İşte bu istisnanın faydası, unutmama vaadinin böyle sırf Allah'ın dilemesinden ileri gelen bir ilâhî lütuf olduğunu beyan suretiyle vurgudur. Ebu Hayyan, Ferra'nın bu yorum ve izahına ilişmek istemiş ise de onun edebi zevkini kavrayamamış olduğu anlaşılıyor. Alûsî gibi Abduh da Ferra'nın bu yorumunu takdirde isabet eylemiştir. Ancak bu durumda "unutma"dan maksat, devam edip giden unutmadır. Dolayısıyla yerleşmiş olmamak üzere haberde geldiği gibi bir-iki an için bir hikmetten dolayı vaki olan cüz'i unutma buna zıt olmaz. Şu halde gerek "azlık" mânâsına gidilsin, gerek "vurgu" mânâsına gidilsin iki takdirde de maksat bir olmuş olur. Yani unutmasının sürekli olmaması, bu vaad gereğince Hz. Peygamber (s.a.v.)'in mucizelerinden birisidir. Birkaç defa bir hikmetten dolayı cüz'i unutmanın vuku bulması da bununla çelişki teşkil etmez. Bu vaad ve dilemenin, diğer bütün esma-i hüsnanın ifade ettiği mânâları kendisinde toplayan Allah ismine isnat edilerek anlatılması da ululuk terbiyesi ve bu vaad ve dilemenin diğer isim ve sıfatlarda değil hepsini kendinde toplayan "ilâhlık" ünvanı üzerinde dolaştığına dikkat çekmek ve "yüce Rab"tan maksadın ne olduğunu da açıklamaktır. Sonra bu vaad ve hikmet şununla da vurgulanarak açıklanmıştır.
Kuşkusuz ki o (Allah), açığı da bilir gizliyi de, herşeyden ve hallerinizden açık ve alenî olanı da bilir, gizleneni de. Dolayısıyla bu "okutma" ve "unutturmama" vaadini de ona göre her şeyi kuşatmış olan ilmiyle yapıyor. Buna tamamiyle güvenmek ve itimat etmek ve onu noksan sıfatlardan uzak tutmak gerekir. Başka bir mânâ ile, o açıkça yüksek sesle okunanı da bilir, gizli okunanı da. Sırasına göre açıktan veya gizliden vahy ile açık veya gizli oku ve unutmayıp gereğine göre amel et. Bu cümle, ara cümlesidir. Şu da başındaki "ve" âtıfası (bağlacı)yla "seni okutacağız" cümlesine bağlıdır.
8. Ve seni kolay olana muvaffak kılacağız. Her hususta en kolay yola veya gayeye erdireceğiz. Bu başarılı olmayı sana kolaylıkla yapabileceğin bir haslet ve sende yerleşmiş bir meleke edeceğiz. Dolayısıyla dinin her sahasında; ilimde, öğretmede, amelde, doğruyu gösterme ve bulmada en kolay yola muvaffak olacaksın. En zor gayelere kolaylıkla ermek senin ve dininin bir özelliği olacak. Bunun içinde açık ve gizli olarak vahiy alma ve ondaki hoşgörülü ve sıkıntısız şeriat ve hükümlerin gerek nefsi olgunlaştırmak ve gerekse başkalarını olgunlaştırmakla ilgili ilâhî kanunların kavranmasını kolaylaştırmak dahi bulunur. Bir Allah inancı, ihlas, hakkı bilmek, usülüne göre gayret sarfedip amel etmek her kolaylığın başı olmakla beraber, kolaylığın başı da yüce Allah'ın başarı lutfetmesidir. İşte böyle açık ve gizliden okutup unutturmamakla en kolay yolu nasip etmek ve buna başarılı kılmak da vaad edilmiştir.
9. Onun için (oku, unutma da) hatırlat. Onun içerdiği hükümleri ve bilgileri insanlara ulaştırıp öğreterek vaaz ve nasihat et, öğüt ver, düşündür. Eğer vaaz ve hatırlatma fayda verirse, ki herkes için olmasa bile, muhakkak az çok faydası olur. Nitekim "Öğüt ver, çünkü öğüt müminlere fayda verir."(Zâriyât, 51/55) buyurulmuştur.
