Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Nebe Suresi Açıklamalı Tefsiri
Tekil Mesaj gösterimi
  #2  
Alt 02.07.18, 23:22
Havasokulu Havasokulu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,933
Etiketlendiği Mesaj: 896 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

İbnü Cerir el-Taberi ölüm mânâsına işaretle beraber demiştir ki: "Sebt ve sübat sessizlik demektir. Nitekim rahat ve huzur günü olması itibarıyla Cumartesi gününe Sebt denilmiştir. Buna göre mânâ şudur: "Uykunuzu sizin için bir rahat ve huzur kıldık. Onunla dinlenirsiniz ve ruhlarınız sizden ayrılmamış, canlı olduğunuz halde şuursuz, ölü gibi sessiz olursunuz."

Ebu Hayyan da şöyle der: Sübat, sessizlik ve rahattır. Bir kimse işi bırakıp dinlendiği zaman denilir. Bir de sübat bildiğimiz bir hastalıktır ki insanı aşırı derecede sessiz yapar, hatta öldürür. Uyku da buna benzer, fakat insana zarar vermez.." Kâdı Beydâvî de bunları şöyle özetlemiştir:

"Subaten, hayvanî kuvvetlerin yorgunluğunu gidermek suretiyle dinlenmesi için duygu ve hareketten kesim, yahut ölüm demektir. Çünkü ölüm, iki cins vefattan biridir. Ölüye, hareketten kesilmiş mânâsına "mesbut" denilmesi bundandır. Bunun asıl mânâsı da kesmektir." Süyûtî de (Celaleyn"de: "Sübaten", bedenlerinize rahat mânâsınadır." demiştir.

Bunlara karşı, "sübatın, lügatte rahat mânâsına geldiği görülmemeştir" diyenler olmuş ise de buna şöyle cevap verilmiştir: Bu kelimeyi "rahat" mânâsı ile tefsir edenlerin maksadı, hakikat olarak değil mecaz olarak bu mânâyı ifade ettiğini anlatmaktır ki bunun iki şekilde yorumu vardır:

BİRİSİ, duygu ve hareketin kesilmesi itibariyle ölümde de bir sessizlik ve rahat bulunduğundan ölüm mânâsı dolayısıyla bir mecaz olmasıdır ki "iki mertebeli mecaz" demektir. Yani "ölüm" de "rahat" da mecazi mânâlardır.

BİRİSİ de, doğrudan doğruya kesmek veya salınmak mânâsından olarak yorgunluğu kesmekte ve salınıp yatmakta rahat mânâsı bulunmasıdır. Şu halde bu detaydan çıkan netice de şu olur: Uykunun sübat olmasında, bütün bu mânâları gösteren bir kavram ile tarifi var demektir. Bu özellikleri bakımından sübat, uykunun önce organizmanın gösterdiği etkinlikte bir yorgunluk ve salıklık ile bir kesiklik ve duyuların geçici olarak kesilmesi ile hayata zıt, bir iş bırakma ve durgunluk olması nedeniyle ilkin bir baygınlık veya ölüm mânâsında hastalıkla ilgili ve olumsuz mahiyette bir olay; ikinci olarak bunun devamlı olmayıp bu kadar süre ile sessizlik ve durgunluk içinde bir dinleniş ile o yorgunluğun kesilip yeni bir üfürme ile öldükten sonra tekrar dirilmek gibi yeni bir canlılıkla uyanmak üzere hayatın geleceği ile ilgili bir dinlenme, bir kür olması nedeniyle de faydalı, sağlıklı, olumlu bir olay olduğunu ve dolayısıyla uykunun kendisi değil, sonucu itibariyle arzulanan bir nimet sayılması gerekeceğini anlatan, yani fizyolojisini özetleyen bir tarifi olmuş olur. Bunun ise detayları tıbbı ilgilendirdiğinden meâlde "sübat" lafzını terceme edemiyerek tefsir kısmında bunları göstermek üzere aynen korunmasını daha uygun buldum. Çünkü bunda uykunun karanlık ile ilgili olan ölüm ve hayat arasındaki karanlık mahiyetine tam bir teması vardır.

