İnsan Suresi Açıklamalı Tefsiri
76-İNSAN:
"Geldi."
HEL ; soru edatlarından olmakla beraber bazan "Bu bir insandan başka bir şey değil."(Enbiya, 21/3)de olduğu gibi (değil) mânâsında olumsuzluk edatı; bazan da burada olduğu gibi mânâsında olumluluk ifade eden bir edat yerinde kullanılır. Tefsirciler bu kelimenin burada ve "Kaplayıp örten kıyametin haberi sana geldi."(Ğaşiye, 88/1) âyetinde mânâsında olduğunu söylemişlerdir. Bunun iki türlü izahı vardır:
BİRİSİ, "hel" aslında mânâsına bir şeyin gerçekleştiğini veya olmasının yaklaştığını ifade etmek için kullanılır ki, "hakikaten geldi" yahut "yaklaştı, geldi" demek olur.
BİRİSİ de, ikrar ifade eden bir soru olmak sûretiyle "geldi mi?" şeklinde sorularak" geldi, geldi ya" diye aynı mânâyı ifade etmesidir. Bununla insan yaratılışının, kâinatın yaratılış tarihinden sonra olduğu kesin bir ifade ile anlatılmıştır ki sonra da bunun hikmeti, derece derece terbiye edilip seçilmek sûretiyle olgunlaştırılarak başlangıç ve gayeyi anlayacak Allah bilgisi ile yükümlülük sırrını alabilecek bir hale getirilerek kendi bilinç ve çabasıyle ileri doğru, daha yüksek bir hayata seçilmek için Mülk sûresinin başında geçtiği üzere imtihan ve bela ile deneme meydanına sevkedildiği anlatılacak ve şükrünü bilmeyip bu görevden kaçınmak için kâfirlik edenlerin felaketleriyle, şükrünü bilip görevlerini yapan iyi kulların temiz ruhları, çalışma şekilleri ve bunun meyvesi olarak ahirette elde ettikleri hayatın zevkleri anlatılacaktır.
İnsan üzerine. Burada insandan maksadın Âdem veya Âdem oğulları olduğunu söyleyen görüşler varsa da, açık olan bunun Âdem'i ve Âdem oğullarının hepsini kapsayan insan cinsi olmasıdır ve bu hüküm Âdem oğlunun her ferdi hakkında doğrudur. Dehirden bir süre.
DEHR, Câsiye sûresinde de geçtiği gibi Ragıb'ın açıklamasına göre asıl mânâsı, âlemin var oluşunun başlangıcından son bulmasına kadar bütün süre, yani zamanın tamamı demektir. Burada da bu mânâyadır. Bilinmeyen uzun zamanlara da dehr denilir. "Zaman" kelimesi ise bunun aksine olarak az süreye de çok süreye de denir. Zaman, zincir ve serilerinin toplamına da parçalarına da zaman denildiği halde asıl dehr tek olan bütün zamana ve bazan da bunun büyük kısımlarına denir. Mesela; bir saat, bir gün, bir ay müddete zaman denir, dehr denmez. Bundan dolayı Fıkıh'ta yemin meselelerinde "dehr" kelimesinin belirli veya belirsiz hallerindeki mânâlarının en azını belirlemek hususunda ashabın ve müctehitlerin ihtilafları olmuştur. İmam-ı Azam belirsiz olarak kullanılan dehr kelimesinin en az mânâsının ne olduğunu tayin hususunda duraklamış "bilmem" demiştir.
HÎN, zamanın az veya çok, sınırlı bir süresine denir. Zamanın tamamı için kullanılmaz. Vakit gibi zamanın bir parçasına denilir. Buradaki hin kelimesi, dehrin başlangıcı olan âlemin yaratılışı ile insanın yaratılışı arasında kalan, bunlarla sınırlanan süreyi ifade eder. Nekire, yani belirsiz olarak kullanılması ise, aslında sınırlı olmakla beraber insan açısından miktarının bilinmediğine işarettir. Yani şu bir gerçek ki insan cinsi, âlemin yaratılışından bir hayli zaman sonra yaratılmıştır.
