12. Haberiniz olsun ki herhalde Rablerini görmeden saygı besleyenler, yani azabı gelip çatmadan, fiilen müşahede alanına çıkmadan önce henüz kendilerinden gâib iken, yahut el içinde iki yüzlülükle değil de âlemin gözlerinden uzak olan kalblerinden samimi şekilde korkup sakınarak Rablık şanıyla emirlerine, uyarılarına hürmet ve saygı hissi besleyenler bir mağfiret ve büyük bir mükafat onlar içindir. Azabı görünceye kadar korkmayanlara yahut kalblerinde saygı olmayıp da açıktan iki yüzlülük edenler için değildir. İşte sizleri, ileri hayat için hanginiz daha güzel iş yapacak diye sorumluluk ve imtihan dünyasında yavaş yavaş müsabaka meydanına çıkarmak için ölüm ve hayatı yaratmış ve herhangi bir bozukluk olmaksızın bir diğerine uygun ve muntazam yedi gök ile her tarafınızdan kuşatıp kendinizi tanıtmış ve dünya semasını kandiller ve akan yıldızlarla donatıp o nur ve nâr nizamı içinde sizi aydınlatmak ve sakındırmak üzere bu müjde ve uyarı âyetlerini dinleyip anlayarak tatbik etmeniz için peygamberine ve o vasıta ile sizlerin kulaklarınıza ve aklınıza kadar indirmiş olan o Rahmân böyle Aziz, böyle Gafûr'dur.
13. Ve kavlinizi yani iyi veya kötü söylediğiniz sözü, yahut inanç ve görüşünüzü ister sır olarak tutun, gizleyin ister onu açığa vurun, haykırın, O'nun yanında aynıdır. Hepsini bilir, ona göre hesabını görür. Binaenaleyh O'na gizlide ve açıkta tam saygı beslemek gerektir. Ey sorumlular! Ey o ölüm ve hayat arasında imtihan meydanına atılmış saygılı veya saygısız, dinleyen veya dinlemeyen, düşünen veya düşünmeyen bütün mübtelalar! Çünkü O Rabbiniz bütün göğüslerin künhünü bilir; nefislerin, kalblerin içiyle, dışıyla bütün hakikatini, kendi hakikatlerinde kendilerinin bile vakıf olamadıkları gizliliklerin hepsini bütün yönleriyle bilir.
14. Hepsini O yaratmıştır. Bilmez mi yaratan yarattığını? Bir duygu duyan, bir şey düşünen, bir niyet eden, bir söz söyleyen, kasıtlı olarak bir iş yapan, onu yaparken ne kadar gizlemek istese kendinden gizleyemez, vicdanında onu o anda duyabilir. O halde onu ve bütün göğüslerin hakikatini, bütün mahlukatı yaratan yaratıcı daha önce ve daha mükemmel şekilde bilir. O göğüsler, o nefisler, o düşünceler, o kuvvetler, o fiiller ve o duygular bilgiyle, hep Allah'ın yaratmasıyladır. O yaratmayınca kimsenin ne eli oynar ne dili, ne hissi yürür ne fikri, ne vicdanı kalır ne kendisi. Bakarsın bir an içinde el çolak olmuş, dil tutulmuştur. Fikir durmuş, akıl boğulmuştur. Gönül kendinden geçmiş, ben böyle yaparım diyen nefis yerle bir olmuştur. Yaratıcının yeni bir yaratma ile imdadı yetişmezse hiçbir yaratık onu kendine getiremez ve o yaratmayı işletemez. Çünkü bir zerre, bir şuur, bir şey yaratmanın dayandığı teferruatı bilemez. O, bütün sebepler silsilesini kuşatan olgun bir ilim ve kudretin eseridir. Yaratıkların, yaratıcıdan bir şey gizlemesine imkân yoktur. Bir yaratık kendinde sonradan meydana gelen bilgiyi ve onun mânâsını ondan önce onu ve onda o bilgiyi bütün hakikatiyle yaratan yaratıcının ilmine borçludur. Mahlûkta herhangi bir hadise meydana gelir de onu, yaratan Allah bilmez olur mu? O, latif ve habirdir..
