"Konuşamazlar". Yeni bir söz başı olarak, daha önce geçen nin mânâsını açıklar. Onun için bundaki "onlar" zamiri Ruh ve meleklerin yerini tutabilirse de, gibi bütün göklerde ve yerde bulunanların yerini tutmuş olması daha uygundur. Yani gerek Ruh ve gerek melekler ve gerek diğerlerinden hiçbiri ne bir şefaat, ne bir talep, ne de herhangi bir maksat ile, bir söz söyleyemezler.
Ancak o Rahmân'ın izin verdiği doğru söyleyen kimse hariç. O kimse izin almak ve doğru söylemek şartıyla konuşabilir. Konuşması, konuşmaya malik olduğundan değil, izin ile olmuş olur. Demek ki bu izin ile istisnada, şefaat kapısının açılışı vardır. Allah'a yakın kullar bu şekilde şefaat edebileceklerdir ki, İsrâ Sûresi'nde "Rabbinin seni makam-ı Mahmud'a göndermesi yakındır." (İsra, 17/79) âyetinin tefsirinde geçtiği ve "şefaat hadisi"nde beyan olunduğu üzere, bu makam, ilk önce genel şefaata izinli olan Resulullah (s.a.v)'ın makam-ı Mahmud'udur. Özel şefaatlar bundan sonra olabilecektir. Bu izinden sonra da, konuşacak olanların doğru söylemiş, hakka isabet etmiş olmaları şart kılınmıştır. Fakat "Allah'a yakın makamlar elde etmiş olanların, onun huzurunda doğrudan başka bir şey de söyleme ihtimalleri düşünülür mü ki, "ve doğruyu söyleyen" diye bu şartın ayrıca açıklığa kavuşturulmasına gerek olsun" şeklinde bir soru akla gelebilir. Buna iki türlü cevap verilebilir:
BİRİNCİSİ, o izni elde edebileceklerin açık sıfatı ve şefaatın birinci şartını beyan olmasıdır. Böylece, "o izin de doğru söyleyenlere verilir" diye, Allah'a yakın makamı beyan olmuş olur. Böyle doğruyu söyleyebilmek de "Onlar, Allah'ın razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler. Hepsi onun korkusundan titrerler."(Enbiya, 21/28) mânâsına uygun düşmekle olabilir. Önce Allah'ın rızası olup olmadığını bilmek ise, "Onlar, Allah'ın dilediği kadarından başka onun ilminden hiçbir şey kavrayamazlar."(Bakara, 2/255) buyrulduğu gibi, ancak yüce Allah'ın özel dilemesine bağlı ve onunla sınırlı olduğundan onu anlamadan şefaate kalkışmak tehlikeli ve onun için şefaat edecekler, "Korka korka şefaat edecekler" ve ancak isabet edenlerinki kabul olunacaktır. Bu durumda istisna, "konuşamazlar" fiilinin fail (özne)lerindendir.
İKİNCİSİ, bir ihtimal de haklarında söz söylenecek, şefaat olunacaklardan istisna, "doğru söyleme" kaydının da onlara ait olmasıdır. Yani, "Allah'ın izin verdiği ve dünyada doğruyu söylemiş olan kimseler hakkında söylemeleri ve şefaat etmeleri hariç" demek olur ki, bazı tefsirciler bu görüşe varmışlardır. Bu takdirde sözü edilen soru esasen sorulamaz. Bu durumda "bir doğru söz"den maksat da kelime-i tevhid, yani "lâ ilâhe illallah" demek olup "Şefaatim, ümmetimin büyük günah işleyenlerinedir." hadis-i şerifi gereğince, büyük günah işleyen müminler hakkında imanlarından dolayı erinde gecinde şefaatin kabul olunabileceğini beyan olmuş olur.
39. "Bu, hak gündür", geçen açıklamaları vurgulamaktadır. Mübteda, haber; yahut mübteda, haberdir. Yani, yukarıda geçtiği şekilde haber verilen kalkma ve hüküm günü hak gündür, yahut o haber verilen gün açıklandığı şekilde hak, meydana gelmesi kuşkusuz ve kesindir.
"Artık dileyen Rabbine bir yol tutar." Başında bulunan "fa-i fasîha" ile, verilen haberin neticesinde yapılması gereken şeylerin faydasını anlatmaktadır. Yani hâl böyle, o günün hak ve bunun size haber verilmiş olması kesin olunca, bundan sonra iş sizin dilemenize, cüz'î iradenizle çalışıp kazanmanıza bağlıdır. O halde her kim, o sıfatları ve ululuğu anlatılan Rabbine doğru varmak, onun rahmetine erip gayesine ulaşmak isterse, ona götürecek bir dönüş yolu, sonunda o gayeye erdirecek bir başvuru yeri ve makamı edinsin, ona göre bir yol tutsun. Bu geniş açıklamadan anlaşıldığına göre o yalanlamadan korunup iman ve takva sahibi olmakla doğru söylemek ve itaat yapmakla olur.
40. "Biz sizi yakın bir azap ile uyardık." Bu cümle, âyetinin başındaki "fâ"nın gösterdiği, şartı zikredilmemiş olan dileme lüzumunun niçinini ve azabın yakınlığını beyan eder. Yani o hak, haber verilmiş olunca o dilemenin lüzumu şunun içindir: Çünkü biz size bu haberi vermekle bir azabın tehlikesini bildirdik ki, o azap uzakta değil, yakındır. Kişi ondan kendini kurtarmak için vakit geçirmeden iman edip çalışmalıdır. Zira o yakın azap O gündür ki, kişi o gün iki elinin ne takdim etmiş olduğuna ondan önce iyi ve kötü ne yapmış olduğuna bakacaktır. Çünkü iş kulun dilemesine bağlanmış olduğu için herkes kendi kazancına bağlıdır. O azap ancak kazancın tam karşılığı olarak verilecektir. Ve kafir diyecektir ki: Ah, ne olaydı da ben bir toprak olaydım. Yani dünyada bir toprak olaydım, dileme sahibi insan olarak yaratılmayaydım, yükümlü olmayaydım da bugün azap görmeyeydim. Yahut, bugün toprak olaydım da tekrar diriltilmeyeydim.
İbnü Ömer, Ebu Hureyre ve Mücahid'den rivayet edildiğine göre, Yüce Allah o gün hayvanları da huzura getirecek, birbirlerinden haklarını alıp ödeştirecek ve sonra onlara, "toprak olun" buyuracak, hepsi toprak olacak. İşte kâfir bunu gördüğü zaman onlar gibi toprak olmayı isteyecektir. Nitekim Tekvir sûresinde "Yabani hayvanlar toplandığı vakit."(Tekvir, 81/5) âyetinin tefsirinde de gelecektir. Bu mânâlara göre toprak, hakiki mânâsında kullanılmıştır. Fakat bazıları son mânâya göre bunun, alçakgönüllülükten mecaz olma ihtimali olduğunu da söylemişlerdir ki şöyle demek olur: Keşke dünyada gururlanmasaydım, azgınlıkla kafa tutmasaydım, alçakgönüllü olup Allah'a iman ve itaat etseydim. Fakat görünen mânâ, ilkidir. İşte o büyük haberde ihtilaf eden kâfirler, o gün gerçeği anlayıp böyle diyeceklerdir.
.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|