Alemin yaratılışı ile başlayan dehirden, insan cinsinin yaratılmasına kadar sizin için bilinmeyen ve bununla beraber bu iki sınırla sınırlanmış bir süre geçmiş, insana doğru gelmiştir. O halde ki O süre içerisinde insan anılır (bu nam ile tanınır) bir şey olmamıştır". Bu cümle insanın halini bildirir veya hin = zaman kelimesinin sıfatıdır. Cümlenin ifade ettiği olumsuzluk, bir kayda yöneliktir. Yani hiçbir şey olmamış değil, anılan bir şey olmamıştır.
MEZKÛR, hem esre ile zikirden, hem de ötre ile zükürden olabilir. Asıl maksat, sadece insan lafzının söylenmesi değil, bununla anlatılmak istenen mânâ olduğu için ötre ile olan "zükür" kelimesinden türetilmiş olması akla daha uygundur. Bununla beraber "zikir" kelimesi bundan daha geneldir. Yani insan adıyla anılan, anlaşılan, insan diye düşünülen bir şey olmamış, bu gün insan adıyla zihnen göz önüne getirilip anlatılan cins var olmamıştı, ancak insan ünvanı ile tanınmayan bir şey olmuştu. Başlangıçta ilk maddeleri olan unsurlar ve madenler, sonra onlardan aşama aşama yaratılıp orta maddeleri olan bitkisel, hayvansal gıdalar "çamur hülasası"(Müminun, 23/12), sonra onlardan süzülen yakın maddesi olan meniye doğru yavaş yavaş aşama ve mertebeler içinde gelen bir şey olmuş, fakat insan diye anılan şey olmamıştı. Gerçekte insanın her ferdi gibi cinsi de ezeli değil, sonradan olmadır. Hem dehrin başlangıcından, âlemin yaratılışından çok sonra var olmuştur. Niçin öyle olmuş da daha evvel olmamış?
2. Çünkü biz insanı şöyle yarattık: Yani, o kendi kendine, kendi keyfine göre olmadı, basit ve sınırlı birmertebede boş ve mânâsız olarak kalmak için de yaratılmadı. Şu şekilde yaratıldı bir nutfeden. Rağıb'ın açıkladığı üzere nutfe, esasen saf suya denir. Erkeğin suyuna da nutfe denilmiştir. Örfte nutfe ile meni eş anlamlı gibi sayılmıştır. Fakat Kıyâme sûresinin sonunda da geçtiği gibi Kur'ân'da "Dökülen meniden bu nutfe."(Kıyâmet, 75/37) buyrularak nutfenin meniden bir parça olduğu ifade edilmiştir. "Sahih-i Müslim"de rivayet olunduğu üzere "Suyun hepsinden çocuk olmaz." hadis-i şerifinde de bir bütünün her parçası kastedilerek "Bir suyun her bir parçasından" buyrulmamış, bir parçası kastedilerek "suyun tamamından" buyrulmuş olmasından çocuğun meydana geldiği o suyun, suyun toplamı olan bütün meni değil, onun bir parçasından ibaret olduğu anlatılmış bulunduğundan nutfe, meniden bir cüz olan saf tohumun adı olduğu anlaşılır. Sonra insan cinsinin bir nutfeden yaratılmış olmasının görünen mânâsı, Âdem'in de bir nutfeden yaratılmış olduğunu ifade eder.
Ancak şu var ki bu, nutfenin bir insandan gelmemiş olmasını gerektirir. "hülasadan"(Müminun, 23/12), "çamurdan"(En'âm, 6/2) âyetlerinden maksat da bu olmalıdır. Gerçi "Onu topraktan yarattı."(Âl-i İmran, 3/59) âyeti ile Âdem'in bundan istisna edilmiş olduğu neticesine varılabilir. Fakat "Çamur hülasasından"(Müminun, 23/12), "Sonra da ona ol dedi, o da oluverdi."(Âl-i İmran, 3/59) gibi diğer âyetler topraktan ve çamurdan yaratılışın başlangıç itibariyle olduğunu gösterdiği gibi, "sizi çamurdan yarattı"(En'âm, 6/2), "sizi topraktan yarattı"(Rum, 30/20) gibi genel olarak herkese hitap eden âyetler de başlangıç bakımından bunların bütün insanlar hakkında doğru olduğunu anlattığından Âdem'in insandan gelmeyen bir nutfeden yaratılmış olmasıyla çelişkili olmayacağı cihetle "Allah insanı, ateşle pişmiş gibi kupkuru bir çamurdan yarattı."(Rahmân, 55/14) âyetinde olduğu gibi burada da cinsin başlangıcı şeklinde gelen "bir nutfeden" denilmesinden hiçbir insanın istisna edilmemesi daha açıktır.