Latif, "Lütuf"tan mübalağalı ism-i fâil, yahut "letâfet"ten sıfat-ı müşebbehe olabilir. Birincisine göre kelimenin anlamı, "son derece lütufkâr" demektir. Lütuf, gayet incelik, hoşluk ve uygunlukla gayeye ulaştırmak ve muradını vermek mânâsınadır. Letâfet de kesâfet (kabalık, kalınlık)in karşıtı olarak incelik, hoşluk, naziklik demektir ki zıddı, bir anlam ifade eden kesâfetin derecesine göre nisbi olarak çeşitli mertebelerde düşünülür.Latif bir hava dediğimiz gibi bazı cisimlerin de latif ve ruh sahibi olduklarını söylemek bu anlamda nisbi (göreli) bir güzellik itibariyledir. Işığa, nura ve esire (kâinatı dolduran elastiki ve akıcı hafif bir cisme) latif denilmesi, daha ince bir düşüncedir. Halbuki bunlarda az çok maddî veya cismani bir çeşit kesâfet mânâsı da vardır. Hiç kesâfet mânâsı olmadan düşünebileceğimiz bir letâfeti ancak ilim mahiyetinde bulabiliriz ki, böyle yalnız ilmi işaretle hissedilebilen letaife "Mücerredât" ismi verilir. Mutlak varlık, mücerredâtın en yükseği, vâcibü'l-Vücûd (varlığı gerekli) olan Allah'ın zatı ise hepsinden üstündür. Birisi, "en ince en gizli işleri bütün inceliğiyle kolay kolay bilen: demektir ki bu mânâ, ilim sıfatının güzelliğine aittir. Diğeri de nasıl yapıldığı gizli olan, en güzel şeyleri yapan ve yaratıkların muhtaç oldukları faydalı şeyleri lütuf ve yardımıyla ihsan eden ve ulaştıran lütufkâr demektir. Bu mânâ da tekvîn sıfatına aittir. Razî'nin de dediği gibi burada "habîr" sıfatı ayrıca zikredildiğinden dolayı bu mânâ daha uygundur. O yaratıcı, ancak böyle bir şeyden haberdar olan latif ve mükemmel bir zattır. Haberdar olmayan kuvvetler, tam mânâsıyla latif olmayacağı gibi, her şeyi bilmeyen latifler, ruhlar ve melekler de yaratıcının kendisi değil, işleridir. Nitekim "De ki: Ruh, Rabbimin işlerindendir..." (İsrâ, 17/85) buyurulmuştur. deki lâm-ı tarif (belirtme harfi) mükemmelliğe işaret etmektedir. Mükemmel latif, mükemmel bilgili demektir. Müsnedin (haberin) ma'rife (belirli) olması da yegane mânâsı ifade ettiğinden dolayı, bu iki mükemmel sıfatın tamamen yaratıcıya ait olduğunu gösterir. Dolayısıyla bundan şu mânâları anlayabiliriz: Birincisi, yaratma fiili, yoğunluk ve durgunluğun işareti olan maddenin şanı değil, lâtif olan kuvvetin işidir. İ
İkincisi, ilimsiz kör bir kuvvetin özelliği değil, tam mânâsıyla lâtif ve âlim bir kudretin özelliğidir. Üçüncüsü, ilminde bir eksiklik bulunan kudretin de değil, her şeyi tam hakkıyla bilen, haberdar olan O yüce kudret ve kuvvetin şanıdır. İşte yaratıcı O'dur. O yaratan, yarattığını, yaratacağını ve her şeyi bilir. O halde bütün göğüslerin hakikatini de bilir. Mükelleflerden çıkan gizli açık, iyi ve kötü her söz ve fiil, iman ve küfür, her hal ve durum, her niyet ve maksat O'na malumdur. Lütfunu da cezasını da ona göre verir. Onun için insan olan, ölüm ve hayat arasına, imtihan meydanına dökülmüş bulunan bütün sorumlular, O'na gizli ve açıkta o nisbette korku ve sevgiyle, saygı ve hürmet demek olan haşyet hissiyle dolu olarak yararlı işler koşup o ateş azabından korunmalı, Allah'ın müjdelediği o büyük mükafat ve bağışa ermelidirler.Şimdi bunu daha pratik bir şekilde açıklamak ve bu âlemde insan için yeryüzünden göğe, maddeden mânâya, alçaklıktan yüksekliğe terakki şekilleriyle gerileme ve helak tehlikeleri arasında doğrudan doğruya Allah'ın rahmetine götürecek bir doğru yola, ahiret hayatı ve dirilme gayesine yönlendirmek için hem teşvik hem de uyarı mânâsında buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
15- O size yeri boyun eğer kıldı. Haydi onun omuzlarında (dağlarında, tepelerinde) yürüyün ve Allah'ın rızkından yeyin. Dönüş ancak O'nadır.
