25. Ve sade bir engellemeye güçleri yeterek, yani hızlı bir engelleme ve zorbalığa, sırf bir hırs ve öfkeye güçleri yeterek erkenden gittiler. Demek ki topluluğun hızı ve despotluğu bireyden daha kuvvetli ve daha dehşet vericidir. Evet öyle gittiler, varacakları yere vardılar ama sonu ne oldu?
26-27. İşte şu şaşkınlık, şu yoksunluk, şu pişmanlık oldu: "Fakat bahçeyi gördüklerinde, biz her halde yanlış gelmişiz, yok, biz mahrum edilmişiz dediler".
Böyle şaşırdılar önce yalnız yollarını şaşırdıklarına hükmettiler, sonra da cezaya uğradıklarına, engel olmak istedikleri yoksullardan ziyade yoksun bırakıldıklarına hükmettiler. Hayal kırıklığı ile o andan ve gelecekten bütün ümidi kesip ümitsizliğe düştüler. Eğer içlerinde aklı erer ölçülü davranan bir kişi bulunmasa idi o ümitsizlik içinde kalacaklar, o yoksunlukla inleyip gideceklerdi. Lakin içlerinde, önceden görüşünü açıklaması istenmemiş bir ortancaları, yani aralarında aklı erer, hakkı bilir, zorbalığı sevmez, bela karşısında şaşırıvermez, ölçülü davranan birisi vardı.
28. O vakit o evsatları dedi. Burada evsat "ortanca" demek değildir. Üç veya beş kişiden ibaret imişler de bir en ortancaları varmış şeklinde anlamamalıdır. İbnü Cerir'in İbnü Abbas, Mücahid, Katade ve Dahhak'ten rivayet ederek açıkça belirttiği şekilde Bakara Suresi'nde "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık." (Bakara, 2/143) âyetinde vasat, adaletli mânâsına olduğu gibi burada da onun üstünlük ismi olarak en doğru, en haktanır, en hayırlı, başka bir tabirle "en ölçülü" davranan demektir. Bundan dolayı bir toplum içinde baştan kıymeti bilinmemiş, söylediği dinlenmemiş bir şahsın kıymetini gösterir. Demek ki mesele, toplumu yok sayan aşırı bireycilerin, zorbaların, bencillerin zannettiği gibi ne sadece yalnız kalmada; ne de bireye hiç değer vermek istemeyen aşırı toplumcuların zannettikleri gibi yalnız toplumdadır. İkisi arası bir ılımlılık noktasındadır. Ruh ile beden gibi bireyin ortaya çıkışı toplumda, toplumun ayakta durması bireyde, başta ve sonda ikisinin en uygun durumu, kıvamı haktadır. Onun için bireyler hakkın birliğine dayanarak bir sözleşme yapmadan toplum meydana getiremediler, aynı zamanda sözleşme ve hareketlerinde doğruluk ve adaletin hakkını gözetmedikleri için de başarılı olamadılar. İşte içlerinde bunu bilen bir fert dedi ki: Demedim mi size? Tesbih etseydiniz ya! Yüce Allah'ın kusursuzluğunu tanısanız, onun eksiklikten uzak bir Allah olduğunu egemenliğini kimseye vermeyeceğini; alçaklığı, haksızlığı, zorbalığı sevmediğini bilseniz, hakkı gözetseniz, istisna yapsanız da zorbalığa sapmasanız. Bu, "vaktiyle beni niye dinlemediniz?" diye benlik sevdasıyla yapılan sadece bir sitem değil, bu kez düştükleri ümitsizlikten kurtarmak ve ümitsizlikle Allah'a zulüm yakıştırmak gibi, ona karşı daha büyük bir küfür ve günaha düşmekten sakındırmak için sitem tarzında, edilen hatayı hatırlatarak tevbe etmeye ve uyanmaya bir çağrıdır. Bu sebeple uyandılar.
29. Önce dinlemedikleri öğüdü bu kez gördükleri felaket içinde dinlediler de, ey Rabbımız! Seni noksan sıfatlardan uzak tutarız. Bizler doğrusu zalimlermişiz dediler. Böyle Allah'ın noksanlıklardan uzak olduğunu söylediler ve kendi zalimliklerini, düşüncesiz yeminleriyle, yemin ederken istisna etmemek ve fakirlere bakmamaya kesin karar vermekle kendilerine yazık etmiş olduklarını itiraf ettiler.