Fakat o nasıl bir nutfe? "karışık"
EMŞÂC: Nutfeye sıfat yapılan bu kelimenin, bir şeyi bir şeye karıştırmak mânâsında olan "meşc" kökünden olduğu belli. Ancak bunun tekil veya çoğul olduğunda ihtilaf edilmiştir. Zemahşerî, tekil olan nutfe kelimesine sıfat olduğu için "on parça olmuş çömlek", "yırtılmış aba" tabirleri gibi tekil lafızlardan olmasını tercih etmiştir. Ve "nutfetin emşâcin" denilmesiyle "nutfetin meşcin" denilmesi arasında fark olmadığını, burada "meşc" kelimesinin çoğul olmasının sahih olmayıp ikisinin de birbirine karışmış iki şey gibi karışık demek olduğunu söylemiştir. Fakat "emşâc" lafzında açıkça görünen sebebesbab, ketif-ektâf, şehid-eşhad kelimelerinde olduğu gibi çoğul olmasıdır ki tekili sebeb kalıbında meşec, ketif kalıbından mesic, şehid kalıbında meşictir. Bu nedenle tefsircilerin çoğu bunu ahlât yani karışık şeyler diye yorumlamışlardır. Bu durumda bu kelimenin tekil bir kelimeye sıfat olması "zât-i emşacin" şeklinde takdir edilerek "karışık şeyleri olan" yahut "karışık şeylerden ibaret, yani "herbiri karışık cüzlerden meydana gelmiş karışımlar toplamı olan nutfe" demek olması itibariyledir.
"Emşâc" kelimesinin tekil kabul edilmesi halinde, cüzlerinin bir kez birleşip karıştığı düşünülen bir karışım; çoğul olması halinde ise, cüzlerinden her biri başka bir karışım olan farklı karışımların birbirine karıştırılmış olduğu düşünülen katmerli karışım demek olur.
Gerçekte ahlat, karışık demek olan "halat" kelimesinin çoğuludur. Farklı unsurların karışımıyla meydana gelen ve kimyasal bir biçimde birbiriyle karıştığından dolayı "mizac" dahi denilen kan, safra, salya, dalak gibi karışık kimyasal bileşimlere ahlat denilir.
Şu halde nutfenin karışımı nedir?
Kuşkusuz bu, nutfenin tam bir analizi yapılarak bilinebilecek bir şeydir. Bunun tamamını ise ancak yapan bilir. Bunu sade "karışık" mânâsına anlayanların çoğu, nutfenin rahimde kadın menisiyle karışması yani döllenme hali olarak kabul etmişlerdir. Fakat nutfe o vakit embriyon adını aldığı için "emşâc" vasfının onda daha önce bulunmuş olacağı açıktır. Bazıları da kan ve benzeri karışımlar demişlerdir.
Bu kelimenin mânâsı ile ilgili olarak rivayet edilen yorumlar arasında ikisi dikkate değerdir:
BİRİNCİSİ, Keşşâf'ta zikredildiği üzere İbnü Mesud Hazretleri'nden gelen rivayettir ki, buna göre emşâc, nutfenin urûku yani damarlarıdır.
İKİNCİSİ, Katâde'den gelen rivayettir ki, buna göre emşâc, nutfenin taşıdığı renkler ve geçirdiği hallerdir.