16- Gökte olanın, sizi yere batırıvermeyeceğinden emin misiniz? O zaman yer sarsıldıkça sarsılır.
17- Yoksa siz, gökte olanın üzerinize taş yağdıran bir kasırga göndermeyeceğinden emin misiniz? Tehdidim nasılmış bileceksiniz.
18- Andolsun, onlardan öncekiler de yalanladılar. Ama beni inkâr nasıl oldu?
19- Üstlerinde kanatlarını açıp yumarak uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları Rahmân'dan başkası tutmuyor. Doğrusu O, her şeyi görmektedir.
20- Rahmân olan Allah'a karşı şu size yardım edecek askerleriniz hani kimlerdir? İnkârcılar, ancak derin bir gaflet içinde bulunmaktadırlar.
21- Allah size verdiği rızkı kesiverse, size rızık verecek olabilen kimdir? Hayır, onlar azgınlık ve nefrette direnip durmaktadırlar.
22- Şimdi yüz üstü kapanarak yürüyen mi doğru gider, yoksa dosdoğru yolda yürüyen mi?
23- De ki: "Sizi yaratan, size kulaklar gözler ve gönüller veren O'dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz!"
24- De ki: "Sizi yerden üreten O'dur ve O'na toplanıp götürüleceksiniz."
25- (Onlar): "Doğru iseniz bu tehdit ne zaman olacak?" diyorlar
26- De ki: "(O'na ait) bilgi, Allah'ın yanındadır. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım."
27- Onu yakın görünce inkâr edenlerin yüzleri kötüleşti. Ve: "İşte çağırıp durduğunuz şey budur!" dendi.
28- De ki: "Baksanıza, eğer Allah beni ve benimle beraber olanları öldürse, yahut bize merhamet etse, kâfirleri acı bir azabdan kim kurtarabilir?
29- De ki: "O çok merhametlidir. O'na inanmış, O'na dayanmışızdır. Yakında kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu bileceksiniz."
30- De ki: "Baksanıza, eğer suyunuz çekilse, size kim bir akarsu getirebilir?"
15-16. "O kıldı" Bu cümle, lütuf sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah Teâlâ'nın insanlara olan lütuflarından birini hatırlatmakta ve O'na ait vazife ve gayeleri göstermektedir. Sizin için. Bunun önce zikredilmesi ihtisas ifade eder. Yani her şey ve her yaratık için değil, ancak siz insanlar ve özellikle bu söze muhatab olan kulak ve akıl sahibi kimseler için kıldı. Yeryüzünü bir zelûl. Zelûl, boyun eğmek mânâsına gelen, esre ile "zill" mastarından mübalağa sıfatıdır. Herhangi bir şeyden sana boyun eğen, yani istediğin gibi kolaylıkla çekip götürecek şekilde kullanmaya müsait bulunan uysal şeye zelûl denir. Bunda asıl olan hakaret ve horluk mânâsı değil, kolaylık, yumuşaklık, uygunluk yani uysallık mânâsıdır. Bir şey zelûl olmakla beraber şerefli olabilir. Nitekim tevazu, yani mütevazi davranma bir şereftir.
Hâk ol ki Hudâ mertebeni eyleye âli.
