Ebu Müslim el-İsfahâni gibi bazıları da bunun, "Allah göktedir." diye zanneden müşriklerin zanlarına göre bir hitab olduğunu benimsemişlerse de, burada da hitabın önceki âyette olduğu gibi umumi bir anlam taşımasının sözgelimine daha uygun olmasından dolayı bu görüşün de makbul olduğunu ileri sürmek oldukça zordur. Bir kısım âlimler de bunun, "Gökteki ilâh da, yerdeki ilâh da O'dur." (Zuhruf, 43/84), "Ve her göğe görevini vahyetti." (Fussilet, 41/12) âyetleri doğrultusunda yani "Hükmü, emri gökte cereyan etmektedir." demek olduğunu söylemişlerdir. Selef âlimleri ise bunu da âyeti gibi müteşabih kabul ederek "Müteşabihin te'vilini Allah'tan başka kimse bilmez..." (Al-i İmrân, 3/7) deyip te'vile girişmemişler, yani bundan şu kasdedilmektedir, diye mânâyı tayin etmeye kalkışmamışlar; mahiyetini Allah'a havale ederek bir cariye hadisinde olduğu gibi "gökte" demekle yetinmeyi daha ihtiyatlı görmüşler ve "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." demekten de geri durmamışlardır.
Allah Teâlâ'nın yüce zatına ters düştüğü aklen ve naklen bilinen cisimlendirmek, benzetmek ve hulûl (bir cisme girme) fikirleri gibi batıl inançlara düşülmemesi için bizim ulaştığımız kanaat şudur: Buradaki sema, gök dediğimiz cismânî semadan ibaret değil, mutlak yükseklik ve üstünlük işaretidir. Maddî, manevî, cismânî ve ruhani bütün yaratıkların, mekanın ve zamanın üstü demek olan mutlak yükseklik mânâsınadır. İşte bu anlama göre ancak Allah Teâlâ'dır. Zira her şeyin üzerinde, her şeyden üstün olan ancak O'dur. Arşın üzerinde demenin mânâsı da budur. Bunlar, gerek "Rahmân Arş'a istivâ etti." (Tâhâ, 20/5) gerek "semada olan" (Mülk, 67/16) vasıfları, tıpkı "yüce ve yüksek olmak" "O, yücedir, büyüktür." (Bakara, 2/255), "O, her şeye gücü yetendir." (Hadid, 57/2), "O, her şeyi kuşatıcıdır." (Fussilet, 41/54), "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (Şûrâ, 42/11) âyetlerinde olduğu gibi mutlak tenzih ifade eden vasıflardır. Ve bu mânâ ile yücelik O'nun gerek yeryüzünde ve gerek semada eşyadan hiçbir şeye karşı nisbetinde bir fark ifade etmez. O, "Hem gökte hem de yerde ilâhtır." (Zuhruf, 43/84) âyetinin de gösterdiği gibi yerin ve göğün yaratıcısıdır. Ayrıca O, "Nerede bulunursanız Allah sizinle beraberdir." (Hadid, 57/4) âyetine göre de, nerede olursak olalım bizimle beraberdir. Ancak O, her şeyden üstündür. Bizim nazarımızda yüceliğin en yüksek örneği gök olduğu için Allah Teâlâ'nın mutlak yüceliği de onunla ifade edilmiştir. Yalnızca yaratıcı ve yaratıkların isimlerini mukayese etmekle bile bu mânâ açıkça anlaşılmış olur. Allah göktedir. Göğün üzerindedir. Arş'ın üstündedir demekte ısrar edenlerin asıl maksatları da, Allah'ı cisimlendirmekten berî kılmakla bu mutlak yüceliği ispat etmektir. Fakat bunu takdir edemeyenler teşbihe sapmışlardır. Biz gök kelimesinden de yükseklik mânâsı anlarsak da, bu kelimenin kökü renk