Nutfenin urûku görünüşte meninin liflerinden ibaret zannedilebilirse de nutfe, asıl tohumdan ibaret olan döllenme hücresi olarak düşünülünce onun urûku; damarları, hayatî teşekkülünde taşımış olduğu değişik özellikleri çizen asıl çizgileridir ki ilk şekillenmiş maddesi olan protoplazmasında, çekirdekciğinde, zarında, bünyesine, organizmasına dahil ve nitelikleri içinde insanın özellikleri girmiş bulunan ve özü ve içyüzü henüz bilimsel analizlerin ötesinde atomik inceliklere kadar varan damarlar demek olur ki bunlar önce insan diye anılmayan şeylerden başlamıştır.
"Nutfenin renkleri ve geçirdiği haller" deyimi de, nutfe meydana gelene kadar geçirdiği ve anılmayan şeylerden süzüle süzüle halden hale girerek, geldiği birçok süzülme mertebelerindeki hâl ve durumları ile bundan sonra embriyon ve et parçası yapılmak ve yaratılışı tamamlanmak suretiyle geçireceği embriyon ve cenin hallerindeki aşamaları kapsayabilir.
Kısaca, insan kendi kendine var olmuş ve olgunlaşmış, başlangıcı olmayan bir varlık olmadığı gibi, bir anda yaratılıvermiş basit bir yaratık da değil, zamanın başlangıcından bu yana devir devir, aşama aşama yaratılagelmiş adı sanı geçmeyen şeylerden süzülüp birbirlerine katıla katıla birleştirilmiş ve terbiye edile edile bir takım nitelik ve özellikler ilave olunarak yetiştirilmiş karışımlardan meydana getirilmiş bir nutfeden yaratılmıştır.
Basit olmayan böyle bir nutfenin yaratılması öncelikle her şeyi bilen, hikmet sahibi ve dilediğini yapabilen bir yaratıcının yaratmasına bağlı olduğu gibi, sonra karıştırılacak, birleştirilecek ve terbiye olunacak basit parçaların yaratılmasına, birleştirilmesine ve süzülmesine de doğal olarak bağlıdır. Bundan dolayı insanın yaratılması zamanın yaratılması ile beraber başlamış, bu nutfenin yaratılmasından sonraya kalmıştır. Şu halde bunda ilâhî ilimdeki insan tabiat ve mahiyetinin hiç gereği ve lüzumu yok değil; fakat o tabiat, yaratıcı ve etkileyici olmayıp kendine kalsa hiçbir şey yapamıyacak olan aciz ve muhtaç bir "mümkin"dir. Bu nedenle hüküm tabiatın değil, ona hakim olan yaratıcı, yüce Allah'ındır. O tabiat esasen yok, onun ilminde vardır. Düşünmeli ki basit bir hidrojen diye anılan şey ile "karışık bir nutfe" denilen şey arasında ne büyük fark vardır. Sonra da düşünmeli ki, "karışık bir nutfe" diye anılan şey ile "insan" denilen şey arasında tabiat bakımından aşılmayacak ne büyük bir ilerleme adımı, ne yüksek bir sanat ve kudret eseri vardır. İşte bu âyetler insanlara özellikle bunu duyurmak ve göstermek içindir. Evet, insan kendi kendine olmadığı gibi basit bir yaratılışla da yaratılıvermedi. Yüce Allah insanı ululuk şanı ile gittikçe mükemmelleştirmek ve en aşağı mertebeden kendine doğru en yüksek mertebelere erdirmek üzere, işe yaramazlarını atıp temizlerini süzmek suretiyle karışımlardan meydana gelen bir nutfeden yarattı. Böyle yaratmasının hikmeti şu şekilde açıklanıyor:
Öyle ki, onu sınamak için evire çevire yarattık. Yani o insanı öyle yaratıp artık işi bitti diye başıboş bırakıvermek için değil, onu bir takım emanet ve yükümlülüklerle yükümlü tutup kendisine duygular, görevler, zor işler yükleterek imtihana çekmek ve Mülk sûresininin başında "Hanginizin amelce daha güzel olduğunu denemek için ölümü ve hayatı yaratan odur."(Mülk, 67/2) diye açıklandığı ve Kıyame sûresinin sonunda "Bunları yapanın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?"