10. Böyle bir durumda ise açıkta kalmak tehlikeli ve örtünüp başkalarının bakışlarından gizlenmek gerekli olduğu için Geceyi de bir libas yaptık. Bilindiği gibi libas, bedeni bürüyüp örten giysi veya örtüdür ki, burada sırta giyilen iç çamaşırlardan daha çok yorgan gibi üstten örtünülen örtü mânâsı daha iyi yakışır. Nasıl ki elbisenin, insanın ayıp ve kusur yerlerini örtmek, yani avret yerlerini örtmek, soğuktan, sıcaktan ve haşerelerden korumak gibi bir takım yararları varsa, gecenin de, karanlığıyla başkalarından, düşmandan, yırtıcı hayvanlardan gizlemek ve uyarıcı veya fitneci olan ışığın titreşimlerinden saklamak ve aynı zamanda açıktan erilemiyecek bir takım gayelere ermek için bir pusu hizmeti görmek gibi nice faydaları vardır. Nitekim Mütenebbi bu mânâda şöyle demiştir:

"Gece karanlıklarının benim yanımda nice eli, nimetleri vardır ki, karanlığı kötülük ilâhı sayan müşrik Mâneviyye'nin yalan söylediğini haber verir. Seni düşmanların kötülüğünden korur, sen onlara yürüyebilirsin ve utangaç nazlı dost da seni onda ziyaret etmiştir."

11. "Gündüzü de bir geçim zamanı yaptık".

MEAŞ, "maîşet" gibi mimli mastar olarak ıyş, yani geçim mânâsınadır ki, Râgıb'ın beyanına göre canlılara özgü olan hayat demektir. Sadece melekî ve ruhani olan hayata pek "ıyş" denmez. Örfümüzde meâş, mecaz olarak geçim sebebine de denir. Burada zaman ismi olması da caiz görülmüştür ki gündüzleyin hayat ve geçim için çalışma vakti demek olur. Demek ki uyku ve gece bu şekilde gündüz çalışmak için bir hazırlık yapma olduğu gibi, uyanıp gündüz çalışmak da hayat gayesine ermek ve yarınki hayat için bir hazırlanmaktan ibarettir. Bu çalışmak insana ait olmakla beraber yalnız onun işi de değildir. Yüce yaratıcı tarafından insana tahsis edilmiştir. Bunların yapılabilmesi ve o döşeğin döşenmesi için ilk önce mekan olacak bir yurt, bir bina gereklidir ki o da şöyle beyan ediliyor:

12. "Üstünüze yedi sağlam bina çattık."

SEB'İ ŞİDAD, yedi sağlam bina ki Mülk sûresinde açıklandığı üzere yedi göktür. Bunların burada şidâd yani sağlam vasfıyla nitelenmesi, insanların yaptıkları binalar gibi zaman aşımına uğrayıp yıpranıvermemesi itibariyle kuvvetine, güçlülüğüne, koruyucu sınırlarının sağlamlığına işarettir.

Bu âyetlerde geçen "biz kıldık" fiilleri, yukardaki "biz kılmadık mı?" fiili üzerine bağlanmakla sorunun mevkiine dahil olmak itibariyle burada da "seb'i şidad", bu ilk muhatab olan Mekke müşrikleri de dahil olmak üzere herkesin görüp anlayageldiği yedi gezegenin hareketleri ve yörüngeleri sınırlarıyla çizilmiş olan gök kısımları olmak yeterli görünür.

13. "Işık saçan bir kandil, Güneş."

VEHHAC, ateşin yalınlanarak parlak ve çoşkulu bir şekilde parıldaması mânâsına kökünden türetilmiş aşırılık ifade eden bir siğa (kip)dır ki, pek parlak, parıl parıl demektir.

14. "Bulutlardan indirdik".

