Nazi-at Suresi Açıklamalı Tefsiri
79-NAZİ'AT:
1-5.Burada görülüyor ki "şiddetle çekmek", "yavaşça çekmek", "yüzüp gitmek", "yarışıp geçmek" ve "iş çevirmek" gibi beş işi yapanlara yemin edilmiş, cevabı da daha sonra gelenlerden elde edilen karine ile bilindiği için zikredilmemiştir ki, "Bunlar olacak, o kıyamet ve öldükten sonra dirilme gerçekleşecek." demektir.
Bu işleri yapanların hepsi bir topluluk veya bir topluluğun sınıfları yahut bir kısmı başka bir topluluk olarak düşünülebilirse de hepsi aslında bir kumandaya bağlı bir topluluk veya o topluluğun sınıfları olması, gelecek olan "Fakat o bir tek haykırıştır." karinesi ile daha açıktır.
Bir de görülüyor ki, bu beş fiilin ilk üçü olan "şiddetle çekmek", "yavaşça çekmek" ve "yüzüp gitmek" arasında bir sıralama gözetilmeyip "vav" bağlacıyla bağlanmış; geçmek ve iş çevirmek fiilleri ise "fâ" ile birbirlerine ve öncekilere bağlanmakla fiilde veya zikirde bir sıralama gözetilerek ifade edilmişlerdir ki, bununla bu iki fiilin öbürlerinin neticesi ve gayesi gibi olduğu anlatılmış demektir.
Bu beş âyetten ile âyetleri, kapsamış oldukları nâzi, ğark, nâşit ve neşt kelimelerinin lugat bakımından farklı mânâları gösteren müşterek lâfızlardan olmaları nedeniyle her biri birçok mânâ ifade etme ihtimalinden dolayı, bunları meâlde sade bir mânâ ile terceme etme imkanı yoktur. Bu nedenle bunları mümkün olabildiği kadar tefsir sûretiyle anlamaya çalışmak gerekir.
ĞARK, iğrak mânâsına mastar ismidir. İğrak, suya daldırıp boğmak, bir kabı doldurmak, dolmuş hale getirmek ve yayı şiddet ve aşırılıkla doldura doldura çekmek demektir. Bu mânâlardan hareketle, herhangi bir şeyde aşırı gitmek, uzağa gitmek mânâlarında kullanılır.
NÂZİÂT, nâzi'ler demektir. Bu kelime müteaddi (geçişli) veya lâzım (geçişsiz) olmasına göre, nezi' kökünden de nüzû kökünden de türetilmiş olabilir.
Nezi', bizim çekmek, çekip almak ve soymak kelimelerimiz gibi çeşitli mânâlara gelir:
1- Nezi', intiza' kelimesi gibi bir şeyi yerinden koparıp çekmek mânâsına gelir. Bundan, hayatı çekip almak, can almak ve can çekiştirmek mânâsına gelir ki bu hale "Halet-i nezi'= can çekişme hali" denir. Bu mânâ ile nâziât, can alan kuvvetler, melekler demek olabileceği gibi, can çekişme halinde bulunan canlar demek de olabilir.
2- Nezi', kuyudan şiddetle kova çekmek, su çıkarmak mânâsına gelir ki, bunda "ğarkan nezi'", iyice daldırıp derinden doldurarak hızla çekmek demek olur. Bu da ta derinden çeke çeke can almak mânâsına mecaz olabilir. Bu duruma göre de nâziât, şiddetle daldıra daldıra, boğa boğa, bedenlerinin dipten tırnağa ta derinliklerinden çeke çeke can alan melekler veya cihad yapan kuvvetler demek olur.
3- Nezi', yay çekmek; "ğarkan nezi'" de yayı şiddet ve aşırılıkla doldura doldura çekmek mânâsına gelir ki, buna yayı doldurmak denir. Bu mânâda nâziât, atış yapan kuvvetler, gâziler demek olur.
4- Nezi', atın başını alıp bir düzüye koşması mânâsına gelir ki, bu mânâdan nâziâtın, "Gürültü ile koşan"(Âdiyat, 100/1) âyetinde olduğu gibi atlar, biniciler ve o mânâda olan kuvvetler için kullanılması doğru olabilir. Ayrıca bu mânâdan mecaz olarak gökte doğudan batıya hareket eden yıldızlar ile de tefsir edenler olmuştur. Fakat "bir iş çevirenler", yıldızlar olamaz.