mânâsına olan "gök"le ilgilidir ve sema ise mutlak yükseklik mânâsını ifade eden "sümüv"den türemiştir. Bu yüzdendir ki gök tabirinde tecsim (cisimlendirme), sema tabirinde de yükseklik mânâsı açıkça anlaşılmaktadır. Gök demek her zaman sema demenin yerini tutmaz. Onun için "Allah semadadır." demek, Allah şu cisimlendirilen göktedir anlamında değildir. Sonra şunu da belirtmek gerekir ki harfinin ifade ettiği zarfiyyet ister hakiki olsun, ister mecazi olsun "kapsamak" mânâsını gerektirmez. Mesela, "Sema başımızdadır." "Yer ayağımızın altındadır." dediğimiz zaman bu cümlelerden "Kuş havadadır." cümlesinde olduğu gibi zarfiyyet mânâsı anlamayız. Ne başımızın semayı, ne de ayağımızın altının yeri kuşatmış olduğu iddiasında bulunmayız. İşte bu gibi yerlerde gibi diğer bir harf mânâsıyla da tefsir edilebilir. Bu yüzdendir ki sözündeki zarfiyyet ile "yıldız semadadır" cümlesindeki zarfiyyet aynı anlamda değildir. Bunun gibi Allah Teâlâ'nın semada olmasını, Güneş'in semada olması arzında değil, hisse göre ilmin, cahile göre âlimin, yaratıklara göre yaratıcının, mahkûma göre hâkimin ve memura göre âmirin üstünlüğü tarzında anlamak gerekmektedir. Âyette buyurulmayıp olarak zikredilmesi ise, O'nun yüceliğinin görünen ve görünmeyen her şeyi dışardan ve içerden kuşatmış olduğunu, semanın yalnız üstünde değil, içinde de hükmünü, ulûhiyyet ve yaratıcılığını ifade etmek gibi bir nükteyi de kapsadığını gösterir. Bu ise tamamen "O, göklerde ve yerde tek Allah'tır. Sizin gizlinizi, açığınızı, (hayır ve şerden) ne kazanacağınızı bilir." (En'âm, 6/3) âyeti gibidir. "Allah'ın emri semadadır," şeklinde tefsir edenler de bu anlamı kasdetmişlerdir. Demek ki, "Allah, yerde değil, göktedir." tezini savunanlar, O'nun mekândan münezzeh (berî) olarak her yerde hazır ve nâzır olduğunu inkâr edip âyetinin açık anlamına karşı gelmişlerdir. Evet, sadece "Allah yerdedir." demenin de caiz olmayacağında ittifak vardır. Çünkü bununla mekan anlamı kasdedilmese bile, alçaklık mânâsına geldiği kolayca anlaşılmaktadır. Halbuki sadece "Allah semadadır." demek ise, cisim, mekân ve cihet kasdedilmeyerek, mutlak yücelik ve yükseklik mânâsıyla caizdir. Çünkü sema, yeri de kuşatmaktadır. Fakat "Allah yerde değildir." sözü O'nun yerde Allahlık ve tapınılma vasfını, ilim ve kudretinin nüfuzunu inkâr, yahut yeri O'nun kuşatması dışında tutmak kasdıyla söylenirse caiz olmaz, küfür olur. Çünkü "O, göklerde ve yerde tek Allah'tır." (En'âm, 6/3) ve "Muhakkak O, her şeyi kuşatıcıdır." (Fussilet, 41/54) Ancak mekân, alçaklık ve cisimlendirmeyi ortadan kaldırma mânâsı kasdedilirse, noksan sıfatlardan berî kılınmış olacağı için doğrudur. Yer, bize göre bile itaatkârdır. Lâkin bu mânâda "Allah, semada değildir, yani semada sabit değildir." demek de doğrudur ve öyle itikad edilmelidir. Çünkü O, semanın yaratıcısıdır. "O'nun kürsüsü semavat ve arzı kuşatmış." (Bakara, 