Müddessir Suresi Açıklamalı Tefsiri
74-MÜDDESSİR:
1."Ey, örtüsüne bürünen!" Müddessir kelimesinin aslı mütedessir olup "disâr" denilen örtüye bürünen demektir. Disâr; entari, cübbe, kaftan, ihram gibi "şiâr"ın üstüne giyilen veya örtülen dış giysi veya bürgü demektir. Şiâr ise gömlek, don, peştemal gibi vücuda değen iç çamaşırıdır.
Müzzemmil Sûresi'nde de geçtiği üzere denilmiştir ki: Peygamber (s.a.v)'in büründüğü disâr, bir kadife idi.
İkrime'nin açıklamasına göre, "Peygamberlik ve nefsi olgunluklara bürünüp giyinmiş olan" demektir. Bu mânâlarla bu hitap Müzzemmil gibi Peygamberliğin ilk duyurulmasında şöyle bir kinaye ile uyanık olmaya daveti hissettirir: Ey o bürünen, ey o kendisine verilmiş olan hakikatı halkın bakış ve görüşünden gizlemeye çalışan Muhammed! O bürünmek, uyumak, rahat etmek zamanı geçti. Uyanmak, görünmek, o hakikatı açıklamak, zahmetler çekmek, sıkıntılara katlanmak, halka doğruyu göstermek, etrafı temizlemek için yükümlülükler ve ağır yükler yüklenerek büyük bir kararlılıkla kalkıp hareket etmek zamanı geldi.
2. Kalk yatağından kalk, yahut büyük bir kararlılıkla kalk işe başla, artık uyarma görevini yap, etrafındakilere neticenin önemini ve korkunçluğunu anlat, saygısızları gocundur.
3. Ve Rabbini artık büyükle. Büyüklüğün ancak onun şanı olduğunu ve ona karşı her şeyin küçük ve değersiz bulunduğunu kalben tanıdığın gibi, söz ve fiilinle de anlat, ilan et.
Rivayet olunur ki, bu âyet inince Resulullah (s.a.v) "Allahu ekber" demiş; Hz. Hatice de tekbir almış, sevinmiş ve bunun vahy olduğunu iyice anlamıştı. Burada nin önce söylenmesi "sadece Rabbini" mânâsını ifade etmek içindir. kelimesinin başındaki "fâ" harfi, bir şarta karşılık olma mânâsını ifade ederek önce gelen kısmın sonra gelen kısma bağlı olduğunu anlatır. Buna göre mânâ şöyle demek olur: Ve Rabbini, ancak Rabbini büyükle. Her ne olay olursa olsun hiçbir nedenle artık onu tekbir ile büyükleme görevini bırakma.
4. Ve giysilerini, elbiseni artık temizle. Giysi ve elbise, bazan bunları giyen kişinin kendisinden, bunların temizliği de giyenin temizliğinden kinaye olur. Nitekim, "Filân kişinin eteği temizdir." denildiği zaman onun iffetli ve ahlâkının temiz olduğu anlatılmak istenir. Gaylân b. Seleme:
"Allah'a hamdolsun ben ne ahlâksız elbisesi giydim, ne de bir özür ile maskelenirim." beytinde kendisinin ne ahlâksızlık, ne de bir leke ile kirlenmediğini ve kirlenmeyeceğini anlatmıştır. Antere:
"Uzun mızrakla giysisini parçaladım. Kerim kişi mızrağa yabancı değildir." beytinde giysi kelimesini kullanarak onunla nefisten kinaye etmiştir. İmrü'l-Kays da:
"Eğer benim bir huyum sana kötü geldiyse benim giysilerimi kendi giysilerinden sıyırıver, kurtulursun." beytinde giysi ile kalpten kinaye etmiştir.