5- Nüzü', bir şeye can atmak gönül çekmek dediğimiz gibi bir şeye meyledip arzulamak; bir de bir şeyden feragat edip geri çekilmek, sıyrılıp çıkmak mânâlarına geldiğinden vatanını özleyen gurbetçiye nâzi' denildiği gibi, nâziât da bu mânâdan olarak bedenlerinden ayrılmış, bedenlerine hasret kalmış nefisler demek olabilir.
NAŞİTÂT, bu kelime neşt ve neşât kökünden türetilmiş olabilir.
1- Neşt, kuyudan kovayı kolayca ve yumuşak bir şekilde çekmek mânâsına gelir ki, bizim "tereyağından kıl çeker gibi çekmek" sözümüze benzer.
2- Neşt, bir düğümü yumuşak bir şekilde usulcacık çözmek mânâsına gelir ki, "ünşûta" denilen ve kolay çözülen ilmekli düğümü çözmek gibidir. Bu iki mânâdan nâşitât, müminlerin ruhlarını nazik ve yumuşak bir şekilde alan melekler ve rahmet melekleri denilmiştir. Tatlılıkla gönülleri kendilerine çeken ruhlar, nefisler demek de olabilir.
3- Neşt, bir yerden bir yere çıkmak mânâsına gelir. Nitekim bir yerden bir yer giden yaban öküzüne "nâşıt" denilir. Buna benzetilmek sûretiyle nâşitât, burçtan burca giden gezegenler demek olduğu da söylenmiştir. Nâziât da yıldızlar demek olduğuna göre doğudan batıya hareketleri kendilerinin değil, zoraki mahiyette olması; bunların ise burçtan burca gidişleri kendilerinin olarak tabii mahiyette olması tarzında anlatılmış demek olur. Bu şekilde bir sonraki âyette geçen "sebh" de gökteki gidişleri, "sebk" ise hızlı ve yavaş hareket etmedeki farkları demek olur.
4- Neşât, bilindiği gibi, gönül hoşluğu, şenlik demektir. Bundan, "ölüm zamanında bedenden gönül hoşluğu ile çıkan mümin ruhlar" diye tefsir olunmuştur. Nitekim bu takdirde, "boğula boğula, şiddet ve azap ile çıkan kâfir ruhlar" demek olur. Sebh, suda yüzmek ve kolayca uzağa gitmek demektir. Burada hakikat ve mecâz olarak ikinci mânâdan olacağı açıktır.
İşte bu âyetlerin içinde geçen bu kelimelerin bu şekilde birçok mânâya gelme ihtimalinden dolayı burada tefsirciler de birçok yorum nakletmişlerdir:
1- Hepsi meleklerdir: "boğa boğa, daldıra daldıra şiddetle can alan melekler", yahut "kâfirlerin canını alan azap melekleridir." Nâşitât, tatlı ve yumuşak bir şekilde can alan, müminlerin ruhlarını alan rahmet melekleridir. Sâbihât, ilâhi emir ile ufuklardan gelip giderek iş yapan veya can alırken nefislerde dalgıç gibi dalıp yüzen meleklerdir. Sâbikât, kâfirlerin ruhlarını cehenneme, müminlerin ruhlarını cennete götürmek için yarışıp giden meleklerdir. Müdebbirât-ı emr ise, yüce Allah'ın, âlemin düzeninde emir altına verdiği, memur kıldığı işlerde, işi yönetip idare eden melekler, yahut meleklerin elçileridir.
2- İnsanların nefisleridir: Bunun da iki ayrı yorumu vardır. Birisi, bedenlerinden ayrılan erdemli nefisler ki alışıp kaynaştıkları ve hayır kazanmak için araçları ve binitleri olan bedenlerinin şiddetle her noktasından ayrılır ve bununla beraber melekler ve ruhlar âlemine arzu ve neşe ile çıkar, orada yüzer ve sonra geçip mukaddes bölgeye gider, sonra da şeref ve kudreti nedeniyle iş yöneten melekler sırasına ve hatta onlardan ileri geçerler. Çünkü ölümden sonra ruhların bu âlemde bile nice eser ve halleri görünür. Onların manevî ve ruhî özelliklerinden istifade edilir. İkincisi, ölümden önce bir tarikata katılarak ibadet edip nefis mücadelesi vermek suretiyle içini ve dışını temizleyen ve ilâhî bilgilerde yükselen erdemli nefisler denilmiştir ki, bunlar şehevi arzularından sıyrılır, mukaddes âlemin hasretini çeker. Olgunluklara yükselme mertebelerinde yüzer, sonra kusurlu ve eksik nefislerin terbiyecisi ve olgunlaştırıcısı olur.
