Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Mutaffifin Suresi Açıklamalı Tefsiri
Tekil Mesaj gösterimi
  #1  
Alt 02.07.18, 12:53
Havasokulu Havasokulu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,902
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart Mutaffifin Suresi Açıklamalı Tefsiri

83-MUTAFFİFİN:

Sûresi, Mekke'de son inen sûredir. Hz. Peygamber (s.a.v) Medine'ye geldiği zaman Medine'lilerin ölçekleri kötü olduğundan dolayı düzeltilmesi için Medine'de ilk inen sûre olduğu da rivayet edilmiştir. Medine'ye varmadan önce Mekke ile Medine arasında indiği de söylenmiştir ki, o da Mekke'de inmiş demektir.

Âyetleri : İttifakla otuzaltı,

Kelimeleri : Yüzdoksan dokuz,

Harfleri : Yediyüzotuzdur.

Fâsılası : ve  harfleridir.

Meâl-i Şerifi

1- Eksik ölçüp tartanların vay haline!

2- Onlar insanlardan kendilerine bir şey aldıkları zaman tam ölçerler.

3- Kendileri başkalarına bir şey ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksik ölçer ve tartarlar.

4- Onlar tekrar diriltileceklerini zannetmiyorlar mı?

5- Büyük bir gün için.

6- Öyle bir gün ki, insanlar o gün Rabblerinin huzurunda divan duracaklar.

7- Hayır hayır, kötülerin yazısı muhakkak Siccin'dedir.

8- Bildin mi sen, Siccin nedir?

9- Yazılmış bir kitaptır o.

10- Vay haline yalanlayanların o gün!

11- Onlar ceza gününü yalanlayanlardır.

12- Onu ancak sınırı aşan ve günaha düşkün olanlar yalanlar.

13- Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, "eskilerin masalları" der.

14- Hayır hayır, öyle değil. Aksine onların kazandığı günahlar kalplerinin üzerine pas olmuştur.

15- Hayır hayır, doğrusu onlar o gün Rablerini görmekten mahrumdurlar.

16- Sonra onlar muhakkak cehenneme girecekler.

17- Sonra da onlara: "İşte bu, yalanlayıp durduğunuz şeydir" denilecek.

18- Hayır hayır, iyilerin yazısı muhakkak Illiyyîn'dedir.

19- Bildin mi sen, Illiyyîn nedir?

20- Yazılmış bir kitaptır o.

21- Allah'a yaklaştırılmış melekler ona tanık olurlar.

22- Haberiniz olsun ki, iyiler nimet içindedir.

23- Tahtlar üzerinde etrafa bakarlar.

24- Yüzlerinde nimet ve mutluluğun sevincini görürsün.

25- Onlara damgalı saf bir içki sunulur.

26- Onun sonu misktir. İşte ona imrensin artık imrenenler.

27- Karışımı Tesnim'dendir (En üstün cennet şarabındandır).

28- Allah'a yakın olanların içecekleri bir kaynaktır o.

29- Doğrusu o suç işleyenler inananlara gülüyorlardı.

30- Onlara uğradıkları vakit birbirlerine göz kırpıyorlardı.

31- Evlerine döndükleri zaman zevklenerek dönüyorlardı.

32- Müminleri gördükleri vakit; "işte bunlar sapıklar" diyorlardı.

33- Oysa onlar müminler üzerine bekçi olarak gönderilmemişlerdi.

34- İşte bugün de inananlar kâfirlere gülecek.

35- Koltuklar üzerinde etrafa bakacaklar.

36- Nasıl, kâfirler yaptıklarının cezasını buldular mı?

Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline.

Çoğunlukla "vay haline" demekle yetindiğimiz "veyl" kelimesi hakkında daha önceki sûrelerde ve bu arada "Mürselât" Sûresi'nde de söz geçmişti. Bununla beraber bizdeki "vay" tabiri Araplar'ın "veyh" kelimesi karşılığı olduğundan "veyl"in şiddetini pek duyurmadığı gibi, özel bir isim olması hakkındaki rivayete bir delaleti de olmuyor. Bu itibarla "veyl ona" ve "vaveyla" tabirleri dilimizde yaygın şekilde kullanılmış bulunduğu için burada olduğu gibi meâlde bazan aynen almak faydalı olacağından başka, 'in de sûrenin bir ismi olması nedeniyle bu iki kelimenin aynen söylenmesi zorunlu demektir.