Tâc-ı ser-i âlemdir o kim hâk-i kademdir.
"Toprak ol ki Allah dereceni yüceltsin
Kim ayağın tozu olursa o âlemin baş tacıdır."
Yani zelûl olmak, zelil olmayı gerektirmez. Hor ve hakir demek olan zelil, "zâl"ın ötresiyle "züll" mastarından gelir. Boyun eğmek ve uysallık, haricî bir sebep ve tesirle meydana gelmekle beraber, esas itibariyle istekle yapılan bir fiil olduğundan zelûl vasfı, hayvanlar için hakikat anlamı ifade eder. En'âm denilen yumuşak başlı hayvanlar, zelûldur. "Bu hayvanları onların emrine âmâde kıldık. Onların bazısını binek olarak kullanırlar, bazısını besin olarak yerler." (Yâsin, 36/72) âyeti de bu anlamdadır. Lisanımızda bunun en yaygın örneği koyundur. "Koyun gibi" deriz, koyun zelûldur, zelil denilmez. Eşek zelûl olmakla beraber zelillikte de bir örnektir. Deve zelûldur, ama zelil değildir.
At sahibine karşı itaatkârdır. Ufak bir işaretten anlar, zelil değildir. Kullanmasını bilmeyeni dinlemez, silker geçiverir. Beygir de hem uysal hem de aşağılanan bir hayvandır. Katır ise genellikle hor görülür pek uysal değildir. Taş gibi zorlukla kullanılan şeylere zelûl denilmez, denilirse mecaz olur. Şu halde yeryüzüne "zelûl" denilmesi bir benzetmedir. "Zelûl hayvan gibi" anlamındadır. Omuzlarında yürüme emri karinesiyle bunun sade bir koyun gibi eti yenen, sütü sağılan, yünü kırpılan bir hayvan olmayıp, at veya deve gibi daha ziyade, binilen en mühim bir hayvana benzetilmiş olduğu anlaşılıyor ki bu konuda, ilk akla gelen de Arab atı veya hecin denilen iki hörgüçlü ve çok hızlı koşan bir cins devedir. Yer, bu suretle her türlü istifadeye müsait olarak binilen ve incitmeden yürüyen uysal bir binit halinde tasvir edilmiştir ki, bunda onun hissedilmeyecek kadar istekli ve seri bir hareketle sarsmaksızın yürüdüğüne de bir işaret vardır. Demek ki Allah Teâlâ bize yerin hareketini gerçekte olduğu gibi hissedilmeyecek bir halde bildirmiştir. Bilindiği gibi bu nevi teşbih ve istiareleri kuvvetlendirmek için gösterilen delillere "terşih" denilir. Burada da maksadın öyle bir benzer binit olduğu şu şekilde terşih edilerek buyuruluyor ki: "Haydi onun omuzlarında yürüyün." Bu emirden iki yürüyüş anlaşılır. Birisi, onun üzerinde, omuzlarında yürümektir ki bu, bildiğimiz şekilde yer üzerinde bizzat yapmış olduğumuz yürüyüştür. Bu cümlede emir fiiline bağlanarak "mef'ul-i fih" olur. Buna göre biz yalnız yerin sınırları içinde yürümüş oluruz. Diğeri de bir at veya gemi üzerinde fakat yerin sırtında ve onun yürüyüşü ile yürümemizdir ki, bu durumda zarf-ı müstakarr olarak "meşy"in fâili olan muhatablardan haldir. Bunda Allah Teâlâ'nın emriyle ilk defa bizatihi yürüyen yeryüzü, ikincisi de, onun üzerinde vasıta ile yürüyen biz olmuş oluruz. Bu suretle yürüyüşümüz yerin bir sınırına doğru değil, göğe doğrudur. Arkadan gelen âyette de gökten bahsedilmesi, buna açık bir delildir. Bu âyette üzerinde durulması gereken birkaç nokta daha vardır.