(Kıyamet, 75/40) diye hatırlatma yapıldığı gibi daha ileri bir âlemde yüksek bir hayata geçirmek üzere halden hale evire çevire yarattık. Bu imtihan ve yükümlülükle ileri doğru sonuçlarını kabul etmesi ve verilen emirleri, yapılan irşadları dinleyip önünü ardını görerek ona göre yoluna gitmesi için yarattık da onu işitici ve görücü kıldık. Gerek kendisinde ve gerek kendi dışında işitilecek, görülecek Kur'ân'daki ve kâinattaki âyet ve delilleri işiticek, görecek, kalp gözüyle bilip ona göre bilinçli bir şekilde görevini yapacak yükümlü bir yaratığa çevirdik. İşte daha önce anılan bir şey değil iken sonra insan diye anılmaya başlayan, sonradan yaratılan bu yaratık; zamanın başlangıcından beri nice hallerden geçirilip, söz edilmeye değmez nice şeylerden süzülüp nice katkılarla karıştırılarak meydana getirilmiş karışık bir nutfeden "O sizi aşama aşama yaratmıştır."(Nuh, 71/14) mânâsında evrile çevrile düzgün bir şekilde yaratıldıktan sonra, "Sonra onu bambaşka bir yaratılışla inşa ettik."(Müminun, 23/14) ifadesince bambaşka bir ruhani yaratılışa mazhar kılınmış; işitici, görücü kılınıp ölüm ve hayat geçitleriyle imtihan edilmiş, henüz varacağı gayeye varmamış, ölümden sonra da bir hayata aday ve yolcu bir yaratıktır. Şu halde tam anlamıyla işitici görücü olmayan va Rabb'ına karşı görevlerini düşünmeyen kimseler insan ünvanına layık değildirler. Görülüyor ki insanın bu şekilde tanıtımı, onu "konuşan hayvan" diye tanıtmaktan daha derin ve daha güzeldir.
"Onu imtihan ederiz" kaydı, genellikle Kur'ân'da ifade edilegelen yükümlülüklerin hepsine işaret olmakla beraber, özellikle Mülk sûresinden beri anlatılan ve bu cümleden olarak Kıyâmet Sûresi'nde tasvir edilen ve bundan sonra da bu sûrede ve gelecek sûrelerde tekrar hatırlatılacak olan insanlığın mukadderatı ile ilgili görev sıkıntılarını ve ceza ve mükafat için yapılacak imtihanları özetle anlatır.
"Görücü" vasfı da, yine Kıyâmet Sûresi'nde geçen "Doğrusu insan kendi nefsini görücüdür."(Kıyamet, 75/14) âyetini özellikle hatırlatmaktadır.
Burada Razî tefsirinde yazıldığı üzere şöyle rivayet olunuyor: Hz. Ebubekir bu âyeti işittiği vakit; "Ah ne olurdu, o tamam olsaydı da mübtela kılınmasaydık." demişti. Bu temenni Hz. Ebubekir'in bu âyeti ne ince bir görüş ve seziş ile anlamış olduğunu gösterir. Çünkü bu temennide, insanın eksikliğini ve olgunlaşmak için gelecekle ilgili görevlerinin ağırlığını derinden duyan bir korku seslenişi vardır.
Gerçekte bu iki âyet, insanın daha sonra yaratılmasının hikmeti, geçirdiği süzülme mertebeleriyle yaratılış şekli, hâl ve geleceği ile mahiyeti ve alınyazıları bakımlarından çok derin uçları ve ince saçakları kapsayan ve nice nice amellerin analiz ve tetkiklerine müsait esas sınır ve çizgilerini aydınlatan ilâhî sırları özetleyip kısaca bildirmiş; insanın aslını, yaratılışın başlangıcından bu yana en derin, en seçkin damarlarından toplanıp süzülerek özel bir şekilde özümlenen özsu; mahiyetini de, tabiatın kendiliğinden yetişmesi ve atlaması ihtimali olmayan yüksek bir evrim adımıyla doğrudan doğruya yüce Allah'ın sıfat ve fiilini gösteren duyma, görme ve sezme gibi bir ruhani gerçek olarak tarif ederken, yaratılış hikmetiyle bütün kaderini de, bir ucu kendi şuur ve iradesine bağlanmış olan evrim için deneme ve sorumluluk kanununda özetlemiştir. Böylece insan diye anılan şeyin; gayesine ermiş, tam anlamıyla olgunlaşmış ve dehrin son ucuna gelmiş veya ölümüyle bütün kaderi tükenip bitecek bir şeyden ibaret olmayıp, Rabbinden geldiği gibi, "O gün sevk ancak Rabbinedir." (Kıyâmet, 75/30) ve "O gün varıp durulacak yer Rabbinin huzurudur."(Kıyâmet, 75/12) buyurulduğu şekilde yine Rabbine gitmek üzere altı cehenneme, üstü cennete varan ve tehlike ve sıkıntılarala dolu bir yolun yolcusu olduğu anlatılmıştır.