VEYL, başlıca şu mânâlarda tefsir olunmuştur: Şiddetli kötülük, hüzün ve helak, elem verici azap, cehennemde bir vadi adı.

İmam Ahmed ve Tirmizî Ebu Saîd'den şöyle rivayet etmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Veyl, cehennemde bir vadidir ki kâfir onun dibine varmadan önce onda kırk yıl yukardan aşağı düşer."

İbnü Hibban ve Hakim'in Sahih'lerinde: "Veyl, iki dağ arasında bir vadidir ki, kâfir..."

İbnü Ebi Hatim de Abdullah'tan; "Cehennem'de irinden bir vadidir." diye rivayet etmiştir.

Ragıb'ın "Müfredat"ında, Asmeî demiştir ki: Veyl, bir kubuh, yani bir çirkinliktir. Bazan hasret çekme için de kullanılır. Veyl Cehennem'de bir vadidir diyenler, lügat itibariyle bu kelimenin mânâsı budur demek istememiş, ancak hakkında yüce Allah'ın "veyl" buyurduğu kimseler o ateşten bir yere yerleşmeyi hak etmiş, orası da onlar için sabit olmuştur demek istemişlerdir.

Alûsî der ki: "Ona "veyl" denilmesi, cehennemin bilinen mânâda kullanılması gibi olduğu açıktır. Bunun nasıl bir isimlendirme olduğuna bakılsın."

Bizce açık olan budur ki, cehennemin bildiğimiz mânâda kullanılması tevatür yoluyla şer'i bir kullanım olmakla beraber bu örf lügatine de girmiştir. Fakat "veyl"in izah edilen mânâ ile Cehennem'de bir vadi ismi olması şer'î bir isimlendirme olmakla beraber mütevatir olmadığı gibi lügat yönünden de örf haline gelmeyen bir mecaz olur. Bu izahtan anlaşılır ki "vay haline" demekle "veyl ona" demeyi tam olarak Türkçe'ye çevirmiş olamıyoruz. Ancak lügat kaynağına bir dereceye kadar işaret etmiş oluyoruz.

MUTAFFİFİN, "Mutaffif" kelimesinin çoğuludur. Bunun, "alırken dolgun, verirken eksik ölçenler" demek olduğu, önünde açıklayıcı sıfat olarak gelen iki âyet ile anlatılmıştır. Mutaffif'in tam karşılığı olarak Türkçe'de özel bir kelime bulamadım. Bu nedenle bunun türeyişinden biraz söz etmek uygun olacaktır:

Mutaffif, belli ki "tatfif" kökünden ism-i fâildir. Tatfif de ölçeği eksik ölçmektir. Razî şöyle der:

Bunun türetilişi hususunda iki görüş vardır.

BİRİNCİSİ, bir şeyin "taffı, kıyısı ve kenarıdır. Bir kap veya derede bulunan bir şey derenin kıyısına kadar varıp da tam dolmazsa denir. Buna onun tafâfı, tufâfı ve tafefi denir. Onun için ölçeği fena ölçüp de tam yapmayana mutaffif denilir ki, ancak kabın tafâf'ına kadar doldurur demek olur. Fakat "Kâmûs"tan anlaşıldığına göre; taff, tafef, tafâf ve tufâf bir ölçeği veya kabı tam dolduran şeye veya dolusu silindikten sonra içinde kalana veya ölçeğin başına denir. Bundan tatfif, tafâfı eksiltmek, yani eksik ölçü ile vermek veya eksik ölçmektir ki fiilin yapısı olumsuzluk için olur.

İKİNCİSİ, pek az bir şeye "tafîf" denilir. Ölçeği eksik ölçene mutaffif denilmesi, ölçekte veya tartıda biraz bir şey çaldığı içindir.

Demek ki tatfif, ölçüde veya tartıda biraz bir şey çalmaktır. Bu kelime müteaddî (geçişli) bir mânâ veya bu işi yapan bunu âdet haline getirmiş olması itibariyle çokluk ifade etmek için kullanılmıştır. Bu izah şekli âyetteki tefsire daha uygundur. Zira âyette mutaffifler şöyle nitelenip tanıtılıyor:

2. O kimseler ki kendilerine ölçtükleri vakit insanların aleyhine olarak tam ölçerler, dolgun ölçerler.

Burada ifadeden açıkça görünen "insanlardan ölçtüklerinde" denilmesiydi. Buyrulması, kendi çıkarlarına olarak insanların zararına haddi aşmak suretiyle ölçtüklerine işaret içindir. Yani başkalarından satın alma yoluyla veya başka bir sebeple bir şey alıp da alacaklarını kendileri ölçtükleri zaman insanların aleyhine olarak bol ölçerler. Dolgun bir şekilde, yani tamam almak isterler ve hatta basa basa almak için baskı altına alıcı bir şekilde hareket ederler.