1- Yerin menâkibi nedir? Bilindiği gibi menkib, omuz demektir. Ancak görüldüğü gibi âyette "iki omuzunda" ifadesi kullanılmayarak "menakib" şeklinde çoğul sığasıyla zikredilmiştir. Demek ki yerin omuzları, bildiğimiz binit hayvanlarında olduğu gibi iki omuzdan ibaret değil, çoktur. O halde bu omuzlar nedir? Râzi'nin beyanına göre müfessirlerin bu konuda üç görüşü vardır. Birisi, "Katâde, Dahhâk ve İbnü Abbas'ın görüşüdür ki, buna göre yerin omuzlarından maksat, dağlar ve tepelerdir." İnsanın omuzları yüksek olduğu gibi dağlar da yüksek olduğundan "menâkib" denilmişir. Bu anlayışın neticesinde şöyle bir mânâ ortaya çıkmış olur: Ben size onun omuzlarında (dağ ve tepelerinde) bile yürümeyi kolaylaştırdım. Halbuki omuzlar yerin, zelil kılınmaktan en uzak olan cüzleridir. O halde diğer cüzlerindeki kolaylık daha fazla olmaz mı?
İkincisi, yerin omuzlarından kasıt, yolları, açıklıkları ve yan taraflarıdır. Bu görüş de, Hasen, Mücâhid, Kelbi ve Mukâtil'in görüşü ve Atâ'nın İbnü Abbas'tan yaptığı bir nakildir. Ferrâ ve İbnü Kuteybe de bu görüşü tercih etmişlerdir. Buna göre de menâkib, yan taraflar demektir. Adamın iki omuzu da iki yanıdır. Ve bu, "Allah, size yeri bir sergi yaptı ki onda (açılan) geniş geniş yollarda gidesiniz." (Nuh, 71/19,20) âyeti gibidir. Bu iki görüşte de menâkib, mecazi anlamda kullanılmıştır.
Üçüncüsü, Zemahşeri demiştir ki: "Omuzlarda yürümek ifadesi, aşırı zelil kılınmanın bir misalidir. Çünkü iki omuz ve onların birleşme yeri olan ense kökü, devenin en ince ve yürüyenin ayağıyla basıp ta itimad edebileceği en zayıf noktasıdır. Deve omuzunda yürünebilecek bir duruma geldiği zaman boyun eğme ve itaat etme konusunda son dereceye gelmiş demektir." Bu surette "yerin omuzlarında yürüyün" emri, yerin boyun eğmede nihâi derecede olmasından kinaye olarak deveye teşbihi ifade etmektedir. Bu mânâya göre âyet, "onda istediğiniz gibi tasarruf edin" demektir. Güzel olmakla beraber burada "menâkib"in ayrıca bir mânâsı düşünülmeyerek "meşy" (yürümek) fiili ile beraber kinaye veya istiâre-i temsiliyye yapılmış olmaktadır.
Bununla yetinmek ise, yerin omuzları denilen şeyleri araştırmaya lüzum göstermemiş olacağından, yeryüzünün etrafını keşfe çalışmak gibi gayretleri tahrik etmeye elverişli olmadığı zannedilebilir. Halbuki bu emir, yer üzerinde yayılma duygusu telkin ederek müslümanlara az bir zaman içinde âleme dağılma yollarını açmış olan ilâhi irşadlardandır. Şu halde menâkib tabiri için de ayrıca bir mânâ düşünmek gerektir ki o da, bu üç izahın hülasası olmak üzere ortaya çıkan mânâdır. Buna göre yerin omuzlarından maksat, yerin en yüksek, en uzak, yürümek için en zor ve nazik yerlerine kadar uzanan sırtı demektir ki bu da, dağları, tepeleri, ovaları ve dereleriyle bütün doğu-batı taraflarına, kuzey ve güney kutuplarına varıncaya kadar etrafını kuşatan alanın hepsini kapsar. Bu itibarla "yerin omuzlarından maksat, yerin etrafıdır" şeklinde yapılan tefsir, en kapsamlı bir tefsirdir. Ancak Zemahşeri'nin dediği gibi, "meşiy" (yürümek) fiiline "mümkün olan her türlü tasarrufda bulunma" mânâsı verildiğinde bundan yalnız yerin sathında kalınmayıp hafriyat veya başka yollarla yerin derinliklerinde araştırma yapmak mânâsı da anlaşılmaktadır.
