Beled Suresi Açıklamalı Tefsiri
90-BELED:
"Yemin ederim" (Geniş bilgi için Kıyâme Sûresi'ne bak.) "bu beldeye".
Bu beldeden maksat, Beled-i Haram, yani Mekke-i Mükerreme olduğunda tefsirciler ittifak emiştir. Kamus'ta: "el-Beled ve el-Belde Mekke-i Mükerreme'nin ismidir" denilmektedir. Şerhinde ise şöle yazılıdır: Bu Süreyya yıldızına en-Necm denilmesi gibi yüceltme içindir. "Besair"de açıklandığına göre: Beled ve belde; muhite ve sınırlı, belli ve içinde bulunanların toplanma ve oturmalarıyla etkilenen yere denir. Şehre belde denilmesi de bunun içindir. İmar edilmemiş, bayındır olmayan çöle belde denilmesi, vahşi hayvanların mekanı; toprağa belde denilmesi, haşere ve böceklerin mekanı; mezarlığa belde denilmesi de ölülerin mekanı olmalarından dolayıdır. İki kaş arasındaki açıklığa belde denilmesi, sınırlı olan o yere benzetme yoluyladır. Devenin göğsündeki döşüne belde denilmesi de böyledir. İstiare yoluyla bazan insanın göğsüne de denilir. Yukarda zikredilen etkilenme itibariyle eser ve nişan mânâsına, bir yerde ikamet edip kalma mânâsı itibarıyla ayrılmama, oturma ve ayırmama mânâlarına ve vatandan ayrılmamış bir kimsenin diğer bir yerde şaşkınlığa düşmesi nedeniyle hayret ve zihin donukluğu mânâlarına dahi kullanılır.
Bu ayrıntılı bilgilerden anlaşılır ki Mekke-i Mükerreme'ye başındaki ahid mânâsı ifade eden "lâm" ile el-Beled denilmesi "Doğrusu insanlar için yapılan ilk ev elbetteki Mekke'de bulunan o çok mübarek ve bütün âlemlere hidayet rehberi olan evdir. Onda apaçık âyetler var."(Âl-i İmran, 3/96-97) niteliği gereğince Beyt-i Atik olan mübarek Kâbe-i Muazzama ile bazı apaçık âyetleri içeren bir "Harem-i âmin" olmak itibarıyla âlemin insanı hayretler içinde bırakan bir fazilet sinesi halinde hürmet ve saygıyla tanınması vacip, mübarek, bilinen bir şehir olduğuna işarettir.
Yüce Allah insanın sıkıntılar içinde yaratılmış olduğunu ve dolayısıyla Rabbine doğru yükselmek için bu âlemde sıkıntılara göğüs germesi gerekeceğini vurgulu bir şekilde açıklamak için burada bu beldeye ve "vav" atıf harfi (bağlacı) ile buna bağlanan baba ve oğula yemin etmiştir ki önceki sûrede bu gibi yeminlerin gerçekte onların Rabb'ine yapılmış olduğu anlatılmıştı.
2. Önceki sûrede "Leyâl-i aşr" yani on gece, Zilhicce'nin ilk on gecesi; "şef' ve vetr" yani çift ve tek de, Hacc günleri olan Bayram ve Arefe olduğuna göre burada haccın ifa edildiği Belde-i Haram'a yemin edilmesindeki münasebet açıktır. Fakat şu da çok dikkate değer bir husustur ki bu yemin pek kayıtsız bırakılmamış, şu hal cümlesi veya ara cümlesi ile kayıtlanmış veya hemen ardından şu cümle zikredilmiştir: Sen hıll iken bu beldede, yani burada bulunurken, veya bu beldeye hıll iken, yani buradan çıkıp da sonra fetih ile buraya gireceğin zaman, yahut sen ki hılsin bu beldede, yani harem-i amin olan bu beldede senin hakkına hürmet edilmiyor, burada bir ava bile saldırılmazken sana saldırı helal sayılıyor, dolayısıyla sen ona, o sıkıntılara göğüs ger. Çünkü insan sıkıntı içinde yaratılmıştır. Bu mânâca cümle cümle-i mu'tarıza (ara cümlesi)dır. Yahut sen bu beldede bir an için hıll halinde olacaksın, yani dilediğini yapmak helal olacak, o haldeki bu beldeye yemin ederim, ey Muhammed!
Birinci ve bu üçüncü mânâda hal cümlesindeki hal mukarine (fiille aynı anda bulunan hal) veya mukaddere (fiil ile beraber bulumayan hal)dir.
