budur. Ebu Hanife de bu görüştedir. Çıkıp giderlerse iddet hakkından kurtulmuş olmazlarsa da, ev ve nafaka hakları düşer. Çıkarmaya bağlandığı takdirde ise, açık fahişelik, zina, hırsızlık su-i kast gibi bariz bir hıyanet, bir isyan ve hatta ağır sövüp soyma gibi fahiş eziyyetlerin olması düşünülmektedir. Böyle açık bir fenalığa giriştikleri görüldüğü vakit, çıkarılmaları, ihrac nehyinden istisna edilmiş olur. Bu takdirde fahişe tabirinde ilk akla gelen mânâ, zinadır. Katade, Hasen, Şa'bi, Zeyd b. Eslem, Dahhâk, İkrime, Hammad ve Leys'ten rivayet edilen ve İbnü Mes'ud ile İbnü Abbas'ın görüşü olduğu ileri sürülen de budur. Ebu Yusuf da bu görüşü tercih etmiştir. Denilmiştir ki: bu takdirde haddin (cezanın) yerine getirilmesi için çıkarılırlar. Bazıları da bunun, gerek koca ve gerek akrabasına karşı fahiş sözlerle ağzını bozmak mânâsına geldiğini İbnü Abbas'tan rivayet etmişlerdi. Said b. Müseyyeb'ten nakledildiğine göre fahişe, her günaha denilmektedir. Bundan dolayı bazıları, bunun cezayı gerektiren zina, hırsızlık ve bunların dışında her günahı kapsayarak istisnanın tamamına bağlı olduğunu kabul etmişlerdir. Taberi de bu görüşü benimseyerek demiştir ki: "Bence doğru olan, burada fahişenin günah olduğunu ileri sürenlerin görüşüdür. Çünkü fahişe, haddini aşmış olan her çirkin iş demektir. Binaenaleyh zina, hırsızlık, aile fertlerine eziyet ve iddet beklemesi gereken evden çıkıp gitmek gibi işlerden her hangi birisini kadın iddet içinde yaparsa, bu durumda kocası onu evden çıkarabilir." Bu istisnanın, yukarıdaki "Onları boşayın." emrine bağlanma ihtimali de yok değildir. "Onları çıkarmayın." Cümlesinin yukarıda geçen Allah'tan korkma hükmünü açıklaması itibariyle herhangi bir yere bağlanmamasından dolayı buna engel de olmaz. Bu durumda mânâ şöyle olur: Bu emirleri ve nehiyleri gözeterek boşayın, ancak boşadığınız takdirde o kadınlar açık bir fuhş ve ahlâksızlığa düşecek olurlarsa başka. O takdirde iddetlerini gözeterek dahi boşamak istemeyin. Müfessirler, âyetteki istisnanın bu şekilde bir bağlanma ihtimali olduğunu söylememişlerse de, yukarıda İbnü Hacer'den nakledildiği üzere boşandığı takdirde ahlâksızlık korkusu ortaya çıkan ve boşanmadığı takdirde mazbut kalacak olan kadını boşamamak tavsiye edilmiş ve bu bir hadisle de delillendirilmiştir. Ebu Davud ve Nesai'nin İbnü Abbas'tan yaptıkları rivayete göre: "Bir adam Resulullah'a gelmiş, "Benim bir karım var "El uzatanın elini geri çevirmez." demiş. Resulullah da, "Onu boşa!" buyurmuş, adam da "Korkarım gönlüm ardında kalır, sabredemem." diye karşılık vermiş. Bunun üzerine Resulullah "Öyle ise onu sıkı tut." buyurmuş." Nesâi bu hadisin merfu olmayıp mürsel olduğunu söylemiştir. Yani İbnü Abbas bunu Resulullah'tan bizzat dinlememiş, vasıta ile işitmiştir. Ancak, kendi işitmiş kadar kuvvetli olduğuna itimadından dolayı vasıtayı açıklamayıp, merfu gibi nakletmiştir. Böyle sahabe mürselleriyle merfu hadis gibi amel etmek ittifakla caiz olduğundan buradan şu hükümler çıkarılmıştır: Birincisi, iffetli olmayan bir kadını boşama emri. İkincisi, zahiri duruma nazaran boşandığı takdirde ahlâksızlık korkusu bulunup, ancak boşanmadığı zaman böyle bir korkudan uzak tutma imkanı olursa boşamayıp sıkı tutma emridir. Bu iki hususdan delalet yoluyla bir hüküm daha anlaşılmış olur ki o da şudur: İffetli olan bir kadının, boşandığı takdirde ihtiyaç sebebiyle ahlâksızlığa düşeceği anlaşılırsa, onu boşamak günahtır. İşte bu istisnanın yukarıya da bağlanması ihtimalinde âyet, o hadisten çıkarılan hükümleri de ifade etmiş olacaktır.