30. Bununla da kalmadılar, dağılıp gidivermediler. Daha çok tevbe edip pişmanlık duyarak salih kişi olmaya yüz tuttular ve bir kısmı bir kısmına dönüp birbirlerini kınadılar. Gösterdikleri aşırılık ve ihmalden dolayı karşılıklı görüşme ve müzakereler yaparak her biri teker teker "ben şu kusuru ettim", "sen şöyle yaptın" diye kendi kendilerini kınayıp pişmanlıklarını anlattılar. Zemahşeri şöyle der: "Çünkü kimi ettikleri zulmü güzel göstermiş ve ona teşvik etmiş, kimi onu kabul etmiş, kimi sakınılmasını emretmiş, ayıplamış, kimisi bunu emredene karşı çıkmış, kimisi razı olmadığı halde susmuş."
31. Nihayet şöyle karar verdiler de dediler yazıklar olsun bizlere, bizler gerçekten azgınlarmışız, cezayı hak etmişiz, bütün kusur bizim, Rabbimiz her yönden noksan sıfatlardan uzak, o halde öyle bir Rabbin kulu olan bizler niye ümidimizi keselim, niçin tevbe ile ona yüz tutmayalım, onu, o gelip geçici cenneti kusurumuzdan dolayı aldı ise biz samimiyetle ona yüz tuttuğumuz takdirde o bize onun yerine daha iyisini veremez mi?
32. Ola ki Rabb'imiz bize onun yerine ondan daha iyisini vere ki o asıl ahiret mükâfatı, öyle gam keder ve beladan uzak olan Naim cennetidir. Dünyada hayra yarayarak ona vesile olacak olan da onun başlangıcı demektir. Bununla beraber onlar bu isteği bile samimiyetlerini göstermek için yeterli bulmadılar da en sonunda şöyle dediler: Her halde biz ancak Rabbimizi arzulayıcıyız, bütün istek ve arzumuzu sadece ona çevirdik . Ona, onun rızasına ermek, bundan böyle hep onun için çalışmak isteriz. Verir, vermez; ona karışmayız. O artık onun bileceği bir şeydir.
33. İşte böyledir azab. Bilenleri, bilmeye ve anlamaya yatkın olanları böyle dünyada uyandırır, yola getirir, hakka teslim ettirir, daha büyük tehlikeden korunmasına ve daha büyük hayra ermesine vesile olur. Yüce Allah'ın bela vermesinin acı azap ile cezalandırmasının hikmeti de budur. Ve elbette ahiret azabı daha büyüktür. Mala değil, canadır. Geçici değil, sonsuzdur. O bir kez başa geldikten sonra uyanmanın faydası olmaz. Onun farkına varıldıkça şiddeti artar. O, o kadar büyük ve şiddetlidir ki içine düşen kurtulmaz. Onun insanı uyandırmasının faydası dünya azabı gibi bizzat içine düşülmesinde değil, içine düşülmezden önce bilinmesinde, uzaktan bilinip dünyada iken korunulmasındadır. Evet ikisi de kesin bir uyanış faydası taşımakta, meydana gelmeden önce ilim ve iman ile önüne geçilerek korunabilmek hususunda ortaktır. Dünya azabı da fiilen meydana geldikten sonra olmasın olmaz. Bundan da korunmak ancak önceden bilinip mümkün olduğu kadar çaresine bakılarak sakınılmakla olur. Bununla beraber bu her nasıl olursa olsun geçer. Bu şekilde ilerisi için deneye dayanan bir ilim ile uyanık olma faydası bırakır. Fakat ahiret azabı sondur. O, deneye gelmez. Artık bütün deneyler onda tükenmiş neticesini vermiş bulunur. Bundan korunmak, meydana geldikten sonra deneme ile değil, Mülk Sûresi'nde geçtiği gibi işitme ve akıl ile haber verene iman ve işitilen, görülen dünya azaplarının acılığından, karşılaştırma yapmak suretiyle parçadan bütüne giden bir temsil ile bilinir. Onun için hem haber verilmiş, hem misal verilerek temsil yapılmıştır. Fakat bilselerdi. Bunlara "eskilerin masalları" diyen ve kendilerine mal ve çocukları ile bela verilmiş olan o yalanlayıcılar o dünya azabını gördükten sonra olsun bunu bilselerdi, o cennet sahiplerinin cennetlerinden mahrum olduktan sonra en hayırlılarının kadrini bildikleri, uyarısını dinledikleri gibi bunlar da Peygamberin duyurduğu âyetleri dinlerler, o kötü huylardan vazgeçerler, imana gelir, bütün istek ve arzularını Allah'a çevirerek o büyük ahiret azabından korunmaya çalışırlardı.