HILL kelimesi haram, harem, ihram karşılığı olarak helal gibi mastar ve mastarla isimlendirme kabilinden sıfat ve isim olur. Haram olmayıp helal olmak veya helal olan ve Mekke'de harem bölgesinden dışarda kalan yer, o helal yerde bulunmak ve ihramdan çıkmak, veya ihramdan çıkan ve yeminin sorumluluğundan çıkmak mânâlarına gelir ki asıl kavramı helal gibi çözmek mânâsından olup bir serbestlik ifade eder. Bir şeyin üzerine inmek, konmak mânâsına olabildiği de söylenmiştir.
Burada muhatap olan Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bir vasfı olduğu açıktır. Bu da işaret edildiği üzere başlıca üç mânâda düşünülebilir. Kadı Beydâvî önce bir yere inmek, konmak mânâsını öne alarak demiştir ki:
Yüce Allah Beled-i haram'a (haram Belde'ye) yemini Hz.Peygamber (s.a.v.)'in ona girmesi ile kayıtlamıştır ki bunda peygamberin faziletinin büyüklüğünü gösterme ve bir yerin şerefinin, o yerde bulunanların şerefi ile olduğunu bildirme mânâsı vardır.
Hıll'in, bir yere inmek mânâsına gelen hulul kökünden türetilmiş bir sıfat olmasını münakaşa edenler olmuş ve bu kökten sıfat türetilirken hıll değil hal denildiği ileri sürülmüş ise de Alûsî, bu münakaşanın araştırma azlığından kaynaklandığını söylemiştir. Bununla beraber hulul'den maksat, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sade Mekke'de kalmasından ibaret olmamalıdır. Zira öyle olsa idi, "hıll" lafzına gerek kalmadan "sen bu beldede iken" denilmesi yeterli idi. O halde maksat, bununla beraber bilhassa oradan hicret edip de daha sonra fetih ile oraya gireceği hale de işaret olmasıdır. Bu suretle hem oradan çıkmağa sebep olacak sıkıntılara katlanmak gereğine dikkat çekmek, hem de "Kuşkusuz sana o Kur'ân'ı farz kılan, elbette seni dönülecek yere döndürecektir."(Kasas, 28/85) buyurulduğu üzere güzel bir dönüş yerine kadar döndürülüp o beldeye serbest olarak geleceği vaadi ile bir müjde ve teselli etmek mânâsını içerir. Onun için İbnü Cerir ve daha başkalarının rivayet ettiği üzere İbnü Abbas bunu tefsirinde demiştir ki: Ey Muhammed! Bu beldede savaş ancak sana bir an için helal olacak, fakat senden başkasına olmayacak. Mücahid de demiştir ki: Yüce Allah Hz. Peygamber (s.a.v.)'e bir gündüzün bir saatinde bu beldeyi helal kıldı. "Onda her ne yaparsan helal olacak, sorguya çekilmeyeceksin." buyurdu. Ebu Salih, Katade, İbnü Atıyye, İbnü Zeyd, Hasen ve Dahhâk'ten de bu mânâ rivayet edilmiştir. Bu mânâyı ifade eden lafızlar şöyledir: "Yüce Allah buyuruyor ki: Sen bu Harem'de hıllsin. O vakit dilersen öldür, dilersen bırak. Ve bu fetih günü idi." Hz. Peygamber (s.a.v) o gün Ebu Berze, Said b. Harbi Eslemi'ye emredip dinden çıkmış olan Abdullah b. Hatal'ın boynunu Ka'be örtüsüne yapışmış iken vurdurmuştu ki bu İbnü Hatal'a Kureyşliler "iki kalpli" derlerdi. Müslüman olduğunu ortaya koymuş, sonra dinden çıkıp İslâm aleyhinde bir takım adilikler yapmış idi. Daha önce Mekke'nin fethinden bahsedilirken geçmiş idi ki Hz. Peygamber (s.a.v.) o saat üç-dört kişinin daha öldürülmesini emretmiş ve o güne kadar ömrünü Resulullah (s.a.v)'la savaş ve düşmanlıkla geçiren öldürülmeyi hak etmiş niceleri ise affedilip hakla batılı ayıran o büyük fetihte bütün öldürülenler böyle birkaç kişiden ibaret kalarak fethin sonucu genel bir rahmet olmuş idi. Yine o gün Hz. Peygamber (s.a.v) buyurmuştu ki: "Yüce Allah gökleri ve yeri yarattığı gün Mekke'yi haram kıldı, o, kıyamet kopana kadar da haramdır. Benden önce kimseye helal olmadı, benden sonra da hiç kimseye helal olmayacaktır. Bana da bir gündüzün bir saatinden başka helal olmadı. Bundan dolayı onun ağacı budanmaz, otu biçilmez, avı ürkütülmez, sokağında bulunup alınan ve sahibi belli olmayan şey, onu araştırıp sorandan başkasına helal olmaz." Bunun üzerine Hz. Abbas: "Ey Allah'ın Resulü! İzhırdan (boya otundan) başka. Çünkü o bizim koyunumuz, kabirlerimiz ve evlerimiz içindir." demişti. Rasulullah (s.a.v.) da: "İzhırdan başka" buyurmuştu. Buna nazaran "sen" müsnedün ileyhin öne alınması sadece ona helal olduğunu göstermek için, 'deki tenvin de azlık için demek olur ki "bir saat" ile açıklanmıştır.