3. İnsanlara ölçtükeri veya tarttıkları vakit ise eksiltirler, eksik ölçek veya tartı ile ölçerler veya ölçüşte tartışta eksik yapar, onlara ziyan ettirirler.

İşte Veyl'i hak edişlerinin sebebi, bu şekilde tartma ve ölçmeyi alışkanlık haline getirmiş olmalarıdır.

Böylece az bir şeyi çalanlar veyli hak ederse, çok çalanların kaç katlı veyli hak edecekeri düşünülmeli. Razî şöyle der: Bedevinin biri Abdülmelik b. Mervan'a şöyle demişti: "Yüce Allah'ın dediğini işittin". Bedevi bununla şunu kastetmişti: Mutaffif, azıcık bir şey almakla ona büyük bir tehdit yöneltildi. Sen ise çoğu alıyorsun, müslümanların mallarını ölçüsüz tartısız alıyorsun. O halde, sen kendine ne yapılacağını zannediyorsun?"

Burada vezn'in yani tartmanın da söylenmesi, öncekinde yalnız "keyl"in yani ölçmenin zikredilmesinin tahsis için değil, onun zikriyle yetinilmek kabilinden olduğunu ve bu hilenin keyl ve vezin dahil her türlü ölçme işinde olabileceğini anlatmak içindir. Rahmân ve Hadid sûrelerinde de geçtiği üzere göklerin ve yerin ayakta duruşu bir ölçü ve denge iledir. Bütün hakların ölçeği de terazidir. Onun için bir yerde hak ve adâletin yerleşmesi için ilk gerekli olan şey ölçünün herkes için eşit bir şekilde doğru ve dürüst olmasıdır. Bunun doğru olması için iki temel direk gereklidir. Birisi, ölçünün bizzat kendisinin tam olması, eksik veya fazla, yanlış alet kullanılmaması, birisi de ölçmenin tam ve doğru olmasıdır. Ölçmenin doğru olması ise her şeyden evvel hak ve adalet fikriyle ruh doğruluğunun neticesidir. Ölçüyü, ölçeği ve tartıyı doğrultacak olan da odur. Kalp ve vicdanlarında insaf ve doğrulukla hak fikir ve imanı beslemeyenler doğru âletle dahi ölçerken hile yapmaktan kaçınmazlar. İnsanlar başkalarının haklarını da kendi hakları gibi tutarak düzgün bir ölçüyle ölçme duygusunu taşımadıkça hile yapmaktan kurtulmazlar. Düşünme ölçüsü bozuk olan kimseler aynı bir olayı kendileri için düşünürken başka, diğerleri için düşünürken de başka türlü değerlendirirler. Mesela, kendinin azıcık birşeyi kaybolmasını bir elem saydıkları halde başkasının az bir şeyi kaybolmasına önem vermez veya bundan bir lezzet duyarlar ki bu hal ruh ölçeğinde, fikir ölçüsünde bir hiledir. Asıl bu ruh halidir ki insanı ölçü ve tartıda hileye sevkeder. Bu ruh halini taşıyanlara ne kadar doğru ölçü ve terazi verilse onlar yine fırsat bulup güçleri yettikçe onu kötüye kullanmaktan çekinmezler. Bunların hepsi "mutaffifin" ünvanı altına girer ve "veyl"i hak ederler. Bundan dolayı burada hukukun düzenlenmesi ve iyilik ve hayrın yerleştirilmesi için önce ölçü ve tartının düzeltilmesi gerektiği gösterilmek üzere herşeyden önce ölçü ve tartıda bu tür hile yapma alışkanlığının veyl'i hak ettirdiği haber verilmiş ve bunun asıl sebebinin hak ve ahiret düşüncesini ihmal ettiren inanç bozukluğu olduğu, düzeltilmesi için de öncelikle ahirete îman ile sorumluluk duygu ve uyanıklığı duyurulmak üzere buyrulmuştur ki:

4. Zannetmezler mi onlar?. O hileyi yapanlar? İman etmiyorlarsa bir zan da mı beslemezler? Ki hepsi büyük bir gün için yeniden diriltilecekler. Yani ölçü ve tartıda yapılan böyle bir hilenin sorumluluk ve cezası öyle ağır ve o veyl'in uygulanacağı gün öyle büyük bir gündür ki insanın, onun kesin olan vukuuna inanıp kesin inanç taşıması şöyle dursun bir zan beslese bile o hileye cüret etmemesi gerekir.