Tefsirciler demişlerdir ki: Resulullah (s.a.v.) mutlak olarak öğüt vermekle memur olduğundan bu şart, esas itibarıyla bir kayıt için değil, vurgu ve bir dereceye kadar hafifletmek içindir. Vurgu ifade etmesi şundandır: Aslında fasih ve düzgün olan bir öğüt, muhataplar hakkında mutlaka bir fayda ifade eder. Muhatapların ondan faydalanmak isteyip istememeleri ise başka bir şeydir. O halde, "öğüt bir fayda verirse" demek, olması kesin olan bir şarta bağlamak mânâsında olur. Bu ise, "öğüt ver, çünkü öğüdün bir faydası olduğu muhakkaktır" demek gibi bir vurgu ifade eder. Aynı zamanda bunu bu şekilde ifadede bir hafifletme vardır ki, o da şudur: Resulullah (s.a.v.) bir Allah inancına, hak dine davet hususunda "Rabbinin hükmüne sabret."(Tûr, 52/48) emrine uygun olarak her türlü tehlikeye göğüs gerip kâfirlerden gördüğü eziyet ve sıkıntılara sabır ve tahammül göstererek. "Gayet izzetli bir elçi. Zorlanmanız ona ağır geliyor. Üstünüze titriyor. O, müminlere gayet merhametli ve şefkatlidir."(Tevbe, 9/128) diye anlatılıp nitelendiği üzere insanlara acıyor, kavminin imana gelerek mutluluğa ermelerini şiddetle arzuluyor ve bu suretle "İman etmezler diye belki arkalarından esef edip kendini üzeceksin."(Şuarâ, 26/3) kriterince kendisini üzecek derecede tebliğ ve irşadın her türlüsünü yaptığı halde kâfirler inkâr ve taşkınlıkta ileri gitmekten başka bir şey yapmıyorlardı. Bir düzelme elde etme ümidiyle yapılan öğüt ve hatırlatmanın böyle düzelme yerine taşkınlığın artmasına neden olması ise bir yarar değil, bir zarar mânâsında oluyordu. Bundan dolayı muhataplar hakkında fayda olmayıp da zarar olacağı düşünülen hususlarda vaaz ve öğüt vacip kılınmayıp, yapılmamasına izin bulunduğuna ve belki "Bizim zikrimizden yüz çevirenden sen de yüz çevir."(Necm, 53/29) mânâsınca bundan yüz çevirmenin daha iyi olacağına işaret ile bir hafifletme ve kolaylaştırma olmak üzere, burada "öğüt ver" emri "eğer öğüt fayda verirse" diye kayda ve şarta bağlanarak ifade buyurulmuştur. Şu halde bunun özeti şu olmuş olur: Muhataplara fayda yerine zarar getireceği tecrübe ile ortaya çıkmış olduğu takdirde vaaz ve öğüt vermek vacip değil ise de, asıl olduğu üzere az çok bir faydası olacağı düşünülürse, dinleyip yararlanacak olanları nazar-ı itibara alarak vaaz etmek, bu işi yapabilecek olanlara vacip olur.
10. Çünkü saygısı olan zikredecek, dinleyecek, öğüt alacak, düşünecektir.
11. En bedbaht olan da ondan kaçınacaktır.
12. O bedbaht ki en büyük ateşe, yani ahirette ebedi olan Cehennem ateşine yaslanacaktır.
13. Sonra da orada ne ölecek, ne de hayat bulacaktır. Ölmez ki, dünya azabından kurtulduğu gibi kurtulsun, hayat yani zevk veren ve faydası olan bir hayat da bulmaz ki, çektiği azabı ona vesile sayarak sabır edip dayansın. Bundan büyük bedbahtlık düşünülemez. Kuşku yok ki bu, otlakların kara bir bitki artığı yığını olan kömüre çevrilmesinden çok büyük bir bedbahtlıktır. İşte vaaz ve nasihat dinlemekten kaçınanların sonu da budur. Bunun için onlara bakmamalı da, az da olsa, dinleyip faydalanacak olan saygılıları gözeterek vaaz ve nasihat etmelidir. Demişlerdir ki: Cehennemde ölmemek kâfirlere mahsustur.