2/255)dır. "O yücedir, büyüktür." (Bakara, 2/255), "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (Şûrâ, 42/11) "Allah sameddir, O, doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'na eş ya da denk değildir." (İhlas, 112/2-4) Bunun için âyetinden de "Allah Teâlâ'nın zatı, gökler ve yerin içinde sabittir." tarzında bir mânâ çıkarmaya kalkışmak doğru değildir. O'nu, göklerde ve yerde tapınılan Allah, diye anlamak gerekir. "Sizin gizlinizi de açığınızı da bilir." (En'âm, 6/3) âyeti de bunu beyan etmektedir. Allah bütün göklerden ve yerden, Arş ve Kürsi'den ve her şeyden büyük, lütufkâr ve haberdardır. Her şeyden mutlak bir üstünlükle üstün olan yüce Rab'dır. İşte bu mânâ ile 'dan "Allah" mânâsı anlamak doğru olur. Yaratan O, yeri itaatkâr kılan O, dönüş kendisine olan, dünya ve ahiret kendisinde birleşen mülkün sahibi, üstün ve yüce olan ancak O'dur. "Şu halde yerin omuzlarında dolaşın ve Allah'ın rızkından yeyin. Dönüş ancak O'nadır." (Mülk, 67/15) emriyle bizim yeryüzünde yürümemizin ve dönüşümüzün kendisinden geldiği gibi yine kendisinde son bulduğunu bildirerek bizi, yalnız yerdeki rızık ve hayat ile bırakmayıp "Rızkınız semadadır." (Zariyat, 51/22) âyetinin ifade ettiği gibi gökte rızıklandırmak üzere kendisine davet buyurmakta olduğunu ve şu halde bizim yerin omuzlarında yürürken yer ile beraber ona doğru gidiyor olduğumuzu, bu gidişin ise kolay olmayıp ilerlemesi ne kadar yüksek ise, alçalma ve iniş tehlikesinin de o nisbette büyük bulunduğunu beyan ederek uyarı makamında siz lütfu ve kudreti altında bulunduğunuz "O semadakinden emin misiniz?" diye buyurmuştur.Yani O'nun sizi ve yeri hep bulunduğunuz halde tutup duracağından ve gidişinizde sizi hiç helak etmeyeceğinden emin oldunuz, güven kazandınız da hiç korkunuz kalmadı mı? O yer üzerindeki hareketlerinizde nasıl küfür ve nankörlüğe, şeytanlık ve isyana sapar da korkmazsınız O üstünüzdekinden? Sizi yere geçirivermesinden, yahut yer ile beraber batırıvermesinden ki o vakit bir de bakarsınız ki o altınızdaki itaatkâr olan yer ızdırapla çalkalanıyordur. O ızdıraplarla bir volkan ateşinde kaynar gidersiniz, o cehennemi boylarsınız. O halde Allah'tan korkun da o yerin üzerinde yürürken küfür ve şeytanlıkla onu bozmaktan, Allah'ın emirleri hilafına haksız ve çirkin hareketlerden sakının. Bu uyarı, yerin itaatkârlığını ortadan kaldırmakla dahilinden uyarıdır. âyeti de, yerin itaatkârlığı ve uysallığı durduğu halde haricinden uyarıdır. Yani yoksa emin misiniz o semadakinden, korkmaz mısınız? Şeytanlara atış taneleriyle saldırıldığı gibi üzerinize semadan bir hâsıb, taşlar, mermiler yağdırmağa memur bir elçi, bir melek, bir rüzgar gönderivermesinden. Artık ileride nezirimin nasıl olduğunu bileceksiniz. Gönderdiğim peygamberin yahut onunla haber verdiğim uyarı ve tehdidimin ne olduğunu, yani şimdi iman etmezseniz ileride fiilen bilmeğe mecbur olacaksınız.