Bu cennet sahiplerinin daha sonlarının ne olduğuna gelince, bu Katade'ye sorulduğunda, sorana, "bana zor bir görev yükledin, demiş, yani "İşin bu yanı âyette açık açık belirtilmemiş, gaybla ilgilidir, bilmiyorum." demek istemiştir. Mücahid'in ise, "Tevbe ettiler, Allah da kendilerine daha hayırlısını verdi." dediği nakledilmiştir. İbnü Mes'ud (r.a)'dan da şöyle rivayet edilmiştir: "Bana öyle ulaştı ki onlar çok ihlaslı davrandılar. Yüce Allah da oların bu doğruluğuna mükafat buyurdu da onun yerine öyle bir cennet verdi ki, ona "el-Hayevân" denilir. Onda öyle bir üzüm olur ki, bir salkımını bir katır götürür." "Âhiret yurdu ise, işte gerçek hayat odur." (Ankebut Suresi, 29/64) âyeti düşünülürse hayatın kendisi demek olan "el-Hayevân"ın ahiret yurdunun ismi olduğu anlaşılır. Şu halde İbnü Mes'ud'dan gelen bu rivayetin mânâsı, onlara sonraki samimiyetlerine karşılık Allah sonsuz hayat olan Ahiret cennetini verdi, demek olur. Bunlar "cennet" kelimesinin başına belirlilik takısı olan getirilmek suretiyle "O cennetin sahipleri" denilmesinin sebebi de onların bu güzel akıbetlerinin olması gerektir.
Değil mi ki onların sonu ancak Allah'a dönmek ve onu arzulamakla neticelendirilmiştir. O halde şu gelen âyet, onların da akıbetlerine işareti kapsar:
Meâl-i Şerifi
34- Kuşkusuz korunanlar için de, Rableri katında nimetleri bol bahçeler vardır.
35- Öyle ya, teslimiyet gösterenleri suçlular gibi tutar mıyız hiç?
36- Neyiniz var, nasıl hüküm veriyorsunuz?
37- Yoksa size ait bir kitap var da onda mı okuyorsunuz?
38- O kitapta, "beğendiğiniz her şey sizindir" diye mi yazılı?
39- Yoksa, "ne hükmederseniz mutlaka sizindir" diye sizin lehinize olarak tarafımızdan verilmiş, kıyamet gününe kadar geçerli kesin sözler mi var?
40- Sor bakalım onlara, içlerinden ona kefil hangisi?
41- Yoksa ortakları mı var onların? Doğru iseler ortaklarını getirsinler.
42- O gün işler zorlaşır ve secdeye davet edilirler. Fakat güç yetiremezler.
43- Gözleri düşük bir halde kendilerini bir zillet kaplar. Oysa onlar sapasağlam iken de secdeye davet ediliyorlardı.
44- Bu sözü yalanlayanı bana bırak. Onları bilmedikleri yönden derece derece azaba yaklaştıracağız.
45- Onlara mühlet veriyorum. Doğrusu benim tuzağım sağlamdır.
46- Yoksa onlardan bir ücret istiyorsun da bu yüzden onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?
47- Yoksa gayb onların yanlarında da onlar mı yazıyorlar?
48- Rabbinin hükmüne sabret, balık sahibi gibi olma. Hani o öfkeye boğulmuş da nida etmişti.
49- Rabbinden bir nimet yetişmiş olmasaydı, elbette kınanacak bir halde ıssız bir diyara atılacaktı.
50- Fakat Rabbi onu seçti de iyilerden kıldı.
51- O kafirler Kur'ân'ı işittikleri zaman neredeyse seni gözleri ile devireceklerdi. Bir de durmuşlar "o bir deli" diyorlar.
52- Halbuki o âlemler için bir öğüttür.