Ve işte bunlar, talak hakkındaki bu emirler ve bu nehiylerle meşru kılınan ve öğretilen hükümler Allah'ın hududlarıdır. Allah'ın kulları için koyduğu sınırlardır ve her kim Allah'ın koyduğu sınırlara tecavüz ederse yani bu hükümlerden bir şey ihlal ederse muhakkak nefsine zulmetmiş olur, kendisine dünyevî, uhrevî zarar vermiş olur bilmezsin belki Allah ondan sonra bir emir ihdas eder, o haddi aşmanın arkasından bir hadise, bir iş çıkarır, kalbini çevirir, bir takım meşakkatler, ızdıraplar verir, yaptığın zulme, haddini aşarak verdiğin talaka pişman olursun, dönmek istersin, iş işten geçmiş bulunduğu için geri dönemez, telâfi edemezsin, perişan olur, zararını ve vebalini kendin çekersin. Nitekim "Kimse yarın ne kazanacağını bilemez." (Lokman, 31/34) âyetinde de bu durum açıkça ifade edilmektedir. Onun için her hangi bir sebeble eşini boşayacak olan kimse öfkeyle her şeyi kesip atıvermemeli, ilerisini hesaba katmalı da Allah'ın bu emir ve nehiylerle tayin ettiği sınırını aşmamalı, önce iddetini gözeterek temiz bir halde talak vermeli ve iddeti saymalıdır. Şayet ayrılmak gerekirse bununla hem maksad hasıl olur, hem de bir tecrübeye imkan bırakılarak ruhi görüntüleri seyretmeye, düşünüp uyanmaya ve pişmanlık duyulursa geri dönmeye fırsat tanınmış olur. Çünkü üçe ulaşmadıkça öyle açık bir boşama ric'i olacağından hükmü ilerde geleceği gibi iddetin sonun kadar seçmeli olup istenildiğinde geri dönebilmek, olmazsa ayrılmaktır. Bu hikmetlerden dolayı haddi aşmaksızın iddetlerine karşı böyle bir talakla boşayın, iddeti zabtedip sayın ve Allah'tan korkup takva ile hareket edin. Onları evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasınlar.
2. Neticesine gelince: Şu şart ile ya tutmak ya da salıvermek arasında tercih söz konusudur. Sonra ecellerine yettiklerinde, yani iddetlerinin sonuna geldiklerinde. Bu şart, geri dönüşün nihayeti, ayrılığın başlangıcı olan vakti göstermek içindir. Binaenaleyh iddet müddeti içerisinde her zaman dönme hakkı sabittir. Lakin iddet bitince tercih hakkı ortadan kalkar, ayrılık gerekir. Kadının izniyle nikah tazelenmedikçe birleşme mümkün olmaz. Henüz iddet çıkmadan sona erdiği zaman ise, durum kendisini göstereceğinden o vakit ya iyilikle onları tutun, bırakmayıp güzel ve meşru şekilde geçinmek, iki tarafın haline münasip harcamalarda bulunarak ve iskanı temin ederek nikahlarınızda tutun. "tutun" Buyurulmasından anlaşılan, dönüşün sözlü olmasının şart olmayıp, fiilen de olabileceğidir. İmam-ı Azam'ın görüşü budur. Yahut iyilikle onlardan ayrılın, buradaki tahyir (istediğini seçmeyi teklif etmek) içindir. Yani tutmakla salıvermek arasında muhayyersiniz. Ancak tutmayı, ya da salıvermeyi tercih etseniz de bunları iyilikle yapmakla sorumlusunuz. Ayrılacaksanız o zaman güzellikle ayrılın, tatlı dille hakkını vererek ve zarara sokmaktan sakınarak, mesela geçinme niyeti olmadığı halde iddetini uzatmak için müracaat edip de, sonra yine boşamak gibi zarar verici hilelere sapmayarak güzelce çıkarıp gönderin, yani "Ve onları güzel şekilde serbest bırakın." (Ahzab, 33/49) âyetine riâyet edin hem içinizden adalet sahibi iki erkeği şahit getirin; geriye dönüp tutmayı tercih ettiğiniz takdirde dönüşe, ayrılmayı tercih ettiğiniz takdirde de ayrılığa