Bu cümlede tekrar olunup da zamir ile yetinilmemesi, bu beldeye ayrıca bir hürmet ifade etmek veya Resulallah (s.a.v.)'ın orada bulunması halinde yeni bir özellik kazanacağına işaret olmak içindir.
3. "Babaya ve çocuklarına yemin ederim." Birinci âyette geçen üzerine bağlanarak bunlara da yemin edilmiştir.
Valid, ata; vemâ veled, doğmasına vesile olduğu soyu, çocuğu, zürriyetidir. Bunda da tefsircilerden birkaç izah şekli nakledilmiştir:
1. Vâlid, Âdem (a.s); mâ veled, onun soyudur. Bu Mücahid'den rivayet edilmiştir. Bunlara yemin edilmiştir. Çünkü insanoğlu türü, yeryüzünde Allah'ın yarattığı mahlukların en enteresanıdır. Açıklama, konuşma, yönetme, ilim elde etme onlarda; Allah'a davet eden peygamberler ve dininin yardımcıları onlardandır. "O Allah ki yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra iradesini göklere yöneltti."(Bakara, 2/29) buyurulduğu üzere yeryüzündeki şeylerin hepsi onlar için yaratılmış, sonra da gökten nasibi verilmiş, Âdem (a.s)'e isimler öğretilmiş, meleklere ona secde etmeleri emredilmiş, "Andolsun biz Âdem oğullarını üstün kıldık"(İsrâ, 17/70) buyrulmuştur. Bu suretle insanoğlu türünün iyisi kötüsü ayrılmayarak hepsine yemin edilmiş demektir. Zira ilk yaratılış bakımından hepsi birdir. Enteresan durumların ortaya çıkma yeri olan bu bünye ve terkipte hepsi ortaktır. Bununla beraber bir de denilmiştir ki yemin, Âdem ile onun oğullarından iyi olanlara yapılmıştır. Çünkü iyi olmayanlar, sanki Âdem oğullarından değil, hayvan hükmündedirler. Onlar hakkında "Onlar ancak hayvanlar gibidir. Hatta daha da sapıktır."(Furkan, 25/44) ve "Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, hakka dönmezler."(Bakara, 2/18) buyrulmuştur.
2. Vâlid, İbrahim (a.s) ve mâ veled, İsmail ve Muhammed (s.a.v.), yahut Vâlid, İbrahim ve İsmail (a.s.); mâ veled, Muhammed (s.a.v.)'dir. Önce Mekke'ye yemin edilmiş olması ve "ente hıllün" buyrulması bunu andırır. Çünkü o, İbrahim (a.s.)'in bina ettiği, oğlu İsmail (a.s)'in gelişip büyüdüğü ve soyundan Muhammed (s.a.v.)'in doğduğu yerdir. Bununla Bakara Sûresi'nde geçen "Şunu da hatırlayın ki bir zaman Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan edip de o, bunları tamamen yerine getirince: "Ben seni bütün insanlara önder yapacağım." buyurdu. İbrahim de: Zürriyetimden de bir kısmını önder yap." dedi. Allah da, "zalimler benim ahdime nail olamazlar" buyurdu. Hani biz Kâbe'yi vaktiyle insanlara bir sevap mahalli ve her türlü düşman taarruzundan emin bir sığınak yapmıştık. Siz de Makam-ı İbrahim'den namaz kılacak bir yer edinin. İbrahim ve İsmail'e şöyle ahit verdik: Beytimi hem tavaf edenler, hem ibadete kapananlar, hem de rüku ve secde edenler için tertemiz bulundurun. O vakit İbrahim: "Ey Rabb'im! Burasını emin bir belde kıl ve halkını bütün meyvelerle rızıklandır. Bunu hepsine değil de içlerinde Allah'a ve ahiret gününe iman etmiş olanlara..." dedi. Allah da: "Kâfir olanı dahi kısa bir müddet için faydalandıracağım. Sonra da onu asla kurtulamayacağı cehennem azabına uğratırım. Varacağı yer ne kötü bir yerdir." buyurdu. Hani bir vakit İbrahim İsmail ile beraber Beyt'in temellerini yükseltiyor ve ikisi birden şöyle dua ediyorlardı: Ey Rabbimiz ! Bu işimizi sen kabul buyur. Kuşkusuz daima işiten ve daima bilen sensin, ancak sen. Ey bizim Rabbimiz! Hem bizi yalnız senin için boyun eğen müslüman kıl ve soyumuzdan yalnız sana boyun eğen müslüman bir ümmet yetiştir. Bizlere ibadetimizin yollarını göster. Tevbe ettikçe üzerimize rahmetinle bak. Zira tevbeleri en çok kabul eden ve müminleri hakkıyla esirgeyen sensin, sen. Ey Rabbimiz! Hem de onlara içlerinden bir peygamber gönder..."(Bakara, 2/124-129) âyetlerinin mânâsı özetlenmiş olur.