34. "Şüphesiz takva sahipleri için" Ahiret azabının büyüklüğüne karşılık sevap ve mükafatının da büyüklüğünü açıklayan bu âyet, yukarıdaki "onlara bela verdik" âyetine karşılık olarak daha yukardaki "itaat etme" yasağının illeti yerine geçen ilâhî bir vaaddir. Yani o yalanlayan inkârcılara, o kötü ahlâkların sembolü olan bireylere, toplumlara uymada Allah'tan kortun. Çünkü bir taraftan biz onlara dünyada bela vermişizdir, o malları, oğulları, o cennet gibi yurtlar onlara kalmayacaktır. Uyanık olmadıkları takdirde ahiret azabı daha büyüktür. Diğer taraftan da, takva sahiplerine, yani inkârdan, günahtan ve kötü ahlâklardan ve bu gibilere uymaktan sakınıp Allah'ın azabından korunan takvalı kimselere özeldir. Rablerinin katında, O'nun birlik huzurunda Naim cennetleri gam ve kederden, bela ve sıkıntıdan uzak katıksız nimet ve mutluluk bağları, bostanları ki, o takva sahibi kişiler dünyada ona iman ederek ve vicdan rahatlığının zevkini tadarak ve o gayeye ermek için vazife şevki, temizlik neşesi, ibadet huzuru ve hakikat aşkıyle; ahirette ise yüce Allah'ın cemalini, ona kavuşmanın safasını ve onun razı olduğunu görmenin lezzetini hakka'l-yakin tadarak sonsuz nimetler içinde mutlu olurlar.
35. Ya biz artık müslümanları yüzlerini ancak Allah'a tutmuş, esenliği düşünür, suç işlemekten korunur, güzellikle çalışır, temiz kalpli müslümanları hiç suç işleyenler gibi kılar mıyız? Gerçekte ikisinin akıbetlerini eşit yapar mıyız? Elbette suç işleyen akıbetini azap, müslümanın akıbetini Naim yapacağız. Burada müslüman mücrimin yani suç işleyenin karşılığı olarak zikredilmiştir.
MÜCRİM, suç işleyen demektir. Bunun başı da, suç işlemeyi vicdanen helal ve mübah saymaktır ki küfürdür. Böyleleri suç işlemekten ancak fiilî bir engel karşısında çekinirler.
MÜSLİM, bunun tam anlamıyla zıddıdır. Bunun imanı vardır. Suç işlemeyi vicdanında çirkin bilir, cezasına inanır; işlerse insanlık icabı bir hata ile veya zorunlu bir sebeple işler. Doğrusu inanmayanlar da suç işlemenin çirkin olduğunu bilir. Onun için kendisine karşı işlenen bir suça öfke püskürür fakat kendi yaptığını suç saymaz, hoş görür. Çünkü suçu hak gözüyle değil, kendi keyfine göre ölçer, kendi üstünde bir hak tanımaz. Aslında o suçun çirkinliği kendisine sonsuza kadar bir ceza olacağını hesap etmez. Âhirete inanmaz. Bunun bütün nedeni de verdiği hükümde yanılması, her hak ve yetkiyi kendisinde görmesidir. Tefsirlerin açıklamasına göre, Mekke'de kâfirler şöyle demişlerdi: "Öldükten sonra her şey biter. Müslüman ile suçlu eşit olur. Biz dünyada fırsatı kaçırmayız, canımızın istediğini yapar, dilediğimiz gibi hüküm verir, zevkimize bakarız. Bu nedenle öldükten sonra müslümanlardan daha iyi ölmüş oluruz. Şayet Muhammed'in dediği o öldükten sonra dirilme varsa, biz zevkimizi peşin almış oluruz".
36. İşte burada yüce Allah bunları şiddetle reddetmek ve kınamak için buyuruyor ki: Neniz var? Yani aklınıza ve fikrinize ne oldu? Yahut neyinize, hangi delilinize, kuvvetinize güveniyorsunuz? Nasıl hükmediyorsunuz?. Suçluları müslümanlardan daha iyi veya ikisini eşit nasıl tutuyorsunuz? Cezayı inkâr eden, iyiliği ve kötülüğü bir sayan, suçluyu müslümandan ayıramayan veya daha iyi tutan nasıl hakim olur?