Ama isyan eden müminlerden cehenneme girenler orada öleceklerdir. Müslim'in Ebu Said'den rivayet ettiği şu hadisi delil göstererek bu sonuca varmışlardır: "Cehenneme giren ateş ehli orada ölmezler de dirilmezler de. Ama günahları sebebiyle ateş isabet etmiş olan bir kısım insanlara gelince, yüce Allah onları öldürecek, nihayet kömür olduklarında şefaate izin verilecek, sonra takım takım getirilecek, cennet ırmaklarına serilecekler. "Ey cennet ehli! Bunların üzerine su dökün." denilecek de sel milinde tane biter gibi bitecekler."
Bununla beraber şunu da bilmek gerekir ki, kâfirlerin cehennemde ölmemesi de "Ey Rabbimiz! Sen bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin."(Mümin, 40/11) âyetinden anlaşılan iki ölümü de tadıp iki hayat ile azap için yeniden diriltildikten sonra demektir ki, bundan sonra ne ölecek ne de dirileceklerdir. Bazıları da demişlerdir ki: "Ne ölecekler ne de dirilecekler." demek azabın şiddeti ile ebedî sürünmekten kinayedir.
14. Muhakkak felah buldu, kendini fenalıklardan kurtarıp murada erdi temizlenen, vaaz ve öğüdü dinleyip temizlenen, feyiz alan, kalbini şirkten ve kötü ahlâktan, bedenini maddî ve manevî pisliklerden temizleyip iman ve ihlas, gusül ve abdest ile arınan ve zekâtını verip Allah'ın huzuruna temizce çıkmak için çalışan
15. ve Rabbinin ismini anıp onun huzuruna varacağını düşünerek "Allahü Ekber" diye tekbir alıp da namaz kılan, beş vakit namazı ve özellikle gelen rivayete göre, bayram namazını kılan kimseler. Bu âyetin zahiri mânâsı, kalp ve beden temizliğiyle nefis terbiyesine, Allah'ı birleme, tekbir gibi dil ile zikretmeye, "Namaz kılan ve zekât veren"(Bakara, 2/177) âyetlerinin mânâsı üzere bedenî ve malî ibadetlerin temeli sayılan farz olan zekât ve namaza dikkat çekmiş olmasıdır. İbnü Münzir gibi bazılarının İbnü Abbas'tan rivayetleri de böyledir. Bazıları, farzlarla beraber mümkün olduğu kadar nafileleri de kapsadığını söylemişlerdir. Çünkü bir kayıt konulmadan mutlak olarak söylenmiştir. Onun için mutlaklığı üzere devam etmesi asıldır. İbnü Mesud'dan: "Sadaka verip namaz kılan kimseye Allah rahmet buyurdu." diye gelmiştir. Bu şekilde bir kısım tefsirciler de, "bayram namazına gitmezden evvel başının zekatı olan fıtır sadakasını veren, sonra da tekbir ile bayram namazını kılan" demişlerdir ki, bundan, farz namazları arasında bayram namazının da vacip olduğu ve zekattan, fıtır sadakasının da vacip olduğu anlaşılmış olur. Râzî'nin yazdığına göre bu tefsir ikrime'nin, Ebu'l-Âliye'nin, İbnü Sirin'in ve İbnü Ömer'in görüşleridir. Resulullah (s.a.v.)'a kadar varan merfu hadis olarak da rivayet edilmiştir. Keşşaf'ta zikredildiği üzere Hz. Ali (r.a.)den de şöyle rivayet edilmiştir; âyetteki "tezekki" den maksat, fıtır sadakası vermektir. Hz. Ali daha sonra şöyle demiştir: Allah'ın kitabında başkasını bulamasam da şu yetişir: "Muhakkak temizlenen kurtuldu." yani fıtır sadakasını verip mescide yönelen ve Rabbinin ismini zikredip iftitah tekbiriyle bayram namazını kılan".