Bunlar gibi bu âyette de "siyab" (giysi) kelimesi nefisten veya kalpten kinaye olmak üzere birçok tefsirci âyetini "kendini veya kalbini günahtan, haksızlıktan temiz tut, yaptığın uyarıları kabule engel olacak kirli huylardan sakın, öğütlerinin kabul edilmesini sağlayacak olan güzel ahlâk ile ahlâklan" diye manevî ve ahlâkî temizlik ile tefsir etmişlerdir. Fakat kinaye, hakikî mânânın da kastedilmesine engel olmadığı için, bu şekilde bir tefsir aynı zamanda gerek bedenin gerek elbisenin maddi temizliğinin emredilmiş olmasına aykırı olmaz. Çünkü "taharet" ve "nezafet" kelimeleri dilimizde temizlik mânâsına gelmekle birlikte taharet, nezafetten daha genel olarak maddî ve manevî temizliği kapsar. Bununla beraber burada bundan başka bir mânâ daha vardır ki o da "siyâb" kelimesinin bir şeyi yakından bürüyen, kuşatan şeyden ve zarftan kinaye ve mecaz olmasıdır. Nitekim bir takım kişilerin üzerine atılıp binerek alıp getirdikleri bir deveyi anlatmış olduğu şu beytinde Leylâ:
"Ona hafif hafif bazı giysiler attılar. Şimdi onun ürkütülmüş deve kuşundan başka bir benzerini göremeyiz." derken devenin üzerindeki insanları önce giysilere, sonra da koşan deve kuşunun üzerindeki tüylere benzetmiştir. Yani "seni üzerindeki giysiler gibi yakından sarmış olan cemaat ve topluluğunu, ilk önce etrafındaki kimseleri temizle" demek olur ki bu mânâ "Önce en yakın akrabalarını uyar."(Şuara, 26/214) âyetinin mânâsına da uygun düşer. Hem bunda Hz. Peygamber (s.a.v)'in maddî ve manevî nefis temizliği öncelikle anlatılmış olacağından onun nefsindeki temizliğini hatırlatmaya gerek kalmaz.
5. Ve o pislikleri artık savıp uzaklaştır. "Rücz" ve "ricz" kelimeleri pislik ve azap mânâsına geldiği gibi burada put ve heykel demek olduğunu da açıklamışlardır.
6. Hem çoksunarak mennetme. Burada da iki mânâ açıklanmıştır. Birisi, menn, başa kakmak mânâsına olarak, "yaptığın işi, hizmeti, iyiliği çok sayarak başa kakma, yaptığın işle nazlanma" demek olur. Birisi de menn, iyilik ve lütuf mânâsına olarak, "bir iyilik yaptığın, bir lütuf ve ihsanda bulunduğun zaman, verdiğin kimseden karşılığında daha çoğunu almak maksadıyla yapma" demek olur. Yani on para sadaka verip de yirmi paralık hizmet ve saygı bekleyenler gibi dünya ticareti ve maksadını gözeterek veya gösteriş ve iki yüzlülük yaparak iyilik etme; sırf Allah için iyilik et, başkasından bir karşılık bekleme. Bu mânâ İbnü Abbas'tan nakledilmiştir.
Bu iki mânâda cümlesi, hâl ve durum bildirir, demektir. Sonundaki "râ" harfi merfu olmayıp "başa kakma" olumsuz emrine cevap olarak cezimli olsaydı, "yaptığın iyiliği başa kakma ki çoğaltasın, çok hayır ve mükâfata eresin" demek olurdu. Fakat Kırâet-i aşere'de bu okunuş şekli yoktur. Bununla beraber bir sıralanma ve bir önceki cümleye bağlılık kast edilmeden şu mânâ da olabilir: Yaptığın hizmeti başa kakma, daha çok hayırlara ereceksin.
7. Ve Rabbin için artık sabret yani bu görevleri yapmak için her ne kadar sıkıntılar çekecek, eziyetler göreceksen de sırf Rabb'ının hükmü için artık sabret.