37. Yoksa size ait bir kitap, sade sizin için indirilmiş ilâhî bir kitap var da, onda şu dersi mi okuyorsunuz?
38. Siz bu âlemde neyi beğenirseniz kesinlikle o sizindir diye, yahut her neyi seçerseniz kesinlikle lehinizedir diye, yahut her neyi hayır sayarsanız hakkınızdır diye yani sizin üstünüzde hükmedici bir hak, kendinizi uydurmaya mecbur olacağınız bir hakikat kanunu yok; "kün" yani "ol" emri sizin elinizdedir, her istediğinizi yaratır, her yaptığınız yanınıza kâr kalır, hayır ve şer sadece sizin irade ve isteğinize göre olur diye yalnız size ait bir düstur mu var? Çünkü yüce Allah kendine özel olan bu hakkı kimseye vermemiş, indirdiği kitaplarda, hatta ne rivayet edilen hadis ve haberlerde, ne akılda tutunabilecek böyle bir delil, bir kural, bir ilim indirmemiştir. İndirse idi, o sevda ile geçen, bu âlemi kimseye vermek istemeyen, bir an bile başlarının ağrımasını arzu etmeyen nice zorbalar, nice devletler, nice milletler, nice bireyler, nice "bana göreci"ler, nice uzun emel ve arzular peşinde koşanlar inleye inleye burayı bırakıp gitmemiş, arkalarından kötülükleri ile anılmamış bulunurlardı. Hem herkes de sizin gibi aynı düsturla mücadele eder, yine sizin dediğiniz olmazdı. Yoksa başkalarına bir kitap verilmemiş olduğu halde, size ait olmak üzere öyle bir ders veren bir kitap mı var? Var da ondaki nakle dayanarak mı böyle hükmediyorsunuz? Yoksa sadece size özel olarak üzerimizde kıyamete kadar sürecek birçok yeminler, verilmiş sözler mi var?
39. Siz bu âlemde neyi beğenirseniz kesinlikle o sizindir diye, yahut her neyi seçerseniz kesinlikle lehinizedir diye, yahut her neyi hayır sayarsanız hakkınızdır diye yani sizin üstünüzde hükmedici bir hak, kendinizi uydurmaya mecbur olacağınız bir hakikat kanunu yok; "kün" yani "ol" emri sizin elinizdedir, her istediğinizi yaratır, her yaptığınız yanınıza kâr kalır, hayır ve şer sadece sizin irade ve isteğinize göre olur diye yalnız size ait bir düstur mu var? Çünkü yüce Allah kendine özel olan bu hakkı kimseye vermemiş, indirdiği kitaplarda, hatta ne rivayet edilen hadis ve haberlerde, ne akılda tutunabilecek böyle bir delil, bir kural, bir ilim indirmemiştir. İndirse idi, o sevda ile geçen, bu âlemi kimseye vermek istemeyen, bir an bile başlarının ağrımasını arzu etmeyen nice zorbalar, nice devletler, nice milletler, nice bireyler, nice "bana göreci"ler, nice uzun emel ve arzular peşinde koşanlar inleye inleye burayı bırakıp gitmemiş, arkalarından kötülükleri ile anılmamış bulunurlardı. Hem herkes de sizin gibi aynı düsturla mücadele eder, yine sizin dediğiniz olmazdı. Yoksa başkalarına bir kitap verilmemiş olduğu halde, size ait olmak üzere öyle bir ders veren bir kitap mı var? Var da ondaki nakle dayanarak mı böyle hükmediyorsunuz? Yoksa sadece size özel olarak üzerimizde kıyamete kadar sürecek birçok yeminler, verilmiş sözler mi var?
40. Ey Muhammed! Sor bakalım onlara, içlerinden hangisi imiş ona kefil. Ne akla ne nakle dayanan hiçbir delilin, hiçbir akıl ve düşüncenin kabul edemiyeceği öyle bir hükmün doğruluğuna içlerinden kefil olacak kimmiş? Yahut Allah'tan öyle bir söz alan ve bunu yapmayı üzerine alanlar kimmiş?
41. Yoksa kendilerinin birçok ortakları mı var? Onlara o hükümde katılan, gönüllerinin isteğine taklit yoluyla uyan birçok ortakları veya kendilerinin uydukları ilahları var da onlardan aldıkları kuvvet ile hak ve hakikati değiştirebileceklerini ve istedikleri gibi müslümanları suçlulara benzetmeye Allah'ı mecbur tutacaklarını mı iddia ediyorlar? Öyle ise ortakları ile gelsinler. Eğer iddialarında doğru iseler! Çünkü dünya bir tarafa gelse Allah'ın bir hükmünü bozamaz, bir geçreği değiştiremez, hepsi hakkın karşısında aşağılanmaya ve kahrolmaya mahkûmdur.