Dahhâk'ten de, "mescide giderken Rabb'ının ismini zikredip, yani tekbir alarak gidip de bayram namazı kılan" diye rivayet edilmiştir.
"Sa'lebî Tefsiri"nde bu rivayetlere şöyle itiraz edilmiştir: Bu sûre ittifakla Mekke'de inmiştir. Oysa Mekke'de ne malî zekât ne de bayram namazı vardı. Buna cevap olarak da demişlerdir ki: Bu, Mekke'de hazırlık mahiyetinde inmiş olup hükmü gecikmiş olabilir. Bir de sûrenin Mekke'de inmiş olması en sahih görüş ise de bu hususta icma yoktur. Yukarda geçtiği üzere, Medine'de indiği görüşünde olanlar da olmuştur.
Bu ayrıntılardan şu neticeyi almak gerekir ki, buradaki namaz, iniş sebebi bile olsa sadece bayram namazıdır demek lazım gelmeyeceği gibi, "tezekki"yi de yalnız mali zekata ve bu arada özellikle fıtır sadakasına tahsis etmek gerekmez. Tezekki, iç ve dış temizliği ve feyizlenme mânâsıyla amellerin temizlenmesi ve malın temizlenmesinden daha genel olduğu gibi, namaz da beş vakit namazdan daha genel olarak Bayram namazı ve vitir gibi vacip olan namazları da kapsamış olmak gerekir. Onun için hükmü, Mekke'de mümkün olduğu kadar uygulanmış bulunduğu gibi, Medine'de de mali zekat, fitre ve bayram namazı dahi bu hükme dahil olarak uygulanmış, dolayısıyla hükmünün mutlak olarak değil, bazı içine aldığı şeyler itibarıyla kısmen sonraya bırakılmış olduğu anlaşılır. Şu halde fıtır sadakası ve bayram namazını söyleyenlerin maksadı da, sadece bunlar olduğu değil, bunların dahi bu âyetin hükmüne dahil bulunduğunu ve o suretle uygulandığını söylemek demektir. Hatta söylendiği gibi, mümkün olduğu kadar nafilelerin bu medih ve övgüye dahil olması âyetin mutlak mânâsının zahirine uygun olduğu gibi, "tezekki", "zikir" ve "salat"ın zikredilmesi de kalbî ve lisanî, malî ve bedenî bütün ibadetlerin aslı olmak itibarıyla hepsine işaret olması dahi sahihtir ve böyle rivayet edilmiştir.
16. Fakat siz, ey gafil insanlar! O kurtuluşu her şeye tercih ederek o temizlenmeye çalışacak yerde öyle yapmıyorsunuz da dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Onun süsünü, eğlencesini, yemesini, içmesini, kadınlarını, lezzetlerini öne alıyor, bunlara öncelik tanıyor, bunlarla meşgul olmaktan ve o yolda mal harcayıp tüketmekten hoşlanıyorsunuz da ahiret esenlik ve mutluluğunu hazırlayan temiz ve güzel amelleri arkaya atıyorsunuz. Bayram yapmak istediğiniz vakit de temizlik, sadaka verme, zikir, namaz, hayır ve iyilikler gibi sonu kurtuluş olan işlerden çok, gelip geçici dünya lezzetlerinden zevk alıyorsunuz. Ki bu da iki kısımdır:
BİRİSİ, ahireti hiç hesaba katmayarak yalnız dünya lezzetlerine bağlanmaktır ki bu, "Bize kavuşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olup onunla tatmin olanlar ve bizim âyetlerimizden gafil olanlar. İşte bunların, kazandıkları sebebiyle varacakları yer cehennemdir." (Yunus, 10/7-8) ölçütüne göre Allah'a kavuşmayı arzu etmeyip sade dünya hayatına razı ve onunla tatmin olan ve ibadet etseler bile yalnız "Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver."(Bakara, 2/200) diyenlerin halidir ki bunlar, "Onun ahirette hiçbir nasibi yoktur."(Bakara, 2/200) âyeti gereğince ahiret hayatından nasipleri olmayan ve "O kimse ki en büyük ateşe girecektir. Sonra ne ölecek onda, ne de hayat bulacaktır." hükmünce o büyük ateşe yaslanacak olan bedbahtlar, kâfirlerdir.