şehadet etmek üzere müslümanlardan adalet sahibi, doğruyu söyleyen ve doğru yol üzerinde bulunan en az iki erkeği hazır bulundurup şahid kılın ki, töhmete veya çekişmeye fırsat kalmasın, gerektiği zaman şahidlik yapsınlar. Buradaki "şahit getirin" emri "Onları tutun veya onlardan ayrılın." emirlerine bağlanmış olup "Alış veriş yaptığınız zaman şahid tutun.." (Bakara, 2/282) âyeti gibi nedb (yapılmasını uygun görmek) içindir. Genellikle âlimlerin görüşü budur. Şafiî, eski görüşünde "şahid bulundurmanın dönüşte vacib" olduğunu savunmuş ise de, yeni görüşünde o da, mendub olduğunu söylemiştir. Alûsî bu konuda zayıf bulduğu şöyle bir görüşü nakletmiş ve demiştir ki : "Tabersi," açıkça bunun boşama esnasında şahid getirmekle emredilmesini, bu görüşün ehl-i beyt imamlarından rivayet edildiğini ve vücub ifade edip boşamanın sahih olmasında şart olduğunu" zannetmiştir." Ben bu meseleyi uzun zamandan beri düşünür, söz konusu âyette buna bir ihtimal olup olmadığını ve güvenilir müctehidlerden bu görüşü benimseyenin bulunup bulunmadığını araştırırdım. Adlı tefsirin müellifi ve bir Şia âlimi olan bu Tabersi'nin, rivayet ve dirayetteki selahiyetinin neden ibaret olduğunu ve ehl-i beytin imamlarıyla kimleri kasdettiğini gereği gibi öğrenemedim. Ancak açık dediği husus açık değildir. Zira "şahid getirin" emrinin talaka ait olması için, yukarıda geçen "Onları boşayın." emrine bağlanması gerekir. Bu ise, kolayca anlaşılır olmayıp, pek uzak bir durumdur. Zahir (anlaşılır) olan, yakınındaki "tutun" veya "ayrılın" emirlerine bağlanmış olmasıdır Şayet bu, talakın sıhhatinin şartı olacak derecede vücub ifade etseydi, "sayın" emrinden önce zikredilmesi gerekir ve bu âyete tehir edilmesinin bir hikmeti olmazdı. Hem yakınına, hem uzağına bağlanma ihtimalinin caiz olduğunu göstermek için tehir edildiği söylenecek olursa denilebilir ki, bu bir ihtimal olabilirse, de buna anlaşılır demek doğru olmayacağı gibi, bu durumda hem boşama, hem tutma hem de ayrılma konusunda aynı mahiyette olması gerekirdi. Halbuki emrin herbirine göre vücub ifade etmesi ve bu vücubun, talakın sıhhatinin şartı olacak derecede farz durumda bulunması, tutma veya ayrılmada muhayyerlik emrine ters düşeceği gibi öteden beri izah edilegelen sünnet şekli üzere boşamanın cereyan tarzına ve ric'i talakın sağlayacağı faydaya da ters düşmektedir. Ayrıca boşama esnasında şahid tutulmayıp da iddetten sonra imsak veya müfarakat için şahid getirildiği takdirde sahih farzedilen talakın hükümsüz kalması gibi bir tenakuza yol açacağı da ortadadır. Gerçi aksine delil bulunmadıkça emirde asıl olan vücub ifade etmesidir. Ancak ihtimali içinde olan vücub boşamanın sıhhatinin şartı olacak derecede kesin farz mânâsını ifade edemeyeceği gibi, her vacib de, zıddının hükümsüzlüğünü gerektirmez. Bununla beraber iddetin sonuna kadar dönülmeyince ayrılığın gerçekleşmesi yönünden şahid getirmenin vacib olduğunu söylemenin de mânâsız olacağı düşüncesiyle bütün müctehidler, ayrılıkta şahid getirme emrinin (Bakara, 2/282) âyetinde olduğu gibi nedb ifade ettiği hususunda ittifak halindedirler. Şu halde en yakın ve en açık olan ihtimalde emir nedb için oldukça, en uzak olan ihtimalde vücub için olmasının, hem de bu vücubun farziyyet derecesinde