3. İnsanı imtihan edip denemenin bu iki yönü açıklığa kavuşturulmak üzere buyruluyor ki: Kuşkusuz biz ona doğru yolu gösterdik. Bu yol "O gün sevk ancak Rabbinedir."(Kıyamet, 75/30), "O gün varılıp durulacak yer Rabbinin huzurudur."(Kıyamet, 75/12) ve "Elbette sonunda Rabbine gidilecek."(Necm, 53/42) meâlindeki âyetler ve benzerlerinin anlattığı ve Fâtiha'da ifade edildiği gibi doğrudan doğruya Allah'a ve onun katkısız nimetlerine götüren ve Kur'ân ile çağrılan hak İslâm dinidir. Yani insanın içinde ve dışında, başlangıç ve gayesiyle hak yolu göstermek üzere işitilecek, görülecek ve düşünülecek Kur'ân ve kâinat âyetleri, naklî ve aklî deliller, alâmetler ortaya koyarak ve ona görme, işitme ve sezme kuvvetleri vererek nereden gelip nereye gideceğini ve son gayeye ermek için Rabb'ına hangi yoldan gitmek ve ne gibi görevleri yapmak gerekeceğini anlatarak irşat ettik.
Gerek şükredici olsun o insan, gerek nankör kâfir. Yani isterse o irşat ve hidayet nimetinin kıymetini bilerek Rabbine şükretmek üzere iman ve iyi niyetle o hak yoluna girip sıkıntılara göğüs gererek çalışsın, olgunlaşma gayesine doğru yürüsün; isterse nankörlükle küfredip yükümlülük ve olgunlaşmadan kaçınarak, bu irşat ve hidayete karşı işitmez ve görmezden gelerek bu imtihan âlemi olan dünya hayatında kalmak istesin. Bu cihet kendisine, kendi tercihine bırakılmıştır. Her iki durumda da yol gösterilmiş bulunuyor.
Bu hidayet ve irşattan sonra insanı "şükredici" ve "nankör" diye ikiye ayırmada, bir taraftan şükretmeye teşvik, bir taraftan da küfürden sakındırmak için "Dilediğinizi yapın"(Fussilet, 41/40) tarzında insanın ihtiyarına hitap eden ve kısaca ifade edilmiş bir vaad ve tehdit vardır. Bu nedenle "leff ü neşr-i gayr-i müretteb" üslûbu ile küfr ve nankörlükten sakındırmanın illeti,
4. Çünkü biz kâfirler için zincirler, tomruklar ve bir cehennem, çılgın bir ateş hazırlamışızdır, yani, dileyen bunları seçsin fakat bunlar kalp gözüyle görebilecek olanlar için seçilecek, dayanılabilecek şeyler olmadığından her halde küfürden ve nankörlükten sakınmak gerekir, meâlinde kısaca anlatıldıktan sonra şükür ve iman, iyilik ve ihsan ile çalışanların ruhlarının temizliğiyle hayat tarzları (yaşam biçimleri) ve gayretlerinin ürünleri, dünya hayatının geçici zevklerine ve kadehi devrilmeye hazır sersemlik veren içki âlemlerine düşkün olanları imrendirecek ve hasretlerini artıracak bir biçimde açıklanmak üzere buyruluyor ki: haberiniz olsun ki, iyiler...
5. "EBRAR, "berr" kelimesinin çoğuludur. Nitekim "rabb" kelimesinin çoğulu da "erbâb" gelir. "Fâil" kalıbı "ef'âl" şeklinde çoğul yapılabildiğine göre, bu kelimenin "bârr" kelimesinin çoğulu olabileceği söylenmiştir.