18. Ey o dönüşe bu tehdit ve uyarıya inanmayanlar! Gökten taş mı yağarmış? Tabii afetlerin bizimle ilgisi neymiş? Peygambere inanılır mıymış? diyenler! "Onlardan öncekiler de yalanlamışlardı." Misal vermek için burada muhatabdan gaibe geçilmiştir. Yani andolsun ki inanmayan inkârcılardan önceki kavimler, Nuh, Ad, Semûd, Firavun, Lût ve diğer kavimler gibi ardı arkası kesilenler, hep gönderilen uyarıcıları yalanlamışlardı da fakat nasıl olmuştu intikamım, yalanlamalarına karşı azabım? Her birini görülmedik bir şekilde köklerinden helak eden azabım ne korkunç olmuştu? Yukarılarda haber verildiği üzere bilinen nezir, aslında neziri (uyarım) nekir de nekiri (intikamım) demektir. Ra'nın kesresiyle mütekellim ya'sından vazgeçilmiştir. Bunlar mastar da, sıfat da olabilirler. Nekir, inkâra karşı görülmedik bir şekilde o ceza ile inkâr veya o cezaya memur olan kuvvettir.
19-20. O davet ve bu uyarı ile beraber bir uyanma ve yükselme delilini göstermek için de buyuruluyor ki: Ya üstlerinde uçan kuşlara da mı bakmadılar? Bir düzeyde sıra oluşturur gibi devamlı surette kanat açıp süzerlerken ve yumarlarken ki onlar semada da kah süzülerek, kah yumularak nasıl yükselip nasıl iniyor? İrili ufaklı o uçanlar, o kartallar, o kara kuşlar, o leylekler ve diğer kuşlar, havadan ağır olan o ağırlıklarıyla bulutlar gibi yüksekte nasıl duruyor? Nasıl gidiyor, nasıl yol alıyor da yerde ve gökte yaratıcının rızkından nasıl nasibini alıyor. Musallat olduklarına nasıl musallat oluyorlar, savaşlar etrafında nasıl dolaşıyor, nasıl canlar alıyorlar? Sonra da nasıl çırpınıyor? Nasıl ve neden düşüyorlar? Yerin omuzlarında yürüyen ve özellikle muharebe meydanlarında veya küfür vadilerinde dolaşan kimselerin bunları görüp ibret almaları lazım gelmez mi? Onlar bütün bu fiilerinde, hareket ve sükunlarında kendi içlerinden gelen bir arzu, bir irade ile fail olmakla beraber her iki halde de onları ancak Rahmân tutuyor. Gökde o tutuyor, yahut uçuşlarına o son veriyor. Ancak Allah Teâlâ'nın rahmetinin eseri olan bir nizamı, bir iradesi ile o yükseklerde uçabiliyorlar. O'nun emir ve müsadesiyle sırası geldikçe tepelerinizden inip savaş meydanlarında sizlere saldırıyorlar.
O nizama muhalefet ettikleri veya bir gaflet gösterdikleri yahut içlerinden gelen arzu kesiliverdiği zaman da derhal tutulup yuvarlanıp düşüyor, helak oluyorlar. Demek ki O Rahmân her halde herşeyi görücüdür. Muhakkak herşeyi tamamiyle görüyor ve gözetip duruyor. Bütün hayat ve dönüş hep O'nunla nihayete eriyor. İşte sizin yer yüzünde yürüyüşünüz ve yerin semaya doğru konumu da fezada, boşlukta uçan kuşlar gibidir. Sizi de tutan ve tutacak olan ancak o Rahmân'dır. Siz de O'nun, o kuşları uçuran nizamı ve tutması ile yükseklere uçabilirsiniz. Onlardan ibret alın uçun, fakat ne kadar uçsanız, yine öyle üzerinizde dolaşan ve haddini aştığınız halde Rahmân'ın emir ve tutmasıyla gökten inerek sizi avlayacak, binaenaleyh size karşı bir taraftan kandil bir taraftan da atış taneleri olacak olan nice kuşlar, uçaklar ve melekler vardır ki hepsi o Rahmân'ın kudret elinde askerleridirler. O halde sizler de O Rahmân'ın irade ve kudretine dayanarak O'nun emir ve nizamını takip ederek yerin omuzları üstünde uçaklar yapın ve imtihan meydanında yarışın. Fakat bütün hedefiniz ve gidişiniz O Rahmân'a karşı gelmek değil, O'na saygı ve kulluk ile katına dönmek, bağış ve mükafatına ulaşmak olsun. Çünkü ne kadar uçsanız, O'nun askerlerinden kurtulamaz, mülkünden dışarı çıkamaz, hiçbir yarık bulamaz, nihayet "Göz aciz ve bitkin halde sana dönecektir." (Mülk, 67/4) âyetinin mânâsını anlayıp kendinize, kendi çalışmanıza geçerek başlangıcınız olan yaratıcıya dönmek mecburiyetinde kalırsınız ve hiçbir zaman O'nun kudretinin elinden yakanızı kurtaramazsınız. O hepsini görür, gözetir durur. Sizlere verdiği kulak ve akıl da, onları anlayıp dinleyerek iman etmeniz ve ona göre çalışmanız içindir.