5. Zannetmezler mi onlar?. O hileyi yapanlar? İman etmiyorlarsa bir zan da mı beslemezler? Ki hepsi büyük bir gün için yeniden diriltilecekler. Yani ölçü ve tartıda yapılan böyle bir hilenin sorumluluk ve cezası öyle ağır ve o veyl'in uygulanacağı gün öyle büyük bir gündür ki insanın, onun kesin olan vukuuna inanıp kesin inanç taşıması şöyle dursun bir zan beslese bile o hileye cüret etmemesi gerekir.

6. Yani insanların, âlemlerin Rabb'inin huzurunda duracakları gün. Ki o gün herkes kabirlerinden uyanıp kalkarak Allah'ın huzuruna çıkacak, onun huzurunda yargılanmak için durup haklı haksızdan hakkını alacaktır.

7. Hayır hayır. Bu, ölçü ve tartıda hileden ve öldükten sonra dirilip huzura çıkmaya inanmama gafletinden vaz geçirmek, tevbe ettirmek için bir engellemedir. "Hayır hayır, yapmayın, sakının." demektir.

Bunun sebep ve hikmeti anlatılmak için de illet gösterme makamında şöyle buyruluyor:

Çünkü kötülerin yazısı muhakkak ki Siccin'dedir. Yani öyle yaparsanız kötü kişi olursunuz. Kötüler ise Siccin denilen sicilde kayıtlıdır. Onların yazısı, nüfus kayıtları, amel defterleri, o huzura çıkma günü kendilerine verilecek hüküm ve ceza belgesi "Siccin" denilen yerde yazılıdır. Yahut "Siccin'de" diye buyrultuludur.

"Kâmûs"ta Siccin'in, hapis mânâsından "devamlı", "şiddetli", "kötülerin kitabının konulduğu yer", "cehennemde bir dere" mânâlarına ve ayrıca "açık ve ortada" ve "dibinin çevresine çukur kazılmış hurma ağacı" mânâlarına geldiği ve "devamlı şey" mânâsına "şiddetli vuruş" mânâsına ve "açık açık geldi" mânâsına denildiği yazılıdır.

Bu "Siccin" kelimesinin lügat yönüyle asıl mânâsı ve isim veya sıfat olarak türemiş olması hakkında değişik sözler söylenmiştir. Görünen şekliyle "secn" veya "secc" kökünden olma ihtimali vardır. Zindan demek olan "sicn" maddesinden zindana koymak demek olan "secn" mastarından olduğuna göre sikkîn ve siccil gibi fi'îl kalıbında zindanın mübalağa ismi veya seccân yahut mescûn gibi bir sıfat olabilir.

Sıvamak ve balçık gibi cıvık ve bulaşık olmak mânâsına secc maddesinden "gıslîn" gibi "fi'lîn" kalıbında olabilir. Fakat lügatte secc maddesinden böyle bir isim veya sıfat adı geçmez.

Ebu Hayyan "Bahr"da şöyle özetlemiştir: Çoğunluğun dediğine göre siccin, secn maddesinden "fi'îl" kalıbında bir kelimedir. Sikkîn gibi. Yahut hapsedici bir mevkide demektir. Mübalağa mânâsı ifade eden kalıpta gelmiştir. Bu durumda siccin, korunmuş yerin sıfatıdır. Mekan olduğu takdirde siccîn kelimesinde büyük görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Biz onları anlatmıyoruz. Burada açık olan siccin'in bir kitap olmasıdır. Onun için "mühürlenmiş kitap" ondan bedel yapılmıştır. İkrime demiştir ki: Siccîn, hüsran ve horlanmadan ibarettir. Bu Araplar'ın gözden düşen bir kimseye,"filan kimse düşüklüğe erdi" demesine benzer. Bazı lügatçiler de: "Siccîn"in sonundaki nun "lâm"dan bedeldir. Aslı siccil'dendir demişlerdir. Bu görüşlerin özeti: Siccin'in nunu ya kelimenin aslındandır, yahut lâm'dan bedeldir. Nun kelimenin aslından olduğu takdirde türeyişi "sicin"dendir.