MU'SIRAT kelimesi hem "mu'sır"ın, hem de "mu'sıra" nın çoğulu olabilir. Bu vasıf da birkaç şekilde kapsamlı mânâlar ifade eder. Zira "i'sar" kelimesinden türetilmiştir. İ'sar ise; sıkmak, bir şeyin suyunu, öz suyunu çıkarmak mânâsınadır. Veya "vakit" mânâsına gelen "asır" kelimesini if'al kalıbına sokmak suretiyle türetilmiş olup başında bulunan hemzenin bir yere veya vakte girmek, vakti gelmek mânâlarını veya geçişlilik ifade etmesine göre "vaktine girmek, sıkım vakti gelmek, sıkıp suyunu çıkartmak" mânâlarına mastar olduğu gibi sıkıp kavuran bora ve kasırga mânâsına isim de olur. Bunun için, vakti gelmek mânâsıyla i'sar'dan türetildiğinde, ergenlik çağına eren veya yirmisine yaklaşan kıza mu'sır> denildiği gibi, olgun üzüm gibi sıkılıp suyunu çıkarma zamanı gelmiş şeylere veya pres, mengene gibi, bir şeyin sıkıp suyunu çıkartan kuvvetlere de mu'sıra denilir.

Burada bu mânâların her birine göre mu'sırat, yağmur yağdırma zamanı gelmiş bulutlar veya onları presler gibi sıkıştıran rüzgarlar veya gökler diye tefsir edilmişse de, ne olduklarının belirlenmesine kalkışılmaksızın "sıkım zamanı gelmiş, sıkılıp suyu çıkarılacak şeyler" veya "bir şeyin suyunu çıkartanlar" mânâlarıyla mutlak olarak anlaşılması daha kapsamlı olacağından meâlde "mu'sıreler" demekle yetinmeyi nazmın inceliğine daha uygun gördük.

"Şarıl şarıl."

SECC, SÜCUC, lazım (geçişsiz) ve müteaddi (geçişli) olarak suyun veya bir akıcı maddenin çok dökülüp şarlıyarak akması veya akıtılmasıdır.

15. "Onunla çıkartalım diye". Bu, yağmur yağdırmanın hikmet ve gayesini açıklamaktadır. Lâm, netice; bâ sebep bildirmek içindir.

16. "Sarmaş dolaş". Bu kelime "leff" kelimesinin çoğulu olup birbirine girmiş, sarmaş dolaş demektir.

17. "Kuşkusuz hüküm günü". Bu kısımda "biz kılmadık mı?" âyetinden beri soru ile anlatılan fiillerin gösterdikleri netice ile, o büyük haber açıklanmaya başlanmaktadır. Yani, o uykudan bir kalkış vakti ve o hububat ve bitkilerin, o bağ ve bahçelerin bir kesim vakti olduğu gibi, bütün bu dünya hayatının da bir kesimi, o anlaşmazlıkların bir çözümü, o nimetlerin bir hesap ve sorumluluk vakti olan bir gün geleceği ve o günün bunlara bir sınır ve son olmak üzere Allah katında belirlenmiş belli bir vakit olduğu kesindir. Bunun geleceğini bu delillerden topluca olsun anlamanız gerekir. Anlamak istememeniz durumunda da ilerde kesinlikle bileceksiniz. Haberiniz olsun ki Mürselât sûresinde geçtiği üzere kesinlikle bir hüküm günü gelecektir. O şaşmaz bir belirlenmiş vakittir.

18. O hüküm günü Sûr'a üfürüleceği gündür. Bu üfürmenin, yıkım üfürmesi olan ilk üfürme değil, "Sonra ona bir daha üfürülecektir. Bir de bakarsınız hep o yıkılanlar kalkmışlar, bakıyorlar."(Zümer, 39/68) âyetinin ifade ettiği gibi kalkma ve uyanma üfürmesi olan ikinci üfürme olduğu da şununla anlatılıyor: "bölük bölük gelirsiniz". "Fâ", açıklama içindir. Yani, Sûr üfürülünce siz ölüler uykudan uyanır gibi uyanır kalkarsınız da "O gün bütün insanları önderleriyle çağıracağız."(İsra, 17/71) âyetinin mânâsınca her millet önderiyle çağrılarak derhal alay alay, ümmet ümmet, grup grup mahşere gelirsiniz.