8. Çünkü o boru çalındığı vakit:
"NÂKÛR, sur gibi ağızla üflenerek çalınan boruya denir. Nakr, vurmak ve didiklemek mânâlarına geldiği gibi boru çalmak mânâsına da gelir. Zira boru çalındığı zaman içinden hava sıkıştırma ile didiklenmiş olacağı gibi, dışından da o ses, çarptığı kulakları didikleyeceği için boruya "minkâr" gaga, didikleme âleti mânâsıyla ilgili olarak nakur denilmiştir. "Boru çalınmak" örf ve âdette kervanın veya askerin yola çıkması için hareket kumandası demek olduğu gibi, "borusu ötmek" de, emir ve kumandasının dinlenmesinden kinaye olması nedeniyle, boruyu çalmak, ahiret yolculuğuna çıkmak için "Çünkü o sura üfürülüş zorlu bir kumandadır."(Sâffat, 37/19) ilâhî emrinin ortaya çıkması demektir. "O sûra üflendiği zaman" âyetinin başındaki "fâ" harfi sebep bildiren bir harf olarak âyetin mânâsı, "çünkü sûra üfürülünce, o boru çalınınca" demek olur. Burada üfürmeden maksadın ilk üfürme olduğu açıklanıyor.
9. "O gün." Kelimenin sonundaki tenvin, muzafun ileyh (tamlayan) den bedeldir. Yani "o öyle olduğu gün" demektir. Biz bunun mânâsını açıklarken "o gün" demekle yetiniyoruz.
10. Kâfirlere kolay değil. Bir önceki âyette "pek zor" denildikten sonra "kolay değil" demek ilk bakışta gereksiz gibi görünür. Fakat zorluk iki türlüdür: Birisi, önce çok zor olmakla beraber, gittikçe kolaylaşır, yenilebilir. Birisi de, gittikçe zorlaşır, hiç kolaylaşmaz. O günün herkes için zor olacak olduğu bildirilmek üzere denildikten sonra buyrulmuştur.
11. "Tek olarak yarattığım o kimseyi bana bırak". Burada "tek olarak" mânâsına gelen kelimesi, hem yaratanın hem de yaratılanın durumunu gösterebilir. Yani "benimle bırak, hiçbir ortağım olmadığı halde tek başıma yarattığım o kimseyi" yahut "kendisini tek başına, hiç kimsesi olmadığı halde yapayalnız yarattığım o kimseyi" demek de olabilir. Bu mânâ "Andolsun sizi ilk defa nasıl yaratmışsak, onun gibi yapayalnız ve teker teker huzurumuza gelirsiniz."(En'âm, 6/94) buyrulduğu üzere her kişi hakkında sahih olur. Bununla kıyametin de yaratılış gibi özellikle her fert için ayrı bir safhasının olduğuna işaret edilmiş demektir. Âyetin özel bir olay ve şahısla ilgili olarak inmesi hüküm ve uyarmanın vasıflara göre genel olmasına engel de değildir. Bu âyetin iniş sebebinin Velid b. Muğire el-Mahzumi olduğu rivayet ediliyor. Burada onun Nûn sûresinde geçtiği gibi soysuz, piç olduğuna ima ve "vahid=tek başına" namiyle anıldığına işaret olduğu söylenmiştir.
12. Hem ona uzun uzadıya uzatılmış mal verdim yani çok mal, servet, arazi ve çiftlik gibi geniş yahut gelişip boy atarak ya da ticaretle artırılmış, uzatılmış mal verdim. Velid'in Mekke ile Tâif arasında çeşitli türde malları ve Taif'te yaz kış meyveleri eksik olmayan bostanı ve milyon kadar parası bulunduğuna dair rivayetler gelmiştir.