42. O gün hakkın emri şiddetlenip iş büyümeye başlar. Âyette geçen "sâk" kelimesi, lügatte, topuktan baldıra doğru bacağın incik yerine denir. Bundan ağacın gövdesi gibi herhangi bir şeyin aslına da denir. Burada "Sâk" mutlak olarak zikredilmiş olup herhangi bir şeye nisbet edilmemiştir. Fakat Buhârî, Müslim, Nesaî, İbnü Münzir ve İbnü Merduye, Ebu Saîd (r.a)'den şöyle bir hadis rivayet etmişlerdir: Peygamber (s.a.v) Hazretleri'ni dinledim, şöyle diyordu: "Rabbimiz sâk'ını açar, derhal ona her mümin erkek ve kadın secde eder. Dünyada görsünler ve duysunlar diye secde eden kalır. O da secde etmeye gider, fakat beli tutulur kalır". Bu hadiste ise Sâk kelimesi, "onun sâkı" şeklinde zamirle bir tamamlama halinde zikredilmiştir. Bundan başka İshak b. Raheveyh Sened'inde, Taberâni, Darkutni Kitabu'r-rü'yet'inde ve Hakim sahih diye ve İbnü Merduye ve diğerleri de İbnü Mes'ud'dan Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Allah kıyamet günü insanları toplar ve buluttan gölgeler içerisinde iner de bir seslenici şöyle seslenir: "Ey insanlar! Sizi yaratan, size şekil veren, sizi rızıklandıran Rabbiniz, sizlerden herbir insana dünyada taptığı, kendine veli tanıdığına gitsin." der. Ve dünyada ilâh tanıdıkları şeyler onlara görünür, şekilleriyle karşılarına dikilirler. Hz. İsa'ya tapanlara İsa (a.s.)'ın Şeytanı görünür. Uzeyr'e tapanlara da keza, hatta ağaç, odun ve taşa varıncaya kadar herbirinin taptığı kendilerine gösterilir. Müslümanlar da diz çökmüş, göğsüne doğru yaslanmış bir durumda kalır. Onlara da yüce Allah görünür ve kendilerine: "Siz niye herkesin gittiği gibi gitmiyorsunuz? denilir. Onlar, "Bizim, derler, bir Rabbimiz vardır ki henüz görmedik". O vakit buyurur ki: "Siz Rabbinizi görseniz ne ile tanırsınız?" "Onunla bizim aramızda bir alâmet vardır, görsek onu tanırız." derler. "O nedir?" buyurur. Derler ki: "Sak'tan açar". O vakit Rahman, Sâk'ını açar, müminler hemen secdeye kapanırlar. Münafıklar ise sırtları tabak tabak içlerine şişler saplanmış gibi olur. Bu gibi hadislerde nasıl olduğu kavranamıyacak müteşabih bir anlam vardır ki yüce Allah onu zamanı gelince fiilen bildirecektir. Bizim anlayacağımız: "Sâk'ın açılması" gerçeğin ortaya çıkması, insanlardan dalgınlık perdelerini sıyırarak bir şiddet ve dehşetle, hakkın vereceği hükmün doğru yolda olanlara rahmet ve bâtıl yolda olanlara öfke saçarak görünmeyen âlemden görünen âleme çıkmasını ifade eden ilâhî bir işarettir ki nasıl olacağını şimdi anlatma imkanımız yoktur. Bu bakımdan burada da gibi bir simge vardır. Fakat müteşabih âyetlere mânâ verme sevdasına düşen birtakım kimseler bunlardan Allah'ı cisim şeklinde gösterme ve onu başka bir varlığa benzetme, yani "Hiçbir şey ona benzemez." (Şura, 42/11) âyetinin zıddına olarak Allah'ı cisimlere benzetme sevdasına kapılmışlar, gizemci sofilerden birtakımları da, bunun tam aksine bu âyeti dış mânâsına yorumlayarak hakiki olmayan bir görünme anında aynen öyle olacağına inanmışlardır.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|