19. Ve o sırada gök açılmıştır. Âlemin düzeni değişmiş, bugün kapalı sağlam bir bina olan gök açılmış, Hâkka Sûresi'nde geçtiği gibi "O gün gök yarılmış, çökmeye yüz tutmuştur."(Hâkka, 69/16) mânâsınca yarılıp yer yer açılmıştır, da hep kapı kapı olmuştur. Her tarafı kapılardan ibaret imiş gibi açılmıştır ki ilâhî emirle melekler inecek, Ruh ve melekler saf, saf olacaktır. Razi der ki: Bu açılma, "gök yarıldığı zaman"(İnşikak, 84/1) ve "gök çatladığı zaman"(İnfitar, 82/1) âyetlerinin mânâsıdır. Çünkü yarılma, çatlama ve açılma birbirlerine yakın mânâlı kelimelerdir, denilmiş ise de bu pek kuvvetli değildir.

Çünkü kapı açılmaktan anlaşılan mânâ, yarılma ve çatlamadan anlaşılan mânâdan başkadır. Gök kapı kapı olabilir, sonra o kapılar açılır da göğün hacminde yarıklık, çatlaklık bulunmayabilir. Hatta nakli deliller göstermektedir ki bu kapıların açılma olayı meydana geldiğinde yarılma ve çatlama ile tamemen yok oluş gerçekleşecektir. Buna göre göğün açılması, henüz kendisinin çatlaması ve yarılması ve tamamen yıkılması değil, bunların başlangıcı olmak üzere kapılarının açılması ve sanki hepsi kapı imiş, açık kapılardan ibaret imiş gibi olması demek olur. Fakat bunlar yıkım üfürmesinde olacak olan olaylardır. Burada ise kalkış üfürmesi anlaşıldığından, bu açılma, yarılmadan önce değil "Göğü, kitapların sahifelerini dürer gibi düreceğimiz gün."(Enbiya, 21/104) buyrulduğu üzere göğün dürülüp ve tamamen yok oluşun gerçekleşmesinden sonra "İlk yaratışa başladığımız gibi yine onu iade edeceğiz."(Enbiya, 21/104) âyetinin mânâsı gereğince ilk yaratılış gibi, yeniden yaratılmanın başlangıcı olarak ahiret düzeninin kurulmaya başladığı sıra, yani gelecek olan "O gün Ruh ve melekler saf saf kıyama duracaklar." gününün başlangıcı olmak bu sûrenin akışına daha çok uygundur. Bu kapılar yalnız Melekler ve yüce Ruh'un inmesi için değil, A'râf Sûresi'nde "Âyetlerimizi yalanlayanlara ve onları kabul etmeyi kibirlerine yediremeyenlere, göklerin kapıları elbette açılmaz. Ve deve, iğnenin deliğinden geçmedikçe onlar cennete giremezler."(A'râf, 7/40) âyetinde geçtiği üzere kâfirler için açılmayıp cennete girecekler için açılacak olan gök kapıları da bunlar olacaktır.

20. Şu halde bu gök, yarılıp çatlayacak olan dünya göğü değil, ahiret göğü demektir. Şu âyetler de bunu gösterir gibidir.

Ve dağlar yürütülmüş de bir serap olmuştur. Bir şey kalmamış, daha önce ilk üfürmede bütün parçaları yok olup savrulmuş,

"Yer ve dağlar kaldırıldı ve arkasından da bir defa bir çarpılış çarpıldılar."(Hâkka, 69/14) âyetinde anlatılanlar gerçekleşip yeryüzü veya daha önce onun bulunmuş olduğu yer dümdüz olarak "O gün yeryüzü başka yeryüzüne çevrilir. Gökler de başkalaşırlar." (İbrahim, 14/48) sırrı ortaya çıkmış bulunacağından Dünyada yeryüzü döşeğinin direkleri olan o dağlar o gün serap gibi hayale dönmüş, artık yeryüzünün sallanmasına engel olacak hiçbir halleri kalmamıştır.