Demek ki nunu zaid olarak "secc" kökünden türetildiği söylenmemiştir. Zemahşerî, Hatim gibi sıfattan çevrilmiş bir özel isim olduğunu ve marifelik (belirlilik)ten başka sebeb olmadığı için tenvin aldığını söylemiş ve demiş ki: Yüce Allah, kötülerin kitabının siccin'de olduğunu haber verdi, Siccin'i de "mühürlü kitap" diye tefsir etti. Şu halde onların yazısı mühürlü kitaptadır, denilmiş gibi olur. Bunun mânâsı nedir? dersen, derim ki: Siccin, toplayıcı bir kitaptır. O, kötü şeylerin yazılıp toplandığı divandır. Yüce Allah onda insan ve cin şeytanlarının, kâfirlerin ve fasıkların amellerini toplayıp yazdırmıştır. O mühürlü, örtülü, yazısı açık yahut alametli bir kitaptır ki, her kim görse onda hayır olmadığını bilir. Dolayısıyla mânâ: "Kötülerin amellerinden yazılanlar, o divanda tesbit edilmiştir" demek olur. Buna hapsetmek ve sıkıştırmak demek olan "Secin" den "fi'îl" kalıbında "siccîn" ismi verilmiştir. Çünkü o, cehennemde hapsedilip sıkıştırılmaya sebeptir. Yahut çünkü o, "yedinci yerin altındadır" diye rivayet olunduğu gibi İblis ve onun neslinin meskeni olan karanlık ıssız bir mekana atılmıştır. Horlanmak ve hakir görülmek için ve kovulmuş şeytanlar şahit olsun diye atılmıştır. Nitekim hayırların yazıldığı divan olan İlliyyun'a da Allah'a yaklaştırılmış melekler şahit olurlar.

Demek ki siccin, sâcin yani sıkıştıran, hapseden mânâsına olduğu gibi, mescun yani sıkıştırılmış ve atılmış mânâsına da olabilir. Zemahşerî'nin "atılmış" diye ifade ettiği mânânın, secc maddesinden olması da mümkündür.

Burada Şeyh Abduh şöyle bir tetkikte bulunmuş ve demiştir ki: Siccîn lâfzının lugatte kullanılışından ve burada iyilerinin yazısının bulunduğu İlliyyun'a karşılık olarak söylenmesinden anlaşılır ki, illiyyunda yükselme mânâsı bulunduğu gibi bunda da alçalma mânâsı vardır. Lügatlerden bahseden bazı kitaplarda gördüm ki vahl, yani balçık, İnyubiyye (eski Habeş) lügatinde, Arapça'da bulunmayan "çe" harfi ve vavın harekesinin uzatmasıyla "Sençûn= Sençöne" diye isimlendirilir. Balçıkta alçalma mânâsı bulunduğu ise gizli değildir. Olabilir ki bu lafız, Yemen Arapları'nın kullandığı kelimelerdendir. Çünkü bunlar Habeş halkı ile çok karıştığı için, bunlarda eski Habeş lafızları çoktur. Bunu da balçığa yakın bir mânâda kullanmış olabilirler. O halde, "kötülerin yazısı ondadır, yani balçığa yakın adi şeyde yazılıdır" denilmek uzak bir mânâ olmaz.

Yahut onların amelleri, pisliklerinden dolayı onunla yazılmış gibi tasvir ve temsil olunmuştur. Bu suretle balçığın ve ona yakın şeyin "kitâb-ı merkum" (mühürlü kitap) olmasının mânâsı da, o ameller onunla yazıldıktan sonra o çirkin mürekkep mühürlü bir kitap olmuştur demek olur.