sıhhatinin şartı sayılmasının doğru olamayacağı basit bir düşünce ile anlaşılmış olur. Ancak denilebilir ki imsak veya müfarakatta şahid getirmek mendub olunca boşamada niye olmasın? Evet bunun da mendup olduğunda şüphe yoktur. Zira bu "şahid getirin" emrinin yukarıya bağlanma ihtimali, uzak olmakla beraber bunun, delalet yönüyle ve öncelikle sabit olacağında da şüphe etmemek gerekir. Şu emrin vücub için olduğunda ihtilaf yoktur. "Şehadeti de Allah için doğru yapın!" Yukarıdaki emirlerin hepsi boşayanlara ait olduğu gibi bu emir de şahidleredir. Şu hitab da, hepsi içindir. Size söylenen bu işittikleriniz, gerek talak verecek olanlara ve gerek şahitlik edenlere hitab edilen bu emirlerle yapılan tebliğ; yani iddet bekleyerek boşamak, iddeti saymak, Allah'tan korkup günahtan sakınmak evden çıkarmamak, çıkmamak, sınırları aşmayıp sonunu hesaba katmak ve sonra iddet müddeti bitince, ya hakkıyla, güzelce tutmak ya da daha fazla bekletmeyip hakkını vererek güzellikle ayrılmak, bunlara şahid tutmak ve şehadeti de zamanında dosdoğru yapmak, işte bunların hepsi ve her biri öyle bir derstir ki bununla sizlerden, Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimselere vaaz ediliyor, öğüt veriliyor çünkü bunlara riayet edip korunarak faydalanacak olanlar, Allah'a ve ahirete imanı olan veya iman kabiliyeti silinmemiş bulunan kimselerdir. İman yeteneği kalmamış, kalbleri kararmış ve mühürlenmiş olanlar ne Allah'tan korkar, ne ahireti sayar, ne de nasihat dinlerler, onlar kendi nefislerinin havasına giderler. Her kim de Allah'a ittika ederse Allah'ın gadabından korkar, isyandan sakınır ve öğütlerini tutarsa, Allah onun için bir çıkış yolu yaratır.
3. onu düştüğü darlıktan ve aile yüzünden çekmekte bulunduğu sıkıntılardan kurtulup çıkacağı bir yol, bir çare gösterir ve onu hatırına gelmeyen yönden rızıklandırır. Onun için boşayan da boşanan da, ayrılan da ayrılmayan da, Allah'tan korktuğu takdirde gam yemesin, Allah ona da bir çare yaratır ve ummadığı yerden nasibini verir.
Rivayet edilmiştir ki: "Resulullah (s.a.v) âyetini okumuş ve demiştir ki: "(Allah) hem dünya şüphelerinden, hem ölümün sıkıntısından hem de kıyamet gününün şiddetinden bir çıkış yolu (yaratır.)" Bir de Ebu Zerr'den şöyle rivayet edilmiştir: "Resulullah âyetini okuyordu, tekrar tekrar okumaya başladı, hatta beni uyku bastı da buyurdu ki: "Ey Ebu Zerr, insanların hepsi bunu tutsaydı, kendilerine yeterdi." Ve her kim Allah'a tevekkül ederse başına gelen herhangi bir şeye karşı O'nun kudretine itimad edip, yapacağı işte kendini O'nun emrine teslim ederek hükmünce giderse O, ona yeter. Allah onun işlerinin hakkından gelir. Hesabına kâfidir. "Yani elde ettiği şeyler konusunda Allah'a güvenirse kendisinin önem verdiği şeylerde de Allah ona kâfidir." Razî tefsirinde zikredildiği üzere onun için Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: "İnsanların en kuvvetlisi olmayı arzu eden, Allah'a dayansın." Her halde Allah emrini yerine getirir. Muradını muhakkak yapar, hiç bir işinden geri kalmaz, hepsinin hakkından gelir. Hükmünü istediği gibi yürütür. Kendisine tevekkül edilse de, edilmese de yürütür. Nihayet her şeyin sonu gelir. Dünyada acı da geçer, tatlı da geçer, sıkıntı da geçer, refah da geçer. Ecel