2- Bundan anlaşılıyor ki, yerin omuzlarında yürümek için önce onu keşfedip bilmeye de ihtiyaç vardır. Bu ise, yerin sathına dair halleri bildiren ve adına coğrafya denilen bilgilerle olur. Şu halde burada coğrafya bilgisini tahsil etmeye ve yavaş yavaş keşifleri ileri götürerek araştırma yapmaya da bir teşvik vardır. Ayrıca bundan yerle ilgili araştırmalarda bulunmak gibi pratik ilimlerin hepsine yönlendirme mânâsı da anlaşılabilir.
3- "Yürüyün" ve "yiyin" emirlerine müfessirler mübahlık mânâsı vermişlerdir. Bu, umumi açıdan doğru olmakla beraber biraz izaha ihtiyaç gösteren bir konudur. Sözün gelimi, bu emirlerin sırf mübahlık için değil, lütuf ve uyarma arasında bir irşad için olduğunu da göstermektedir. Lütuf, asıl fiillere karşı ihtiyatlı kılma ve güçlendirerek teşvik etme açısındandır. Bu yönden âyette ibahâ (mübahlık)dan öte bir nedb (yapılmasını uygun görme) ve lüzumuna göre vücub mânâsı da vardır. Nafakasını temin etmek ve ölmeyecek derecede yemek vacib olduğu için bu gibi durumlarda sözkonusu emirler mübah olarak kalamaz. Uyarma hususuna gelince o da, "Dönüş O'nadır." (Mülk, 67/15) âyetinden de anlaşılacağı üzere bu fiillere yol açan gaye ve niyetlere göredir. Yani yürüyün, çalışın, yeyin ama bu kuvvetleri ve selâhiyetleri size veren Allah'ı ve ölümü unutmayarak ve ona hesap vereceğinizi düşünerek hareket edin. Haksızlık, tecavüz, israf, zevk ve eğlenceye dalmak gibi kötü gayeler için değil, Allah için ve Allah'a gideceğinizi hesap ederek, kısacası Allah'tan korkarak yürüyün ve yeyin demektir. Bu iki husus düşünülünce umumi sonuç mübahlık mahiyetinde kalsa da, bunların gerek ferd, gerek cemiyet açısından mühim bir uyarı olduğunu unutmamak ve durumun gerektirdiğine göre vücûb, nedb, ibaha hükümlerini ictihad yaparak ayırmak icab eder.
4- "Onların omuzlarında yürüyün ve O'nun rızkından yiyin. Dönüş, yalnız O'nadır." âyetindeki "yürüyün" ve "yeyin" emirleri, yürümenin rızık işi yani hayat mücadelesinde yararlı işlerle çalışıp kazanma meselesiyle ilgili bir iş olduğunu ifade eder. Ayrıca bu sûreyi okumanın rızkın genişlemesiyle alakalı bulunduğuna dair daha önce geçen haberlerin kaynağının da bu âyet olduğunu ortaya koyar. Ve böylece de "Hanginizin daha yararlı iş(ler) yapacağınızı denemek için..." (Mülk, 67/2) âyetinde beyan edildiği gibi ölüm ve hayat arasında en güzel işler yapmak için imtihan meydanına çıkışın pratik bir manzarasını anlatmış olur. Şu halde bu yürüyüş, gerek cihad, gerek ticaret, gerek ziraat ve gerek sanayi gibi herhangi bir çalışmanın kazanç sebeplerini ve maksatlarını içine almaktadır. Bununla beraber "De ki: "Yeryüzünde dolaşın ve bakın..." (En'âm, 6/11; Nahl, 16/36; Neml, 27/69; Ankebut, 29/20; Rum, 30/42) emirleri doğrultusunda yeryüzünü müşahede edip araştırarak ibret ve bilgi elde etmek, din ve faziletin yayılması konusunda gayret göstererek mükafat kazanmak gibi manevî rızıklarla faydalanma maksatlarını dahi kapsamaktadır. Şu halde bu emirler aynen fertlere de hitab etmekle beraber daha ziyade cemiyete yöneliktir.