13. "Hem göz önünde oğullar verdim"
ŞÜHÛD, şahid kelimesinin çoğuludur. Yani hepsi yanında hazır, göz önünde, çalışmak için şuraya buraya gitme ihtiyacı duymayan, meclis ve lokallerde babalarının yanında hazır bulunan oğullar verdim. Yahut, önemli işlerde şahitliklerine, görüşlerine ve bilgilerine başvurulan oğullar verdim demektir. Rivayete göre Velid b. Muğire'nin hepsi mevki sahibi kişilerden olmak üzere on veya onüç oğlu vardı. Fakat bilinenleri yedidir. Velid b. Velid, Halid b. Velid, Umâre b. Velid, Hişam b.Velid, As b. Velid, Kabis b. Velid, Abdişems b. Velid. Denildiğine göre bunlardan Halid, Hişam ve Velid müslüman olma şerefi ile şereflenmişlerdir. Zemahşeri, "Bunlardan üçü müslüman oldu: Halid, Hişam ve Umâre" diye zikretmiştir. Alûsî de şöyle der: Umare'nin Bedir'de veya Habeş'te Necaşî tarafından öldürüldüğü ihtilaflıdır. İki rivayet de kâfir olarak öldürüldüğü hususunda birleşmiştir. Müslüman olduğuna dair Sa'lebi'nin Mukatil'den yaptığı rivayet sahih değildir. İbnü Hacer bunun hata olduğunu yazmıştır. Bu hatayı Zemahşerî de yapmış ve onun peşinden gidenler de bu hususta ona uymuşlardır. Bunların Velid b. Velid'i İslâm'la şereflenenler arasında zikretmemeleri şaşılacak bir iştir. Oysa bütün hadisçiler onun müslüman olduğunda görüş birliğine varmışlardır" Evet Velid b. Velid'in de sonradan müslüman olduğunda ihtilaf görülmüyor. Fakat Umare'nin durumu ihtilaflıdır. Bu dördün dışında kalanlar hakkında ise bir bilgimiz yok.
14. Ona büyük imkânlar verdim, mal ve oğullardan başka, birçok sebep ortaya çıkararak mevki, saygınlık ve şans açıklığı verdim. Velid, Kureyş içinde ileri gelen saygın kişilerden sayılırdı. "Vahîd" ve "Reyhâ-netü'l-Kureyş" takma adlarıyle anılırdı.
5. Sonra daha çok vereyim diye açgözlülük eder. İşte o, öyle açgözlü birisi. Hatta demiş ki: "Eğer Muhammed doğru söylüyorsa cennet benim için yaratılmış demektir."
16. Hayır, öyle şey yok
KELLÂ, reddetme edatıdır. Bir sözü, bir iddiayı veya bir ümit ve isteği reddeder. Biz bunun yerinde, "hayır öyle değil, öyle şey yok, yağma yok" gibi deyimler kullanıyoruz. "Hayır" ifadesini yerine göre, kelimeleri yerinde de kullandığımızdan tam karşılığı denemese de yakınıdır. Burada onun aşırı istek ve ümidini kesme mânâsını ifade eder. Sebebi, Çünkü o, bizim âyetlerimize inatçı kesildi. O nimetleri veren şahsın birliğini gösteren delillere veya Kur'ân âyetlerine karşı inada kalkıştı. Bu ise nankörlüktür. Verilen nimeti inkâr etmek onun artmasına değil, kesilmesine sebeptir.
17. Ben onu sarp yokuşa, dikine azaba sardıracağım.
Tirmizî, Hakim ve daha başkalarının rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v): "Sa'ud, ateşten bir dağdır ki kâfir ona yetmiş yıl çıkar, sonra içine düşer." buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber (s.a.v)'in, "Cehennemde bir yokuşa çıkması teklif olunur ki, ona elini koydukça erir, kaldırınca yerine gelir. Ayağını koyunca erir, kaldırınca yerine gelir." buyurduğu rivayet edilmiştir. Yine rivayet olunuyor ki, âyetin inmesinden sonra Velid'in malı günden güne eksilmiş, nihayet yok olmuştur.
18. Tehdidin niçin yapıldığı veya o kâfirin nasıl inat ettiği açıklanmak üzere buyruluyor ki: Çünkü o düşündü ve bir takdir yaptı, kafasında ölçtü biçti, bir tahmin yaptı.