Berr, iyilik sahibi, tam anlamıyla hayır sahibi, itaat edici, iyi insan demektir. "Allah hakkını edâ eden ve adağını yerine getiren kimse" diye de tarif edilmiştir. Hasen'den, "karıncayı incitmez, kötülüğe razı olmaz kimse" diye de rivayet edilmiştir. (Bakara Sûresi'ndeki "Yüzlerinizi doğu ve batı tarafında çevirmeniz hayır ve itaat değildir."(Bakara, 2/177) âyetine ve Al-i İmrân Sûresi'ndeki "Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe hayır ve itaata eremezsiniz."(Âl-i İmran, 3/92) âyetine bkz.)
BÂRR, iyilik yapıp ihsanda bulunan ve bir de sözünde ve yemininde duran kimse mânâlarına gelir. Burada şükredici olanların güzel halleri ve onları bekleyen mutlu son anlatılırken onlardan "ebrâr" diye söz edilmesi bir tarif demek olup, bunların bu yüksek ikramlara bu vasıflardan dolayı nâil olduklarına, yani şükürden maksadın amel ederek şükretme olup bunun iyilik, hayır, ihsan ve doğru sözlülükle yerine getirileceğine bir dikkat çekmedir. İşte böyle iyilik ve hayır sahibi iyi kişiler içerler yani, ahirette içecekler. Kâfirlerin seîr denilen cehennemde yanmaları ahiretteki sonları olduğu gibi, bunun karşılığında zikredilen iyilerin içmesinden maksat da ahiretteki içmeleri demek olur. Bir kâseden ki:
KE'S, kâse demektir. Yukarılarda da geçtiği gibi dolu kadehe denir. Boş olursa ke's denmez. Meşhur mânâda bunun hakikatı, içinde içki bulunan kadehin kendisidir. Özellikle içindeki içkiye de denir. İçki içenlerin asıl maksadı neticede içkinin vereceği neşe olduğu için daha sonraları bu kelime zikr-i sebeb irade-i müsebbeb (sebebi söyleyip neticeyi kastetme) yoluyla tam neşeden mecaz olarak kullanılmıştır ki, edebiyatta bu mânâda kullanılışı yaygın olmuştur. Şu halde "tam anlamıyla dolgun, vereceği neşe içinde hiç sarhoşluk ve sersemlik bulunmayan, o anda ve daha sonra her türlü gam ve kederden uzak saf ve duru bir hayat zevki, demek olur. Böyle bir hayat ise, "Kuşkusuz ahiret yurdu, işte gerçek hayat odur."(Ankebut, 29/64) delilince ancak ahiret hayatıdır. Çünkü dünyanın hiçbir neşesi yoktur ki içinde bir keder ve başağrısı bulunmasın. Bu mânâda tarihçi Âli ne güzel söylemiştir:
Neşe ümid ettiğin sâgar da senden gamlıdır.
Bir dokun bir ah dinle kase-i fağfûrdan.
Bu nedenle "ke's" demekle gözetilen "tam neşe" mânâsı dünya kadehlerinde, dünya şaraplarında yoktur. Bunlar bir neşeye karşılık bir türlü yıkımla doludur. Bundan dolayı Kur'ân'da dünya şarabı "Şeytanın işinden bir pislik"(Mâide, 5/90) ve "Günahları faydalarından büyüktür." (Bakara, 2/219) diye nitelendiği halde, ahiret şarabı "Tertemiz bir içecek" (İnsan, 76/21) şeklinde nitelenmiştir ki bu, dünyada ancak mutlak bir iman, tertemiz bir aşk neşesi ile ruhani bir gaye halinde düşünülebilir. Bunda cismani zevkten ruhani zevke, geçici güzellik aynasından mutlak güzelliğin şevkine geçen öyle derin ve sonsuz bir sevgiliye kavuşma neşesi vardır ki yolunda dünyadan geçilir, canlar feda edilir:
Cânı cânan dilemiş vermemek olmaz ey dil!
Ne niza eyliyelim, ol ne senindir, ne benim denilir.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|