İşte bu suretledir ki, müslümanlar, "hayır işlerine koşun" (Bakara, 2/148; Mâide, 5/48) âyeti üzere imtihan meydanına sevkedilmişlerdir.
Ve rızkından yeyin, yani "O yaratıcının rızkından yeyin." emrinde yer alan "ekl" yalnız yiyeceğe mahsus olmayıp "zikr-i hâs, irade-i âmm" (hususi mânâda zikredilip, umumun kasdedilmesi) kabilinden olarak içmek ve giyinmek gibi hususları da içine almak üzere mutlak faydalanma mânâsına geldiği gibi Bakara Sûresi'nde yer alan "Kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler." (Bakara, 2/3) âyetinde geçtiği üzere tıpkı ilimde olduğu gibi maddiyattan başka maneviyatı da kapsamaktadır. Nitekim rızk hakkında yapılan "Allah'ın hayvanlara gönderdiği ve onların yedikleri şeylerdir." şeklindeki meşhur tarifde geçen "ekl" (yemek) de "intifâ" (yararlanma) diye tefsir edilmiştir. Bu, akaid ilminin üzerinde durduğu bir husustur. Sonra bu rızık yalnız yeryüzünde bulunan rızıktan ibaret değildir. "Rızkınız da ... semadadır." (Zâriyat, 51/22) âyetinde ifade edildiği üzere rızkımızın en mühim esasının gökte olmasına "O yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra kendine has bir şekilde göğe dönüp doğruldu..." (Bakara, 2/29) âyetinde işaret edildiği gibi biz yerin omuzlarında yürürken yalnız yerde değil, onunla beraber göğe doğru da yürümeye ve bu suretle semadan havamızı ve ışığımızı ve diğer maddî ve manevî ihtiyaçlarımızı bildiğimiz ve bilmediğimiz yollardan almaktayız. Binaenaleyh bu yürüme ve yemenin gaflet ve alçaklıkla değil, büyük bir uyanıklık ve yüksek bir hayat gayesiyle olması lazım gelir ki, o da, Allah için iyi niyet taşıyarak ahirete yönelik maksatları gözetmek ve Allah'ın mülkünde o suretle mertebeye ulaşmaktır. Onun için bu emirlerin sebebi olmak üzere buyuruluyor ki bununla beraber dönüş ancak O'nadır. Furkan ve diğer sûrelerde de geçtiği üzere "nüşûr" yayılmak mânâsına da gelmekle beraber daha ziyade hayat, özellikle ölümden sonraki hayat, başka bir ifade ile öldükten sonra dirilmek demektir. Yani giderken sonunuzun yine o başlangıca dönmek olduğunu unutmayın. Gidip gidip nihayet O'na varacaksınız. O'nun için dirileceksiniz. Evvel O olduğu gibi Âhir de O'dur. Bütün yürüyüşler böyle iki ucu birleşen bir daire üzerinde meydana gelen bir dönme hareketi demektir. Şu halde bütün o hareket esnasında da yular tamamen O'nun elindedir. Asıl hayat ve hayatın gayesi sizin için değil O'nundur. Mülk O'nun elindedir. Böyle dünya ve ahiretin birliğini düşünmeyenler, perişan olur. En yüksek idealin O'nun rızası olması lazım gelir. Sizin dediğiniz ve kuruntunuz olacak değil, O'nun dediği olacaktır. O'nun rızası dışında hangi maksada ulaşmak için yürüseniz nihayet O'nun birlik huzuruna, o niyet ve maksadın sorumluluğunu taşıyarak varacaksınız. Fani maksatlar sönecek, o mülkün nizamına uygun olmayan fikirler, hareketler ortadan kalkacak, bakiye ait olanlar kalacaktır. Kötü amellerde ateşi körükleyenler ateşe, güzel amellerle cenneti süslemeye çalışanlar bağış ve cennete ulaşacaktır. Evet, yerin omuzlarında yürüyün, ama şunu iyi bilerek