3- Gâziler veya elleri veya atları ki, elleri silahlarını doldurur çeker, oklarını, mermilerini kolayca atarlar, karada ve denizde yüzer giderler, düşmanla savaşta yarışıp ileri geçerler, sonra onların işlerini yönetirler. Bu özellikler gazilerin atlarında da düşünülebilir. Şu kadar var ki, atların iş yöneticisi olmaları, sebebiyet alakası ile mecaz olur. Yani atlar iş çevirip yönetmeye sebep oldukları için, mecaz olarak onlara da iş çevirici denilebilir.
Meâlden bu üç mânâ anlaşılabilir.
4- Yıldızlar denilmiştir: Fakat bunlar hakkında "iş çevirici" nitelemesini yapmak doğru olmaz. Bu, yine melekler olmalıdır.
Bunları çeşitli şekillerde düşünmek isteyenler de olmuştur. En açığı melekler veya erdemli nefisler veya dilimizce daha kapsamlı olmak üzere kuvvetler demektir. Bunlara yemin edilerek kıyamet ve öldükten sonra dirilme olayının meydana geleceği vurgulu bir şekilde kesin olarak haber verilmiştir.
Ğarkan kelimesi, takdirinde mef'ûlü mutlak, cümlesi baştaki "en-Naziât"ın hâli, veya "bedenlerin içine batmış nefisler" mânâsında sıfat-ı müşebbehe şeklinde yorumlanarak mef'ülû bihtir. kelimeleri de mastar olarak mansuptur. kelimesi de 'ın mef'ulü olarak mansuptur.
6. "Sarsacağı gün". Yeminin zikredilmeyen cevabı ile ilgili zaman bildiren tümleç olarak mansuptur. Yani o kıyamet ve öldükten sonra dirilme o gün olacak ki, o deprem sarsacak.
RECF, şiddetle sarsmak veya sarsılmak mânâsına müteaddî (geçişli) ve lâzım (geçişsiz) olur. Onun için Râcife; şiddetle sarsan sarsıntı, dünyayı yerinden oynatan olay, ilk üfürme, yahut o vakit şiddetle sarsılan, sarsılacak olan yeryüzü ve dağlar gibi cisimler demek olabilir.
Fiilin müteaddî (geçişli) olmasına göre verilen birinci mânâ korkutma hususunda daha beliğdir. Yani dünyayı harekete getirip (mobilizasyon) yaptıracak olan o şiddetli sarsıntı, ilk üfürme olayı olacak, âlemi seferber yapacak
7-9. onu ikincisi izleyecektir.
RADİFE, redîf gibi ardınca gelen, izleyen mânâsına gelir ki ilk üfürmede ard arda sarsıntılar olması gibi hareketlerin birbirini izlemesini, göğün yarılmasını ve yıldızların yayılması hallerini ifade etmiş olabilirse de, bunun ikinci üfürme olayı olması daha uygundur. Âyetlerin akışı da bunu gösterir. Demek ki, bu sarsıntıların olacağı günden maksat, sarsıntının olmasından öldükten sonra dirilmeye kadar uzanan vakittir.
10. "Derler ki." Bu, öldükten sonra dirilmenin olacağı yemin ve vurgu ile haber verildikten sonra, inanmayan inkârcıların sözlerini hikâye eder. Yani inkârcılar bu gün dünyada şöyle diyorlar: "Biz gerisin geriye döndürülecek miyiz?".
HAFİR, HAFİRE, esasen "kazıcı" mânâsına sıfat olmakla beraber, atın tırnağına isim olmuştur. Bu münasebetle atın tırnağının kazdığı çukura, yani izine ve o suretle açılan çığıra da hafire denilir. Bu, merdıyye (razı olunmuş) mânâsına radiye (razı olan) kelimesinin kullanılmasına benzer. Yani çukur kazan, iz yapan mânâsına hafire kelimesi kullanılmış, fakat "kazılan çukur" kastedilmiştir.