19. Kahrolası, nasıl da ölçtü biçti Arapça'da bu yahut tabirleri, "kahrolası, Allah canını alası" gibi asıl itibarıyla beddua olmakla beraber, nazardan esirgemek şeklinde "yahu ne yaman şey, anası ağlayası" gibi bir değere işaret olarak övgü yerinde ve bazan da bu mânâda alay etmek ve dalga geçmek için kullanılır ki, burada, onun düşüncesini beğenenlerin bu yoldaki övgülerini anlatarak hakaret ve küçümseme mânâsında kullanılmıştır. Yani dedikleri gibi "kahrolası nasıl da takdir etti ya!..."
20. Sonra kahrolası, nasıl da takdir etti ya!.. Bu tekrar, hem hakareti vurgulamaya, hem de her iki âyette geçen takdirin farklı olduğuna işarettir.
21. Sonra baktı etrafındakilere bir bakındı.
22. Sonra kaşını çattı ve ekşidi, surat astı.
BESR, vaktinden evvel acele olmasını istemek, hamlık yapmaktır. Nitekim meyvenin hamına, hurmanın koruğuna "büsür" denilir. Rağıb, burada bu mânâdan olduğunu söyler. Yani, vakti gelmeden kopmuş ham koruk gibi ekşidi, surat astı.
23. Sonra ardını döndü ve büyüklendi. Anlamış olduğu haktan yüz çevirdi, imana arkasını, küfre yüzünü döndürdü ve Allah'tan korkmayıp gururlanarak büyüklük tasladı, hakkı kabul etmeyi kibrine yediremedi de her şeyi bilen bir kişi edasıyla
24. hemen dedi ki: Bu Kur'ân, öteden beri öğretilegelen bir sihirden başka bir şey değil.
Bu âyette geçen tabirinde iki mânâ vardır:
BİRİNCİSİ; me'sur, yani öteden beri öğretilip rivayet olunagelen; sihirbazdan sihirbaza öğrenile geldiği söylenen bir sihir demektir.
İKİNCİSİ; yü'ser, yani diğer sihirlere tercih edilecek, beğenilecek bir sihir demek olur. Bu, "parlak sihir" mânâsına "sihr-i mübin" demelerine benzer.
25. "Bundan aldatıcı bir albeni var" demiş oluyor ve nihayet kararını şöyle veriyordu: Bu, insan sözünden başka bir şey değil. Böyle deyip kararı bastı. Peygamberliği ve Kur'ân'ın Allah sözü olmasını inkâr ediverdi ki, işte inatçı kâfirlerin Kur'ân ve Peygamber hakkında söyledikleri nihayet budur. Bu, Allah'ın indirdiği kelâmı değil, Muhammed'in kendi söylediği kitabıdır derler. Olay tefsirlerde şöyle anlatılır:
Velid b. Muğire Peygamber (s.a.v)'in yanına gelmiş, Kur'ân dinlemiş ve etkilenmişti. Kalkıp Mahzum Oğulları'na varmış; "Vallahi, Muhammed'den az önce bir söz dinledim; ne insan sözü, ne de cin sözü. Onun bir tatlılığı, bir hoşluğu var. Yukarısı meyveli, aşağısı bolluk, zemini bol sulu. O kesinlikle üste çıkar, onun üstüne çıkılmaz." demiş; buna karşı Kureyş: "Velid saptı. Vallahi, bütün Kureyş sapacaktır." demişler, bunu işiten Ebu Cehil, "ben size onun hakkından gelirim." deyip kederli kederli yanına varmış; "Ey amca demiş, kavmin sana vermek için bir mal topluyor. Çünkü sen Muhammed'den bir şey elde etmek için onun yanına gidiyormuşsun." Velid: "Kureyş bilir ki, ben onların malca en zenginleriyim." diye cevap vermiş. Ebu Cehil demiş ki: "O halde onun hakkında bir söz söyle de kavmin işitsin, senin onu sevmediğini, inkâr ettiğini anlasınlar." Velid: "Ne diyeyim, içinizde şiiri, mısraları kafiyeli kısa vezinli nazmı, kasideyi ve cin şiirlerini benden iyi bileniniz yoktur. Onun söylediği bunların hiçbirine benzemiyor ki." demiş. Ebu Cehil, "yok mutlaka bir şey söylemelisin." deyince kalkıp kavminin toplandıkları yere varmış, "siz, demiş, "Muhammed mecnun" diyorsunuz. Hiç kimseyi boğarken gördünüz mü? Kâhin diyorsunuz. Hiç kâhinlik yaparken gördünüz mü? Şair diyorsunuz. Hiç şiir ile uğraşırken, şiir söylerken gördünüz mü? Yalancı diyorsunuz. Hiç yalanını yakaladınız mı? Bunlara cevap olarak, "hayır, ama peki o nedir?" demişler; "durun düşüneyim" demiş düşünmüş, düşünmüş "Bu, öğretilegelen bir sihirdir; bu sadece bir insan sözüdür." demiş, onun bu sözleri Kureyşlilerin hoşuna gitmiş, salonlarında bir alkıştır kopmuş ve onun sözlerini alkışlayarak dağılmışlar.