BİRİSİ de, "Ey Rabbimiz! Bize hem dünyada hem de ahirette iyilik ver."(Bakara, 2/201) demekle beraber ikisi karşılaştığında dünyayı ahirete tercih edenler, dünya zevki için ahireti feda eyleyen gafil veya asi müminlerdir.
Bunların da "İşte onlar için kazandıklarından bir nasip vardır."(Bakara, 2/203) âyeti gereğince kazançlarına göre ahiretten bir nasipleri vardır.
17. Oysa ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır. Dolayısıyla geçici olan dünya hayatı ne kadar zevkli olursa olsun, akıllı ve zeki olan insanların ahireti tercih ederek temizlenmeye ve kurtulmaya çalışmaları ve böyle olanlar için daima sonu önden hayırlı olacağını bilmeleri gerekir. Yoksa dünya hayatını tercih edenler için gün günden fena olmak ve sonu kötümserlikle beklenilenin elde edilememesinden duyulan acı içersinde karar kılmak zorunlu bir kural olur. Ahireti tercih ederek daima ilerisi için temizliğe ve iyiliğe bakışlarını diken ve o iman ile başının vergisini verip Rabbinin ismini anarak ona gitmek üzere namazını kılan, ibadetini yapan kimseler dünyada ne kadar sıkıntı ve ızdırap çekseler, sonuçta kötümser olmaz, ümitsizliğe düşmez, günden güne kurtuluş ve esenliğe doğru gitmeye ve mutlu sona ulaşmaya muvaffak olurlar. Onlar için gaye dünya hayatında kalmak değil, onun elemlerinden kurtulup Allah'ın rızasına kavuşmaktır.
18. Haberiniz olsun ki, bu öğüt, yani ahiretin dünyadan hayırlı ve devamlı olduğunun hatırlatılması, yahut buyurularak temizlenenin kurtulduğunun haber verilmesi veya bu sûrenin içerdiği mânâlar, yani Kur'ân'ın indirilip okutulması ve ezberlenmesi ile en kolay olanı elde etmeyi içeren Muhammed (s.a.v.)'in peygamberlik görevinin başarılı olacağı müjdesi ilk sahifelerde vardır. Önceki peygamberlere verilmiş olan sahifelerde, kitaplarda zikredilmiş ve vaad edilmiştir.
19. Özellikle İbrahim ve Musa'nın sahifelerinde vardır. Bunun "es-Suhufu'l-ûlâ"dan bedel-i küll olma ihtimali varsa da açık olan bedel-i ba'z olmasıdır.