Araplar'da şu iki söz darb-ı mesel olmuştur:
BİRİSİ, "geldiği yoldan dönmek"ten kinaye olur. denilir ki, "filan, geldiği yoldan döndü" demektir.
BİRİSİ de, denilir ki, "bir alışverişte alıcının ilk sözde parayı sayması" mânâsına kullanılır. Kâmus müterciminin ifadesine göre Türkçe'de, "tırnağı dibinde" denilir. Bunun aslı, Araplar'da at en kıymetli mal olduğundan, asla veresiye satılmadığı için pazarlık bitince parası derhal teslim olunmadıkça tırnağı durduğu yerden bir adım atmaz demektir. Bir de bu sözün aslı, koşuda birinci gelen atın diğerlerinden önce tırnağının son kazdığı çukur mânâsına "tırnağı dibinde hemen bahşiş verilmek" mânâsından olup, daha sonraları mutlak öncelik mânâsında kullanıldığı söylenmiştir.
İşte bu âyette bu deyimlerin ifade ettiği mânâ üzere hâfire, önceki yaratılış ve hayattan kinaye olarak mânâsı: Biz önceki halimizde hayata geri mi çevrileceğiz?" demek olur ki, bu İbnü Abbas'tan rivayet edilmiş olup tefsircilerin tercih ettiği görüştür. Bununla beraber Mücahid'den hâfire'nin, hufre gibi mahfûre yani "kazılan çukur yer" mânâsına olarak "kabir" diye rivayet edilmiş olduğu ve geri çevrilmenin âyetteki "merdûdûn" sözünden anlaşıldığı ve bu mânâ herkese daha açık geleceği için "o çukur" demeyi uygun gördük ki, "biz öldükten sonra o kabirlerde gerisin geri döndürülecek, diriltilecek miyiz?" demek olur. İkisinde de mânâ birdir. Kuşkusuz hâfire'nin mahfûre, yani "kazılmış" mânâsına olmasının bir yorum ve izahı yok değilse de, bu mânâ, lâfzın görünen mânâsına uymamaktadır. Önceki mânâ hem ince, hem de meşhur ve bilinen bir mânâdır.
11. "Ufalanmış kemikler olduğumuz zaman mı?". Bu, inkârdan sonra güya delile dayanarak bir netice çıkarma tarzında alaydır.
NEHIRE; çürümüş, ufalanmış, rüzgarla savrulur, yahut delik deşik, göz göz olmuş, rüzgar estikçe ses verir, vızıldar kemik demektir. Evvelkine "nehıre", ikinciye "nâhire' denilerek aralarında fark da gözetilmiştir. Böyle çürümüş kemiklerin hayattan uzaklığına bakıp bundan bir netice çıkarmaya çalışarak Yâsîn Sûresi'nde geçen "Bu çürümüş kemiklere kim can verecek miş?"(Yâsin, 36/78) demeleri gibi, bunu uzak ve imkansız görüp inkâr ettiler.
12. "Dediler ki": Önceki küfürlerinin bir kolu olarak diğer bir küfürlerini hikâyedir. Öyleyse o dönüş pek zararlı bir dönüştür. Zira o denildiği gibi ise, biz ona iman etmemiş, hazırlanmamış olduğumuz için bize pek zararı dokunan bir dönüş olacaktır. Vah o vakit başımıza geleceklere vah, diye alay etmekte ileri gittiler.
13. Bütün bu sözler onu zor görmekten ileri gelen bir ihtimal vermemeden kaynaklandığı için kısaca ret ile kestirme cevap olarak buyruluyor ki:
"O bir tek haykırıştan ibarettir". Yani onu Allah'a göre zor bir şey zannetmeyin. O bir tek haykırıştan, zorlu bir kumanda ile bir tek seslenişten ibarettir. Bir "ol" emriyle, o üfürme olur biter.