yürüyün ki bütün o yürüyüşlerin, o yeyişlerin gayesi O'nunla nihayete eren bir dönüştür. O dönüş de, nihayet bir yükle o yaratıcıya dönüp O'na arz edilmektir. Yeri size itaatkâr kılan ve onun üzerinde yürüme selahiyet ve kuvvetini veren O olduğu gibi, onda yürütecek ve maksada erdirecek ve sonunda kendine varılacak olan da O'dur. O halde daima O'nun lütfu sayesinde yürüyünüz ve sonunda O'nun huzuruna varıp hesap vereceğinizi düşünerek O'nun nizam ve hükümlerinin dışına çıkmaya çalışmaksızın, küfür ve nankörlük, zulüm ve isyan, kötülük ve şeytanlık yollarına sapmaksızın nimetlerinin kadrini bilip her birini yerinde sarfetmek için en güzel şekilde hareket ederek, kısacası başta ve sonda O'na iman edip ve korkusuyla dolup, azabından korunarak ve nimetlerine şükrederek O'nun yanında vaad edilen en yüksek hayata ermek için yürüyün, yoksa o yeri size amâde kılan ve size onun omuzlarında yürüme selâhiyeti veren yaratıcı, dilediği zaman sizden o selâhiyeti alıp size yeri itaatsız hale getirerek, altınızda çalkalayıvermeye veya size, sizden daha kuvvetlisini musallat etmeye de kâdirdir. İşte bu uyarı yönü şu âyetlerle açıklanıyor.
17. "Gökte olandan emin mi oldunuz?" "Semadaki zat (gökte olan)" demektir. Bu ünvan bizden üstün olarak gökte bulunan akıl sahibi varlıkların hepsini içine almaktadır. Onun için bazı müfessirler "göktekiler"den maksadın melekler olduğunu söylemişlerdir. Lâkin sözün gelişi, bunun melekler değil de, Allah Teâlâ olduğunu göstermektedir ki selef âlimlerinden nakledilen görüş de çoğunlukla budur. Ancak "O'nun kürsüsü (tahtı) gökleri ve yeri içine alır..." (Bakara, 2/255) âyetinde ifade edildiği gibi Arş'tan da üstün olan ve "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (Şûrâ, 42/11) âyetine göre de benzeri bulunmayan Allah Teâlâ göktedir demek nasıl olur? zarfiyyet mânâsına geldiği ve zarf, mazrûfundan (zarflanandan) büyük olduğu cihetle göğün Allah Teâlâ'dan daha büyük olması, yahut O'nun da yarattığı cisimler gibi mekana muhtaç olması ve mekanın O'na ihtiyaç duymaması lazım gelmez mi? Ve o halde O, her şeyi kuşatıcı olur mu? diye birçok soru sorulabilir. Zaten bu yüzdendir ki sözkonusu âyetle ilgili oldukça fazla münakaşa yapılmıştır. Bu konuda mânâsı en muhkem (açık ve kesin) olan âyetini, Allah Teâlâ'nın mekandan ve cihetten berî olduğuna dair zikredilen naklî ve aklî delilleri iyi kavrayamamış olan Müşebbihe Mezhebi taraftarları, birçok mânâya ihtimali olması itibariyle az çok müteşabih olan "gökte olan" dan maksadın Allah Teâla olduğunda ve bundan dolayı da "Allah göktedir." demekte ısrar etmişler ve gökten de cismânî mânâ anlamak istemişlerdir. Bazıları da "Rahmân Arş'a istivâ etti." (Tâhâ, 20/5) âyeti ile uyumlu hale getirmek için buradaki yı mânâsına alarak göğün üzerinde, yani fevkında Arş üzerinde demek olduğunu söylemişlerdir. Ancak bundan kimisi sabit kalmak, kimisi de cihet (yön) mânâsını çıkarmışlardır. Bunlar ise, muhkem olan âyetine ve daha başka âyet ve delillere de ters düşmektedir.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|