SUHUF, aslında kitap mânâsına gelen "sahife"nin çoğulu olup Tevrat, Zebur, İncil, Kur'ân ismi verilen dört büyük kitabın dışında, peygamberlere indirilmiş olan kitapçıklar hakkında kullanılması şöhret bulmuştur. Bu mânâya göre Musa (a.s)'nın suhufu, Tevrat'tan önce indirilmiş olan on suhuf; İbrahim (a.s)'in ki de on suhuf idi diye nakledilmiştir. Yani, İslâm dininin burada açıklanmış olan bu hakikati, yüce Rabb'i birlemek ve noksanlıklardan uzak tutmak, okumak, öğüt verip hatırlatmak, saygı, temizlenme ve zikir ve namaz ile kurtulma, ahiretin dünyadan hayırlı ve devamlı olması esasları, her dinin esası olan ve önceki peygamberlere indirilmiş ilk sahifelerde ve özellikle İbrahim (a.s) ve Musa (a.s)'nın sahifelerinde zikredilen Hakk'ın emridir. Din adı altında buna zıt olan Allah'a ortak koşma, Allah'ın üç unsurdan oluştuğuna inanma, Allah'ı başka bir varlığa benzetme ve dünyayı ahirete tercih etme gibi kötümser fikirler, inançlar doğru değildir. Dolayısıyla bütün güçlüklere rağmen Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğinin ve bu hak dinin en kolaya muvaffak olması, bütün bunların bir neticesi olmak üzere kesinlikle gerçekleşecek bir iştir. "Seni en kolaya muvaffak kılacağız." ile de işaret buyrulduğu üzere "O, Resulünü hidayet ve Hak din ile bütün dinlere üstün kılmak için gönderendir."(Tevbe, 9/33) hükmünün ortaya çıkacağında şüphe edilmemelidir. İbrahim (a.s) ve Musa (a.s)'ya inananların buna da inanmaları gerekir.
Abd b. Humeyd, İbnü Merduye ve İbnü Asakir Ebu Zerr (r.a.)'den şöyle rivayet etmişlerdir: Dedim ki, ey Allah'ın Resulü! Yüce Allah kaç kitap indirdi? Buyurdu ki: Yüz dört kitap indirdi. Elli sahife Şît'e, otuz sahife İdris'e, on sahife İbrahim'e, on sahife de Tevrat'tan evvel Musa'ya indirdi. Tevrat'ı, Zebur'u, İncil'i ve Furkan'ı da indirdi. Dedim ki: Ey Allah'ın Resulü! İbrahim'in sahifeleri ne idi? Şöyle buyurdular: Hepsi kıssa ve öğüt idi: Ey o kötülüklere düşkün, sırnaşık ve mağrur Melik! Ben seni dünya malını üst üste yığasın diye göndermedim. Fakat benim yerime mazlumun duasını yerine getiresin diye gönderdim. Çünkü ben mazlumun duasını, kâfir de yapsa kabul ederim. Aklına karşı mağlup olmadıkça akıllıya gerektir ki, üç saati ola. Bir saatinde Rabbine yalvara, bir saatinde nefsini hesaba çekip ne yaptığını düşüne ve bir saatinde de helalinden ihtiyac için tenha kala. Çünkü bu saatte öbür saatler için bir yardım ve zihnini toplama ve diğer işlerden kurtuluş vardır. Akıllı olanın zamanını görmesi, kendi işine ve durumuna yönelmesi, dilini koruması gerekir. Çünkü kelâmını amelinden sayan kimse az söyler. Ancak kendisini ilgilendiren konularda olursa başka. Akıllının üç şeye talip olması gerekir: Geçimini düzeltmek, varacağı yer için hazırlık ve haramda olmayarak lezzet alma. Dedim ki: Ey Allah'ın Resulü! Musa'nın sahifeleri ne idi? Buyurdu ki: Hepsi ibret idi: Şaşarım, öleceğini yakinen bildiği halde sevinene, ateşin olduğunu kesin olarak bilip de gülene, dünyayı ve onun üzerinde bulunan kimselere karşı durmadan değiştiğini görüp de dünyaya gönül bağlayana, kadere yakinen inanıp da öfkelenene, hesaba inanıp da amel etmeyene. Dedim ki, ey Allah'ın Resulü! İbrahim ve Musa'nın sahifelerindekilerden sana bir şey indirildi mi? Buyurdu ki: Evet, ey Ebu Zerr! buyurdu demiştir. Bununla beraber, Alûsî'nin dediği gibi hadisin sahih olup olmadığını Allah bilir.
Bunun üzerine, "O ki en büyük ateşe yaslanacaktır sonra da orada ne ölecek, ne de hayat bulacaktır." kaidesine göre, ahirette ateşe yaslanacak bedbahtlarla, kurtuluşa erecek mutlu kişilerin hallerini genişçe anlatarak öğüt vermeye devam edilmek üzere Ğaşiye Sûresi gelecektir.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|