14. Derhal onlar meydanda bulunurlar.
SÂHİRE, uyanık göz ve gözlere serap görünen düpedüz açık yeryüzü, sahra, meydan demek olup burada, gözleri açılarak apaçık mahşer yerinde bulunacakları anlatılmıştır. "Musa'nın kıssası haberi sana geldi mi?" Burada Peygamber'in verdiği haberi yalanlayanların akibetleri hakkında ibret alınacak bir örnek ve Peygamber'e teselli vermek için anlatılmış bulunan bu kıssa Â'râf, Tâhâ, Şuâra, Kasas ve diğer sûrelerde birçok yerde her birinde farklı özelliklerle genişçe anlatılmıştır. Buradaki özelliği ise Firavun'a söylenmesi istenen "yumuşak söz"ün nasıl olacağını izah ve Firavun'un "En yüce Rabbiniz benim." taşkınlığıyla Firavunluğunun özünde bulunan mânâyı özetlemiş olmasıdır. Daha önce Kasas Sûresi'nde "Sizin için benden başka ilâh bilmedim."(Kasas, 28/38) demişti. Şuarâ sûresinde de "Andolsun, benden başka bir ilâh tutarsan.."(Şuara, 26/29) demişti. Bu, diğer detayların bir özeti olmak itibariyle "sana geldi değil mi?" gibi ikrar sorusu olarak, söyleneceklerin dinlenmesine teşviktir.
15-17. "Rabbi ona seslendiği zaman". Bu, daha önce geçen "hadis"in, yani konuşmanın yapıldığı zamanı gösteren mef'ûl (tümleç)dür. Tefsirciler burada nidayı, diye, gizli bir nida olan münacaat ile tefsir etmişlerdir. "Mukaddes vadide". Mukaddes vadi, Şam çölünde Tur-i Sina dağının eteğinde bir vadidir: "Tuvâ."
TUVÂ, bu vadinin ismi ve onun açıklamasıdır. Önce temiz ve mübarek demek olan "mukaddes" sıfatıyla nitelenmesi ilâhî feyiz ve bereketin önce temiz kalplere geleceğine ve dolayısıyla her şeyden önce temizliğin gerekli olduğuna dikkat çekmektir. Nitekim Tâhâ Sûresi'nde "Haydi papuçlarını çıkar. Çünkü sen mukaddes Tuvâ Vadisi'ndesin."(Tâhâ, 20/12) buyrulmuştu. Bazıları bu kelimeyi "iki kez" mânâsına alarak "iki kat mukaddes kılınmış vadi" demek olduğunu söylemişlerdir. Bu durumda "iki defa takdis" mânâsında "mef'ulü mutlak" demek olup aynı hatırlatmayı te'kit (vurgu) ile yapmış olur.
18. Senin için bir meyil, bir arzu, bir niyet var mı?. Bu soruda sorulan mübtedâ, müteallakının söylenmesiyle yetinilmek suretiyle kendisi zikredilmeden, veya veya gibi biraz sonra gelecek olan "ilâ" edatına bağlanabilecek bir fiil takdiriyle şöyle bir mânâ ifade eder: "Nasıl, var mı bir meylin? Nasıl, var mı bir arzun, bir niyetin? Bir meyleder veya bir, rağbet gösterir veya bir niyet besler misin? Temizlenmeye yani, inkâr ve taşkınlık kirlerinden, kötü huylardan temizlenip temiz iman ve İslâm vasıflarıyla kendini geliştirmeye? Buradaki tefa'ul babından geniş zaman olup aslı 'dır.
TEZEKKİ, temizlenmek, saf, arı, tertemiz olmak ve bereketlenip artmak mânâlarına gelir ki İslâm'ın bir mânâsıdır. Çağrı için önce bu şekilde hitabın emredilmesi, seçim ve tercihe bağlı fiilerde meyil ve niyetin şart olduğunu gösterir. Yani ister misin temizlenip bereketlenmeye doğru gidesin?
19. Ve sana, Rabbine giden yolu göstereyim, Rabb'ını tanımayı öğreteyim de korkasın. Onun öfke ve cezasından korkup ululayarak saygı duyasın. Çünkü "Allah'tan kulları içinde ancak âlimler hakkıyla korkar."(Fâtır, 35/28) Bilmeyenlerin saygısı olmaz. Saygısı olmayanlar korunmaz, her fenalığa atılır.
Bu iki âyette Tâhâ sûresinde geçen "Ona varın da yumuşak dille söyleyin. Belki dinler ve düşünür. Belki de korkar."(Tâhâ, 20/44) âyetinin bir tür açıklaması ile "yumuşak söz"ün bir izahı vardır.
20. "Ona o büyük mucizeyi gösterdi". O büyük mucize asâ'nın dirilip yılan olması mucizesidir ki, ölülerin dirilmesine ve "ol" emrinin tecelli edeceğine bir delildir. Firavun sözlü delili dinlemeyince Musa (a.s) ona bu fiilî delili gösterdi.