O sizin askerleriniz ordunuz, kuvvet almak istediğiniz vasıtalarınız kimdir? Putlarınızdan, şeytanlarınızdan tutun da yardım beklediğiniz silahlarınız, aletleriniz ve bütün yardımcılarınız ki sizleri kurtaracak Rahmân'ın önünden? O'nun azabından, yahut O Rahmân'ın dışında dayandığınız, güvendiğiniz şeyler... Demek ki O korumayınca, O'nun rahmeti ulaşmayınca ne yapsanız, ne kadar çabalasanız kendinizi koruyamazsınız. O'nun emirlerine uymayınca, O'na dayanmayınca, O'nun lütuf ve mağfiretine kavuşmayınca her şeyde zarardasınız. O sizin kulak ve aklınızı alıverse herşeyiniz duruverir. O'nun koyduğu hayat nizamı karışıverince her şey yok oluverir. Binaenaleyh O'nun dışında güvendiğiniz şeyler, yaptığınız ameller sönüverir, sönüverir değil, sizleri ebediyyen yakan bir cehennem, bir azab kesiliverir. Kâfirler ancak bir gurur içindedirler. O Rahmân'ı ve O'nun emirlerini, uyarılarını tanımayıp da yalnız hayatta kalmak için boğuşan ve öldükten sonraki hayatı inkar edenler aldanmaktan başka bir şey yapmış olmazlar. Uçsalar da kuş değildirler.
21. Size rızık verecek olan kimdir? Kimdir o maddî ve manevî, cismanî veya ruhanî hayatınızın dayanağı olan gıdayı, nasibi size verecek? Şayet O rızkını keserse, gerek nefsin dışından gerekse nefisten, verdiği rızıkları kesiverirse, mesela su ve havanızı yahut ışık ve idrakinizi alıverse bir damla suyu, bir soluk havayı size kim sunabilir? Bir lokma ekmeği nerde görürsünüz? Haydi diyelim ki bunları size sunmuş olsalar, ağzınıza soksalar veya siz onları biriktirmiş bulunsanız, o size hazım kuvveti vermez yahut kalbinizi, cereyanınızı durduruverirse bir yudum içebilir ya da bir lokma yiyebilir misiniz? Veya orduları besleyebilir misiniz? O halde rızkınızın rızık vericisiz olmayacağını bilir ve hep yemeyi düşünürsünüz de niçin o rızkı başkasından bekler, Rahman'ın mülkünde doğru dürüst iman ile çalışmazsınız; başkasından umar, tembellik yapar veya zulmeder, kendinizin ve kulların zararına koşarsınız? Hayır ne kadar doğru yola çağırılsalar ve uyarılsalar Allah'ın kendilerini iman ve irfan ile rızıklandırmadığı o kâfirler, isyan ve dikbaşlılıkla vahşet ve firarda, haktan kaçınmada inad etmektedirler, yan yan gider bir türlü doğru yola gelmezler.