Abduh, "kötülerin amellerinin pisliğini tasvir için "siccin" kelimesinde balçığa yakın adi bir mânâ bulmak üzere Habeş'in İnyubiyye lügatindeki "sençüne"ye kadar dolaşmak uzak olmaz" demiş ise de bunun uzak bir zoraki mânâ olduğu açıktır. Gerçi tefsirciler Kur'ân'da bazan Habeş lügatine uygun düşen lafızlar bulunduğundan bahsederler. Fakat Abduh, Yemen'de böyle bir kullanımın bulunduğunu nakil ve tesbit etmemiş, "olabilir" diye bir ihtimal ortaya koyarak pek dolambaçlı bir fikir yürütmüştür. Siccin lafzının "sençune" ile ilgisi de yakın değildir. Hem yabancı bir kelime olsaydı özel isim yapılınca tenvin almaması gerekirdi. Soyut bir ihtimal üzere yürünecek olunca bu zorlanmaya ne gerek vardı. Çünkü Abduh'un düşündüğü mânâ Arapça olan "secc" maddesinden çıkardı. Siccîn'in, secc kökünden türetilmiş "fi'lîn" kalıbında bir kelime olmasını düşünmek daha yakın bir ihtimal olurdu. Maksat günah ve kötülüklerin iğrençliğini anlatarak ondan tiksindirmek olduğuna göre bu ihtimal gerçi etkili bir mânâ olurdu. Fakat nakiller bunu nazar-ı itibara almamış ve "Sicin" maddesinden "fi'îl" kalıbında bir kelime olmasını doğru bulmakla daha ince düşünmüştür.

Netice olarak Siccin, maddesi itibarıyla bir zindan, veya zindancı veya zindanda hapsedilmiş mânâlarını ifade eden bir kelime olmakla, kötülerin yazısına zarf yapılmasına en yakışan mânâda bir "zindan sicili" veya "sicil zindanı" olmasıdır. "Onların defterleri zindancıdadır" yani, "çok şiddetli bir zindancıya teslim olunur" mânâsına da gelebilir.

Bunun sade akıl yoluyla bilinir şeylerden olmadığını anlatan şu tefsir, bir zindancı sicilinde olması mânâsında açıktır:

8. Sana ne bildirdi? Yani bildin mi? Akıl yoluyla bilemedin değil mi? Nedir siccin?. Yahut hayret mânâsı ifade ettiğine göre: "Ne siccin!", "ne yaman siccin!"

9. Rakamlı ve mühürlü bir kitap.

Bazıları bunun, siccin'den bedel olduğunu söylemişlerdir. Bu durumda, bununla sorunun cevabı verilmemiş; "Siccin nedir? Kitab-ı merkum nedir?" gibi soru tekrar edilmiş, Siccin'in neden ibaret olduğu açıkça tefsir edilmemiş olur. Çünkü bu şekilde "kitab-ı merkum" siccin'in tamamından bedel olmaktan ziyade, siccinde olduğu söylenen yazı mânâsına yorumlanarak "bedel-i iştima" olur. Oysa yukarılarda anlatıldığı üzere Kur'ân'ın üslubunda geçmiş zaman sigası (kipi)yla yani "bildin mi sen?" denildiği zaman bu sorunun cevabı hep bildirilmiştir. Onun için bunun bedel değil, "O bir mühürlü kitaptır." şeklinde soruya cevap olarak Siccin'in tefsiri olması daha doğrudur.

MERKUM, yazılmış veya rakamlanmış demektir. Rakm ve terkim; yazı yazmak ve yazıya nokta ve hareke koyarak açıklık getirmek ve işaret koymak mânâlarına gelir. Bu üçüncü mânâ hepsine esas gibidir. Matematik işareti olan rakam da bundan alınmıştır.

Burada beş mânâ verilmiştir:

Birincisi; "beyyinü'l-kitâbe", yani açık, tam ve sağlam yazılı, yanlış ihtimali yok.

İkincisi; işaretli, yani "gereğince cehenneme" diye buyrultu işareti yazılmış.

Üçüncüsü, tüccarın kumaşına koyduğu gibi işaretli, kayıtlı.

Dördüncüsü; mahkeme ve benzeri şeylerin belge ve defterlerinde olduğu gibi mühürlü, damgalı, ünvanlı ve resmileştirilmiş.

Beşincisi; kumaşın rakmesi, yani desen ve nakışları gibi çizilmiş ve sabitleştirilmiş silinmez bir kitap. "İstif edilmiş balçıktan yapılmış ve Rabbinin katında damgalanmış."(Hud, 11/82, 83) âyetinin ifade ettiği gibi "sırasıyla tertip edilmiş, rakamına göre icra mevkiine konur, rakamlı bir kitap" mânâsına gelme ihtimali de vardır.