21. Fakat Firavun yalanladı. Söze inanmadığı gibi o büyük mucizeyi gördüğü halde de ona sihir dedi ve Musa (a.s)'nın yalan söylediğini iddia etti ve isyan etti. Allah'ı ve emrini tanımak istemedi, temizlenmeğe niyet etmek şöyle dursun "O âlemlerin Rabbi de ne oluyormuş?" diye karşılayarak inkâr ve isyan küstahlığında bulundu.
22. Sonra koşup sırtını çevirdi, yani yalan ve isyanda başarılı olamadı, bununla beraber boş da durmadı, koştu, çalıştı. Fakat mutluluğa doğru çalışmadı, mutsuzluğa doğru çalıştı. Allah'a yüz tutacak yerde ardını dönerek helake doğru tersine gitti.
23-24. Bunun üzerine adamlarını topladı önce sihirbazları toplayıp mağlup olduktan sonra Şuarâ sûresinde "Firavun şehirlere asker toplayıcılar gönderdi."(Şuara, 26/53) âyetiyle açıklandığı üzere şehirlere asker sevki için memurlar, asker toplayıcılar göndererek ordusunu ve adamlarını topladı da haykırdı. Benim, en yüce Rabbimiz! dedi. Kendisinden başka herhangi bir Rabb'i kendinden aşağıda sayarak kendinin en üstün Rab, yani "Rabbu'l-erbab" (Rablerin rabbi) olduğunu iddia etmek derecesinde iddiayı ileri götürdü. Kendisine o nam ile taptırmak istedi. Önce "Sizin için benden başka ilâh bilmedim."(Kasas, 28/38) diyerek kendisinden başka ilâh bilmediğini söylemişti. Güya araştırma ve incelemelerde bulunmak üzere "Ey Hâman! Haydi benim için çamura bir ocak yak da tuğla pişir, kule yap. Belki Musa'nın ilâhının sırrına ererim. Doğrusu ben onu yalancılardan sanıyorum." (Kasas, 28/38) demişti. Bu kez o araştırma pek boşa gitmemiş, bir Rab bulunduğunu anlatmış olduğunu ima etmekle beraber, onun kendinden yüksek olmadığını iddia edecek derecede kibir ve büyüklük taslamaya kalkmıştı.
İbnü Cerir'in Mücahid ve diğerlerinden nakline göre bu iki söz arasında kırk sene geçmişti. Burada Alûsî'nin kaydettiği vechile bazı eserlerde şöyle nakledilmiştir ki, Firavun topladığı kalabalığının içinde kalkıp hitap etmek suretiyle bir nutuk çekerek o büyük lafı etmiş, böylece kendisini halkı yönetenlerin hepsine üstün tutmuştu.
25. Allah da onu tuttu, Ahiret ve dünya azabıyla (herkese ibret olacak şekilde) cezalandırıverdi. Azab, ta'zib yani azap etme mânâsına geldiği gibi, nekal yani herkese ibret olan ceza da, tenkil yani herkese ibret olacak şekilde cezalandırma mânâsına mastar ismidir.
TENKİL, gören ve işitene ibret olacak, gören ve işiteni onu yapmaya sevkeden şeylerden menedecek şekilde azap edip cezalandırmaktır. Burada nekal, "Allah onu ahiret ve dünya azabıyla cezalandırdı." takdirinde mefülü mutlak, cümlesi ise hâl yerindedir. Yahut "Allah onu ahiret ve dünya cezası için tuttu, alıverdi" mânâsında fiilinin sebep bildiren mef'ûlü (tümleci) olur.
Âyette geçen "Ahiret" ve "Ûlâ" kelimelerinin görünen mânâsı bildiğimiz ahiret ve dünyadır ki, dünya cezası suda boğmakla, ahiret cezası da cehenneme sevk ile olmuştur. Bununla beraber burada ahiret "sonraki" ve ûlâ da "evvelki" mânâsına olarak "sonrakinin ve öncekinin cezası olmak üzere tuttu alıverdi" ve sonrakinden maksat "Sizin en yüce Rabb'iniz benim." (Kasas, 28/38) sözü, evvelkinden maksat da "sizin için benden başka ilâh bilmiyorum" (Kasas, 28/38) sözü demek olduğu da İbnü Cerir tefsirinde yazılıdır.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|