21. Böylece ayırım gününün kuruluşu ve dehşeti anlatıldıktan sonra o gün yapılacak olan ayırımın hükümleri de ayrıntılı bir şekilde şöyle anlatılıyor: Kuşkusuz cehennem, mirsad olmuştur.

MİRSAD, "Rasat" kökünden türetilmiş bir alet ismi veya "mıt'am= çok yemek yiyen" gibi aşırılık kipi kalıbında olmakla beraber mihrab, mizmar gibi daha çok mekan ismi olarak kullanılır bir kelime olduğu açıklanıyor. Dolayısıyla "mirsad" dürbün gibi gözetleme aletinden çok gözetleme yeri mânâsına kullanılır ki avcının av gözlediği yer gibi gözetme yeri, gözetleme noktası demek olur. Bununla beraber gözetme aleti içinde, gözetme yeri için de kullanılması hakiki mânâda olmak gerekir. Gözetleme yeri gibi yerlerin araç ve alet mânâsında olma özelliği taşımaları nedeniyle alet ismi siğası (kipi) ile söylenmiş olmaları düşünülebildiği gibi, aşırılık ifade eden kip ile sıfat ve nisbet mânâsında mecazi olarak kullanılmış olmaları da düşünülebilir ki buna göre mirsad, "çok gözetici" mânâsıyla yere nisbet edilmiş olur. Yani gözetliyen sanki yerin kendisi olmuş olur.

Ebu Hayyân der ki: "Nisbet mânâsını gösteren haberlerin va sıfatların hepsinde, o şeyin çok ve devamlı yapıldığı mânâsı vardır. Cehennem de zebanî meleklerin, kendilerine azap hak olmuş azgınları yakalamak için gözetip durdukları bir gözetleme yeridir." Mukâtil Şöyle demiştir: Cehennem, düşmanların hapsedildiği, dostların geçtiği yerdir.

22. Aşırı gidenler, azgınlık yapanlar için ki bu söz, az önce geçen mirsad ile, veya biraz sonra gelecek "meab" ile ilgili olabilir. Yani, cehennem azgınlar için bir gözetleme yeri yahut azgınlar için bir meâb, yani dönüp varılacak son yer olan bir gözetleme yeri olmuştur. Bu kelime "mirsâd"ın sıfatı veya ondan bedel veya 'in ikinci haberidir.

23. "Kalmak üzere". Bu kelime, bir yerde ikâmet edenler mânâsına olup azgınlar için takdir edilmiş olan hali anlatır. Yani, o azgınlar orada ikâmet edip durmak üzere, "asırlarca".

AHKAB, "hukub" kelimesinin çoğuludur. Hukub, ard arda olma mânâsını da içererek asır ve karn kelimeleri gibi peşpeşe gelen birçok seneyi kapsayan bir devir demektir ki "seksen küsur yıl" diye yaygındır. Her biri bin sene demek olan ahiret günleriyle, senesi üçyüz altmış gün olmak üzere seksen yıl diye rivayet edilmiştir ki yirmidokuzbin sene kadar bir devir demek olur.

Yetmiş bin sene diyenler de olmuştur. Her ne olsa "hukub," sonu olan bir müddeti ifade ettiği için buradan cehennem azabının sona ereceğini anlamak isteyenler olmuştur. Fakat şunu gözden kaçırmamak gerekir ki tekil bir kelime olan "hukub"un, sonu olan bir süreyi ifade etmesinden çoğul olan "ahkâb"ın da sonlu olması gerekmez. Tefsirciler der ki: Bu kelimede ard arda gelme mânâsı bulunduğu ve az bir müddetin de ard arda gelmesi halinde sonsuza kadar gidebileceği cihetle demek, devirlerce, sonsuza kadar demek olur. Nitekim, bir çokları da "hukub" kelimesinin, bütün zamanları içine alan dehir mânâsında olduğunu söylemişlerdir. Sonra bundan bir sona erme anlaşıldığı var sayılsa bile, bu bir mefhum-u muhaliftir. Diğer âyetlerde geçen ve kâfirlerin cehennemde sonsuza kadar kalacaklarını açıkça gösteren naslarla çelişkili olamaz. Öte yandan "azgınlar" tabiri, "takva sahipleri" karşıtı olarak müminlerin asilerini de kapsayan bir mânâda düşünülmesi halinde cehennemde kalışın sona ermesi onlara nazaran olabilir. Gerçekte cehennemin müminlerin asilerine ait olan tabakasının neticede söneceği hakkında bir hadis-i şerif de rivayet edilmiştir. Buradan dünyada mahkum ve esir milletlerin hallerine de bir işaret çıkarılabilir.