Yukarıda geçtiği üzere bazılarının sözlerine göre bu olay Müzzemmil ve Müddessir sûrelerinin iniş sebebi gibi nakledilmiş ise de Velid'in dinlediği âyetlerin lerden olduğuna dair gelen rivayetlerden anlaşıldığına göre bu, bu sûrenin başının değil, bu âyetlerin iniş sebebi olmuştur.
26. Buyuruluyor ki: ben onu Sekar'a yaslıyacağım. Bu âyet "Ben onu sarp bir yokuşa sardıracağım." âyetinden bedel-i iştimâldir ve onun kapsadığı mânâyı açıklamaktadır.
SEKAR, cehennemin isimlerindendir. Bazıları bunun Arapça bir kelime olmadığı görüşünü savunmuşlar ise de güneşin, yüzü çalıp kavurması mânâsına gelen "sakr" kelimesinden türetilerek "yakıcı" mânâsından alındığını söylemişlerdir.
27. Bilir misin, nedir o Sekar? Yani o öyle bir Sekar'dır ki, sen aklınla onun mahiyetini ve özünü kavrayamazsın.
28. Ne geriye bir şey bırakır, ne yakasını bırakır. Yani o öyle sırnaşık bir Sekar'dır ki, bir kere çattığı bir şeyi hiçbir zerresi kalmayacak şekilde yok edip tüketir, sonra da yakasını yine bırakmaz. O yok olan yeni bir yaratılışa çevrilir. O yine evvelki gibi azap ile çatmaya devam eder.
29. "Durmadan derileri kavurucudur"
BEŞER, insan demek olduğu gibi, "beşere" nin çoğulu olarak derinin, özellikle insan derisinin dış yüzleri mânâsına da gelir. İnsana beşer denilmesi de bu yüzdendir.
LEVVÂHA, "levh" kökünden aşırılık ifade eden bir siğa (kip)dır. Levh; susamak veya güneşin ısısı, yahut susuzluğun bir adamın çehresini bozması, yani yakıp kavurarak karartmak veya ortaya çıkmak, şimşek çakmak, gözle görmek mânâlarına gelir ki, Levvâha kelimesinin bütün bu mânâlara ihtimali vardır. Deriye susamış, yahut hiç durmadan derileri kavuran, yüzler karartan, yahut hep beşer gözeten beşere saldıran mânâlarını ifade eder. İbnü Abbas'tan; "Sürekli olarak deriler kavuran, yüzler karartan" mânâsı rivayet edilmiştir. Daha başka mânâlar da söylenmiştir. Buna şöyle diyebileceğiz: Kanmak bilmez bir susuz, sürekli beşersûz (deri yakan).
30. Üzerinde ondokuz var.