Bunların hepsi şu mânâda birleşmiş olur: Şüphe ve kuşkudan uzak, bozma ve yakıştırmadan kurtulmuş, her görenin anlayacağı şekilde kendilerine verilecek olan kitapları, yazıları böyle sağlam bir sicilde yazılıdır. Hiç şaşmadan icra edilecektir.

İbnü Cerir Tefsiri'nde "Siccîn"hakkında iki hadis rivayet edilmiştir. Birisi Ebu Hureyre hadisidir. Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Felak, cehennemde örtülü bir kuyudur. Amma Siccin açıktır."

İkinci hadis Berâ'dan rivayet edilmiştir. Bu hadis, Siccin'in "en aşağıda bulunan yer" olması hakkındadır. "Cehennem Arz'ın en aşağısındadır." denildiğine göre, bunlar arasında bir çelişki yok ise de İbnü Cerir Berâ hadisini tercih ederek siccin'in en aşağıda bulunan yer şeklindeki tefsirini kabul etmiştir. Bu hadisin meâli şudur: Berâ (r.a)'dan rivayet edilmiştir. Resulullah (s.a.v) günahkârın nefsinin göğe çıkarılmasını anlatarak buyurdu ki: Onu çıkarırlar. Onunla hangi melek topluluğuna uğrasalar, melekler: "Bu pis ruh nedir?" derler. Onun dünyada anıldığı isimlerden en çirkini ile "fülan" derler. Nihayet dünya semasına varırlar, açılmasını isterler ona açılmaz. Sonra Resulullah (s.a.v): "Onlara göklerin kapıları elbette açılmaz. Ve deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar onlar cennete giremezler."(A'râf, 7/40) âyetini okudu. Yüce Allah buyurur ki: "Onun kitabını arzın en altında yazın. En alt yerde, siccinde."

İbnü Cerir bundan dolayı Siccin'in en alt yer olduğunu söylemiş ise de bu hadiste "siccin, en alt yerdir" denilmemiş, "en alt yerdedir" denilmiş. Şu halde en alt yer, "kitab-ı merkum" diye tanıtılan siccinin kendisi değil, yeridir. Siccin en aşağı yerin en aşağısındadır. Dolayısıyla hadis ile âyet arasında bir çelişki yoktur. Zemahşerî de "yedinci kat yerden atılmış" demekle buna işaret etmiştir. Bazı rivayetlerde en alt yerin altının, İblis'in bulunduğu sınır olduğu haber verilmiştir. Demek ki kötülerin ruhu ve yazısı oradadır.

10. "O gün yalanlayanların vay haline". Bu, arada söylenen başlangıç cümlesi, o mühürlü kitabın etkili hükmünü açıklama bâbında Siccin'in şiddetini, günah ve kötülüğün esasını, kabirden kalkıp Allah'ın huzuruna gelme gününün dehşetini hatırlatmaktadır. Bunu bazıları doğrudan doğruya "O gün insanlar âlemlerin Rabbi için kalkacaklar." âyetine bağlayıp bu aradakileri ara cümlesi saymış ise de "merkum" kelimesine bağlanması daha üsluplu olur. Yani, "kitap mühürlü ve işaretli olur da ne olur?" denilirse, "vay haline, o gün yalanlayanların!"

O gün o dirilme ve kalkma günüdür. Burada "füccâr" yerine "mükezzibin" denilmesi de fücurun aslında yalanlama ve inkâr demek olduğuna işarettir. O kitabın hükmü de o gün o yalanlayıcılar hakkında veyl'dir. Vay haline o gün yalan diyenlerin, bu haberlere inanmayanların, yani

11. O ceza gününe inanmayıp da açıktan açığa veya dolayısıyla yalanlayanların,

12. oysa o günü başkası yalanlamaz ancak her bir haddi aşan, (günahkâr, yani hep haddini aşkın, günaha düşkün) kimseler yalanlar". Şehvetlerine düşkün, keyiflerince hareket ederek sonunu düşünmeyip Allah'ın ve kullarının haklarına tecavüz etmeye alışmış olduklarından dolayı cezaya ve ceza gününe inanmak hoşlarına gitmediği, ona inanmak keyiflerini kaçıracağı için ancak onlar "o ceza gününün aslı yoktur" derler.

13. Kendisine karşı âyetlerimiz okunurken, evvelkilerin uydurmaları dedi. Bu şahsın, bazıları Velid b. Muğire, bazıları da Nadr b. Haris olduğunu söylemişlerdir. (En'âm, 6/25. âyetin tefsirine bkz.)


__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147