24. Hava serinliği veya uyku,

25. "Ancak bir kaynar su ve irin".

HAMİM sıcak, kaynar su; GASSAK, cehennemdekilerin vücutlarından dökülen, akan irin demektir. Dökülmek ve akmak mânâsına gelen "gasak"tan türetilmiştir.

26-27. "Tam uygun". Aslında mastar olan bu kelime "tamamen uygun" mânâsına aşırılık ifade eden bir sıfattır. Çünkü o günü inkâr edip, asla böyle bir gün olmayacağını söylemenin, tam karşılığı o günün en şiddetli azabını göstermektir.

28-31. "İyice yalanlamışlardı". Bu kelime yalanlama mânâsına tef'il babından mastardır. "Tadın, artık size, azabınızı artırmaktan başka bir şey yapmıyacağız". Bu da azabın sona ermiyeceği hususunda bir nasstır.

Azgınların, yalanlayıcıların halini açıkladıktan sonra takva sahiplerinin hallerine geçilerek buyruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

31- Kuşkusuz takva sahipleri için bir kurtuluş var.

32- Bahçeler var, bağlar var.

33- Memeleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar var.

34- Dopdolu kadehler var.

35- Orada ne boş bir söz işitirler, ne de bir yalan.

36- (Bunlar) Rabbinden yeterli bir bağış olarak (verilir).

37- O, göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin Rabbidir. Rahmân'dır. Hiç kimse ondan bir hitaba mâlik olamaz.

38- O gün Ruh ve melekler sıra sıra dururlar. Rahmân'ın izin verdikleri dışında hiç kimse konuşamaz. İzin verilen de doğruyu söyler.

39- İşte bu hak gündür. Artık dileyen Rabbine bir yol tutar.

40- Biz sizi yakın bir azap ile uyardık. O gün kişi ellerinin ne takdim ettiğine bakacak ve kâfir diyecek ki: "Ah ne olaydı, ben bir toprak olaydım."

32. Dünyada azgınların en çok azgınlık ve hırslarını tahrik eden zevklerinden olması nedeniyle onların aksine şunlar, bedel-i iştimâl veya bedel-i ba'z yoluyla o kurtuluşun bazı neşelerini açıklamaktadır:

"Onlar için bahçeler var".

HADİKA, suyu olan ve türlü meyve ağaçlarını ve çiçekleri kapsayan, etrafı duvarla çevrili bostan ve bahçe demektir. Görünüş itibariyle, gözbebeği demek olan "hadeka"ya benzetilerek bu isim verilmiştir.

"Ve üzüm bağları var".

A'NAB, üzüme de üzüm bağlarına da denir.

33. Bu kelime "ka'ıb" kelimesinin çoğuludur. Ka'ıb, memeleri küp şeklinde, yani yeni tomurcuklanmış, turunç memeli taze kızlara denir. "yaşıt." "Etrâb", "tirb" in çoğulu olup "hep bir yaşta" demektir. Bazı tefsirlerde cennet kızları hep onaltı yaşında, erkekleri ise otuzüç yaşındadır, diye rivayet edilmiştir. (Vâkıa Sûresi'ne bkz.)

34-35. "Dopdolu". (İnsan Sûresi'ndeki "Kuşkusuz iyiler dolgun bir kadehten içerler." (İnsan, 76/5) âyetinin tefsirine bkz.)