Bu "ondokuz"un ne olduğunu açıklayan kelime zikredilmiyor. Ancak bundan sonraki âyetten bunun, o cehennemin korucuları olan melekler yani zebaniler olduğu anlaşılıyor. İnsanoğlunun ruhî ve ahlâkî kuvvetlerinin analizini yapıp sınıflandırarak bu sayının sır ve hikmetini açıklamaya çalışmak isteyenler olmuşsa da, doğrusu bunun akılla bilinebilecek bir ilim işi değil, mutlak bir iman işi olmak üzere bir sınama için olduğu ikinci âyette özellikle anlatılmıştır. Onun için bunun, kayıtsız şartsız bir iman ile inanılması istenen mutlak bir ilâhî haber olduğunu tasdik edip "yorumunu ve mânâsını Allah bilir" demek gerekir. Özet olarak şöyle diyebiliriz: Yüce Allah'ın şimdi sizin tam olarak bilip anlayamayacağınız ve ilerde ortaya çıkacak öyle kuvvet ve güçleri vardır ki onların hakikatini ancak kendisi bilir ve sizin ona mutlak surette inanmanız gerekir. İşte size onlardan bir örnek haber veriyor. Bu, şu anda imanı olmayan ve kalplerinde bir çürüklük bulunanlar için şaşırtıcı bir sır, bilinmez bir şey gibi gelir, "böyle kapalı Allah sözü, Peygamber duyurusu mu olur?" diye alay ve inkâra sapmalarına sebep olabilirse de, kitap ve peygamberin ne demek olduğunu ve gelecek işinin bugünkü işlere kıyas edilerek bilinemeyeceğini bilenlerin kuşkularını kesecek ve iman yeteneği olanların imanlarını artırarak onları başarı ve kurtuluşa götürecek en önemli sebeplerden, hatırlatma ve haber verme cümlesinden olduğu için bunların yorumuna çalışmayarak mutlak bir iman ile inanılması gerekir.
31. Bunun böyle olduğunu açıklamak için devamında şöyle buyruluyor: "Biz o ateşin muhafızlarını hep melekler yaptık. Sayılarını da ancak kâfirler için bir imtihan kıldık." Bu âyette geçen "ashab-ı nâr" sonsuza kadar o ateşin içinde kalıp yanacak olanlar mânâsına değil, o ateşe sahip olup koruyacak bekçiler, muhafızlar mânâsına olduğu açıktır ki maksat, kendilerine "cehennem bekçileri" denilen ve Tahrim sûresinde "Onun başında öyle melekler vardır ki iri mi iri, çetin mi çetin.. Allah kendilerine ne emrettiyse isyan etmezler ve kendilerine ne emredilmişse onu yaparlar." (Tahrim, 66/6) diye nitelenen ve başkanları malik olan zebani meleklerdir. Bu âyette geçen "onların sayısı" sözünden maksat da, zikredilen "ondokuz" sayısı olduğu açıktır. Yani bunların sayılarının ondokuz yapılması veya şahısları mı, türleri mi ne olduğu belirtilmeyerek sade ondokuz sayısıyla bir muamma, bir sır halinde ifade edilerek haber verilmesi sadece kâfirlere bir bela ve imtihan içindir. Bunun faydası da diye başlayan bölümde anlatılanlardır. Bu âyetin iniş sebebi hakkında iki rivayet anlatıyor:
BİRİNCİSİ, âyeti indiği zaman Ebu Cehil Kureyş'e şöyle demişti: "Analarınız ağlasın, İbnü Ebi Kebşe'nin oğlunu işitiyorum, size cehennem bekçilerinin ondokuz adet olduğunu haber veriyor. Sizler ise demir pehlivanlarsınız. Sizin her onunuz onlardan bir adamı yakalamaktan aciz mi?" Ebu'l-eşedd b. Üseyd b. Kelede el-Cümehi, Pençesi pek kuvvetli yırtıcı bir adamdı. "Ben size onyedisinin hakkından geliveririm, siz de bana ikisinin hakkından geliverin." demişti. Bunun üzerine "Biz ateşin bekçilerini hep melekler kıldık." âyeti indi. Onlar sizin güç yetireceğiniz adamlar değil, meleklerdir, diye haber verildi. Ebu Cehil hakkında da Kıyame sûresindeki "Gerektir sana o bela gerek! Evet, gerektir o bela sana gerek."(Kıyamet, 75/34-35) âyetleri indi.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|