22-23. O halde yüz üstü kapanarak yürüyen mi hak gayesine daha iyi erer, muradına ulaşır? İşte şeytanlıkta, batıl fikir ve inançta giden kâfirler, nankörler böyle yer yüzünde gözlerini yalnız alçaklığa, aşağılığa dikerek ve kendilerinden başkasını görmeyerek yüz üstü sürüne, sürüne giderler. Cehennemde de böyle sürüneceklerdir. Artık onlar mı daha iyi yoksa iman ve irfan ile doğru bir cadde üzerinde eğilmeden, dümdüz hakka giden, Allah'ı birleyen dosdoğru müminler mi daha iyi, daha hidayet üzere olur? Hangi taraftan olmalı? Hangisinin ardından gitmeli? İnsan olan bir düşünmelidir. Şüphesiz insanlık hayvanlar gibi yerde sürünmekte, rızkı sadece yerde aramakta değil, doğru bir yol ve istikametle Hakk'a doğru düpe düz gitmektedir. O halde insan olanlar yerin omuzlarında yürümek ve yaratıcının rızkından yemek ve O'nun katına ulaşmak için ilk önce yaratıcının birliğine ve koyduğu hükümlerine iman ederek ve O'nun gösterdiği delilleri takip ederek maddeten ve manen doğru ve geniş yollar açmalı ve hakkın semtine dosdoğru yürümelidir. İşte bu, dosdoğru yol ve hak din olan tevhid (birlik) yoludur. O yolda düz gitmek de, dosdoğru bir şekilde ahlâk ve şeriat dairesinde yürümektir. Şu halde bunun gereklerinden ilki, "Yoldan eza verecek, engelleri, pislikleri kaldırarak" yerin her tarafına geniş ve temiz yollar yapmak ve oralarda öteye beriye sarkıntılık etmeksizin dosdoğru olarak edeb ve adaletle yürümektir. Bunun için Allah Teâlâ Nuh Sûresi'nde geleceği üzere "Allah, geniş yollar edinip dolaşabilesiniz diye, yeryüzünü sizin için bir sergi yapmıştır." (Nuh, 71/19,20) buyurmaktadır. Şimdi de bu dosdoğru yürümenin esası; bu emirlerin bu uyarıların özeti olmak üzere Peygamber'e hitaben buyuruluyor ki:
De ki: Ey bu söze muhatab olan insanlar! Sizi yaratan, yani sizi bu vücutta ilk dirilten ancak o mülkün sahibi, o ölüm ve hayatı ve bu âlemin nizamını yaratan o lütufkâr ve herşeyden haberdar olan yaratıcı, O yüce Rahmân'dır. O'nun dışında hiçbir şey değil, ne şu ne bu, ne babalar analar, ne şu devlet bu devlet, ne yer ne gök hiçbiri değil, ancak hepinizi yaratan Allah Teâlâ'dır. Diğer sûrelerde geleceği üzere tavırdan tavıra o sizi yarattı ve size işitecek kulak, görecek gözler ve idrak edecek kalbler, gönüller verdi ki siz önce o kulakla işitilmesi gereken sesleri ve ilmin başı olan Kur'ân âyetlerini, elem ve kederlere yahut haber ve uyarılara delalet eden sesleri, iniltileri, figanları, gürültü ve çığırtıları hep birlik kulağı ile dinleyesiniz ve görülmesi gereken, türlü renk ve manzaraları kapsayan, görüş, akıl ve tecrübe ile nice ilimlerin ortaya çıkarılmasına yol açacak olan tekvinî âyetleri (delilleri) göresiniz ve hepsini gönlünüzde duyup idrak edesiniz de ona göre gereğince iman ve doğrulukla vazifenizi yaparak onların şükrünü yerine getiresiniz sizler pek az şükrediyorsunuz, o nimetlerin kıymetini takdir etmiyor, onları veren Allah'a karşı ta'zim ve ibadet vazifelerinizi yapmıyor, yapsanız da pek az yapıyorsunuz, yahut pek azınız yapıyor. Bir çoklarınız o nimetlerin ve yaratıcının kıymetini bilmiyor, yanlış yollarda ve yaratılışlarının aksine olarak onları boş gayelerde kullanarak israf ediyorsunuz. Gerek yukarıdaki âyetlerden, gerek "Şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık" (Mülk, 67/10) âyetinden ve gerekse bu âyetten anlaşılıyor ki, kulak ve gözler, akıl ve vicdan, Allah Teâlâ'nın insanlara uzaktan acı veya tatlı haberler vermek için gönderdiği koruyucu elçilerin en yakınlarıdır. Kitapların tebligatı, melek ve peygamberlerin haber ve uyarıları herkese hep bunlar vasıtasıyla ulaştırılırlar. Gerçi dokunma, tatma ve koklama duyuları da Allah'ın birer habercisidir. Fakat bunlar, uzak tehlikeleri duyurmaz, en yakından haber verirler, o vakit ise korunmaya imkan kalmaz. Tehlike veya netice gelmiş çatmış bulunur. Kulak ve gözler, akıl ve kalb ise en uzaktan haber vererek gelecek için uygun bir tarzda uyarıda bulunurlar. Bunlardan güzel şekilde istifade etmek istemeyen ve yalnız dokunma, tatma ve koklama duyuları alanındaki alışkanlıklara düşkün olanlar "Allah bir şey indirmedi." diye ne peygamber, ne kitap ne uyarı dinlemez, şeytanların arkasına düşerek sonunda "Şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık (şimdi) bu alevli cehennemin mahkumları arasında olmazdık!" (Mülk, 67/10) derler ve yanarlar.
24. De ki: Sizi zerre zerre yaratıp, yerde yayan, çoğaltarak her hangi bir sebeple şuraya buraya, şu dereye, şu tepeye, şu ülkeye, şu noktaya, şu cemiyete bu cemiyete dağıtan da ancak, O sizi yaratan Allah'tır. Yoksa ne gelişir, ne çoğalır, ne büyür, ne dağılır ne de her biriniz bir yerde bir mevki işgal edebilirdiniz. Sonunda da hepiniz O'nun huzurunda toplanacaksınız; her nerede olursanız olunuz, her hangi bir noktada, bir devlet ve toplulukta bulunursanız bulununuz, nihayet O'na sevkedilip O'nun katında toplanacaksınız. Böyle olmayan hiç bir ferd, hiçbir cemiyyet yoktur. O halde niçin önce sizi başkası yaratmış, başkası büyütmüş sonra da ölmeyecek, bulunduğunuz dünyada kalacak, yahut başkasına gidecekmişsiniz gibi davranıyor, başkalarına kulluk ediyor, başkalarından korkuyor, nankörlükle bu bayağılıkta kalmak istiyorsunuz da, O'na gideceğinize iman ederek her hareketinizde O'nun rızasını gözetip şükrederek O'na gitmek istemiyorsunuz? Demek ki siz her nerede olursanız olunuz O'ndan kulağınıza, gözlerinize, gönüllerinize eriştirilen haberleri güzelce, samimiyyetle dinleyip onlara hıyanet etmeden hareket edecek olsanız hiçbir yerde ölümden kurtulamayacağınızı ve her nerede bulunursanız yaratıcının yardımıyla yaşadığınızı ve sonunda O'na gideceğinizi bilir anlarsınız. Ve bu anlayışla yüzünüzü O'na, O'nun kıblesine çevirip ancak O'ndan korkarak ve O'na şükrederek hareket edecek olsanız, "Nerede olursanız olun sonunda Allah sizi bir araya getirir.." (Bakara, 2/148) âyetine göre hepiniz bir cemiyyet olarak O'nun huzuruna ak yüzle girmiş ve başka korkuların hepsini atmış bulunursunuz. O sizi her şeyden kurtarır ve her murada erdirir. O'ndan başka saydıklarınız ve korktuklarınız ise O'nun elinden sizi kurtaramaz. Olsa olsa bir kaç günlük geçici bir zevk veya kedere sebebiyyet verebilir, o da Allah'ın izin ve iradesi olursa yapabilir. Ve nihayet hepiniz ferd ferd veya cemiyyet cemiyyet veya bütün yer ve gökle birlikte O'na sevkedilir, O'nun huzurunda yeni bir diriliş, ebedi ceza ve mükafat için toplanırsınız.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|