36. Burada bu kelime, "Allah bize yeter"de olduğu gibi tam yetmek mânâsından "yeter mi yeter deyinceye kadar yeterli ve bol" şeklinde tefsir olunmuştur ki, azgınların amellerine göre onlara verilecek "tam uygun ceza"ya karşılık, takva sahiplerine amellerinin karşılığından fazla olarak "tam mükafat".

37. "Göklerin Rabbi". Buradaki "Rab", "senin Rabbin"den bedeldir. Bu da atf-ı beyandır.

Ondan bir hitaba malik olamazlar. Bu, Rahmân olan yüce Allah'ın, Rablikte son derece ulu ve yüce olduğunu ve ceza ve ihsanda kendi başına buyruk olduğunu açıklamaktadır. Yani, o öyle yüce ve ortaktan uzak, öyle ulu bir varlıktır ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi, yukarıda ve aşağıda bulunan bütün yaratıklar, fiilen onun işine karışmak şöyle dursun, onun adına kendiliklerinden bir söz söylemek veya ona bir hitapta bulunmak yetkisine sahip değiller. Ancak bundan sonraki âyette açıklanacağı üzere o izin vermişse başka. O zaman da yetkili olarak değil, izinli olarak söyleyebilirler.

38. "O gün kalkar". Bu, âyetinin kapsadığı mânâyı açıklamaktadır. Yoksa bu, "o gün malik olamazlar" diye bir kayıt koyma mânâsında değildir. âyetiyle ilgili olmasını da caiz görmüşlerdir. Yani, "Ruh ve meleklerin saf saf kalktıkları gün konuşamazlar." demek olur. "Sûr'a üfürüldüğü gün" âyetine nazaran ondan bedel olması bize daha uygun görünüyor. "Ruh ve melekler". "Ruh" deyince hemen akla "De ki Ruh, Rabb'imin emrindendir."(İsra, 17/85) âyetiyle buyrulan Ruh gelir. "Ruh, Allah'ın ordularından bir ordudur. Melekler değildirler.." Meâlinde rivayet edilen bir hadis de bunu gösterir.

Bazıları, "hafaza melekleridir" demişler; bazıları ise, "Ruhlar üzerine vekil kılınan melektir" demişlerdir. Gazali "İhya"sında şöyle der: "Ruh denilen melek, ruhları bedenlere sokandır. Çünkü o nefes alır. Aldığı nefeslerden her biri nefeste, bir bedende bir ruh olur. Bu bir gerçektir. Kalp ehli kişiler bunu basiretleriyle görürler." İbnü Abbas'tan rivayet edilen bir görüşe göre ruh, Cebrail'dir. İbnü Abbas demiştir ki: "Cebrail (a.s) kıyamet günü yüce Allah'ın huzurunda onun azabından korku ile titreyerek kıyama duracak ve: "Noksan sıfatlardan uzaksın, ya Râb! Senden başka ilah yok. Biz sana hakkıyla ibadet edemedik" diyecektir."

Bu rivayetlere göre kelimesinin başındaki "elif lâm" ahd için demektir ki, "senin Rabbinden" karinesi (ipucu) ile muhatap Resulullah (s.a.v) olduğu için, Resulullah (s.a.v) tarafından bilinen Ruh demek olur. Beydâvî bunları şöyle özetler: "Ruh, ruhlar üzerine vekil kılınmış bir melek veya ruh cinsi, veya Cebrail, veya meleklerden daha büyük bir yaratıktır." Şu halde, bunun kapsadığı mânâya iman edip detayları hakkında "ilim, Allah katındadır" demek daha uygun olur. (Meâric sûresinin başına ve İsrâ sûresindeki (İsra, 17/85) âyetinin tefsirine bkz.) "Saf saf". Bundan bir saf anlayanlar olmuş ise de, "Melekler saf saf olduğunda"(Fecr, 89/22) âyeti bunun saf saf olduğunu anlatır.


__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147