gelince takdir edilen ölüm, dakika geçirmeksizin pençesini takar, akibet gelir çatar. İyiler iyiliği ile, kötüler kötülüğü ile kalır. Herkes ameliyle toplanır. Ancak Allah'a tevekkül de, O'nun emridir. Tevekkül edenin muradı da, Allah'ın irade ve rızasına teslim olmaktan ibaret olursa, Allah da onun mükafatını büyütür. Hakikat, Allah her şey için bir ölçü takdir etmiştir, bir sınır ve miktar tahsis etmiştir ki o şeyi ona göre yürütür. O sınır ve miktardan ileri geçirmez. Bu hüküm öyle bir kanundur ki her şey hakkında geçerlidir. Ve her şeyin hükmü, kıymeti Allah'ın ona tahsis ettiği ölçü ile uygunluk arzetmektedir. Gerçekte bir şeyi bilmek de onu, o ölçü ve sınırıyla seçmek demektir. Bu cihetle sebeplerin bir dereceye kadar kıymet ve itibarı yok değilse de, bunlar, zatî (aslî) değil, değişken ve sınırlıdır. Tesir ve hüküm onun değil, Allah'ındır. Asıl ilim ve kudretine itimad edilecek; işler, hüküm ve iradesine havale edilecek hakim, sebepler değil, sebepleri yaratan Allah'tır. Her şey geçer, leh ve aleyhte olan her sebep tükenir, takdir edilen kaderi biter, başında ve sonunda bütün kudretiyle Allah kalır. Hem Allah takdir buyurmamışsa hiçbir şey diğerinde tesirini gösteremez. Takdir buyurmuş ise, Allah'tan başka hiçbir şey de onun önüne geçemez. Ateş, Allah'ın yak dediğini kendi miktarınca dediği kadar yakabilir. Rızık da Allah'ın doyur dediğini kendi miktarınca dediği kadar doyurabilir. Demek ki sebeplere itimad sonlu, Allah'a itimad sonsuzdur. O halde kuvvet ve kesin bilgi, sebeplere güvenmekte değil, Allah'a dayanmaktadır. Tevekkül de gururla kendini sayıp koyuvermek değil, Allah'ın gösterdiği yolda gücü yettiği kadar vazifesine önem vermek, takva sahibi olmak, kusurunu itiraf ile beraber, Allah'ın kudretine itimad edip netice hakkında telaşa düşmeksizin, O'nun iradesine teslim olmaktır. Önce "Kim Allah'tan korkarsa" sonra da "Kim Allah'a dayanırsa." buyurulmasında buna bir işaret vardır. Hz. Peygamber (s.a.v)'in hadisinde "Deveyi bağla da tevekkül et." buyurulması da bu mânâyı hatırlatmaktadır. Allah Teâlâ her şeye bir ölçü takdir ettiği için her şey gibi insana da gerek cinsine, gerek nevine, gerek toplumuna gerek ferdine, gerek rızıklarına gerek fiillerine, gerek sözlerine gerek hallerine hep birer miktar takdir buyurmuş ve birer sınır koymuştur ki, Allah'tan korkma ve O'na tevekkül bile o ölçü ve değer dairesinde cereyan eder. Binaenaleyh, erkeğin de dişinin de birer miktarı ve her birinin fiil ve hallerinde birer sınırı vardır. O sınırı aşmaya kalkışan kendine zulmetmiş olur. Bu suretle Allah Teâlâ, iddete, çıkarmaya, çıkmaya, kavuşmaya, ayrılığa, kederlere, sevinçlere, nasip ve rızıklara hep birer miktar ve sınır takdir buyurmuştur. Bundan dolayı boşanan kadınların iddetlerini de hayızlı, hayızsız ve hamile olup olmamalarına göre ayrı ayrı birer miktar ile takdir etmiş, nafaka ve oturacakları evleri ona uygun olarak emretmiştir. Bu sebeple "Hakikat, Allah her şey için bir ölçü takdir etmiştir." hükmü, hem kendinden öncesini hülasa ve takviye etmektedir, hem de kendinden sonrakine bir mukaddime ve tenbihtir. Allah'ın takdiri böyle her şeyi önünden, arkasından ve hatıra gelmeyen yönlerden bağlar.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|