"Ve men velede" (doğmasına vesile olduğu kimseler) denilmeyip de "ve mâ velede= "doğmasına vesile olduğu şeyler" denilmesi, "Göğe ve onu bina eden şeye yemin olsun."(Şems, 91/5) ve "Allah onun doğurduğu şeyi daha iyi bilir."(Âl-i İmran, 3/36) âyetlerindeki nükteler gibi bir hayret mânâsını da ima etmesidir ki: Şanı enteresan bir oğul demek olur.
3. İbnü Cerir ve İbnü Ebi Hatim, Ebu İmran'dan şöyle rivayet etmişlerdir : Vâlid, İbrahim (a.s); "Mâ veled" de onun bütün çocuklarıdır. Lakin "Zürriyetimden de bir kısmını önder yap." dedi. Allah: "Zalimler benim ahdime nail olamazlar." buyurdu" (Bakara, 2/124) âyeti zalimleri ilâhî ahitten dışarda bıraktığı için bunu da müminlerine tahsis etmek gerekir. Nitekim "İbrahim'e ve İbrahim'in âline salat ettiğin gibi..." duası da böyledir. Bir kısım tefsirciler bu tashihi açıkça belirtmişlerdir. Bu şekilde bu izah ikinci izah şekline yakın olmakla beraber ondan daha kapsamlı olur.
4. Mâverdi'den şöyle rivayet edilmiştir: Vâlid, Hz. Peygamber (s.a.v); "Ve mâ veled", onun ümmeti olmak da ihtimal dahilindedir.
5. İbnü Abbas'a nisbet olunarak denilmiştir ki: Maksat, her baba ve çocuğudur. Buna, gerek akıl sahibi olanlardan ve gerek akıl sahibi olmayanlardan her baba ve çocuğu dahil olabileceğine göre bu mânânın kapsamı birinciden çok daha geniştir. "Ve Mâ veled" tabirinden en açık olan da budur. İbnü Cerir: "doğru olan da budur" demiştir. Razî de der ki: Bu uygundur. Çünkü bütün yaratılmışlara hürmet ve saygı bu sözün içinde vardır. Belli ki bütün yaratılmışlardan maksadı, doğum olayının cereyan ettiği bütün canlı mahluklar demektir.
6. İkrime yoluyla yine İbnü Abbas'tan bir de şu rivayet edilmiştir: Valid, her bir doğuran; "ve mâ veled" de doğurmayan demektir. Bu iki şekilde anlaşılabilir. Birisi; Âdem ve melek karşılığı olmak üzere kendisi doğmuş; şahsı veya nev'i veya cinsi itibariyle doğurmak da şanından olduğu halde doğurmamış demek olur ki, bu mânâ "mâ"nın mevsul olmasıyla birlikte "vâlid"e karşılık olarak zikredilmesinden çıkarılabilir. Yani "ve mevludin gayr-i valid" (doğmuş, fakat doğurmamış) meâlinde olur. Çünkü her doğuran "vâlid" lafzının mânâsına dahildir. Bu durumda beşinci izahtan pek farkı olmaz.
Diğer birisi de "mâ"nın olumsuzluk mâ'sı olmasıdır ki nakledenler böyle kabul etmişlerdir. Bu surette "her doğuran ve doğurmayan" olumluluk -olumsuzluk karşılaştırılması ile bütün eşyayı kapsar. Önceki sûredeki "çift ve tek"in bir mânâsındaki kapsama benzer. Lakin bunda ikisinin birbirine bağlanmasının sahih olması için "doğuran ve doğurmayan" takdirinde hazfedilmiş, aslında olduğu halde zikredilmemiş bir mevsul gözetmek gerekir. Böyle mevsulün hazfini ise Nahivde Basralı âlimler caiz görmemiş olduklarından bu yön zayıf sayılmıştır. Atfa nazaran (bağlaç kuralına göre) en açığı, bu beldeye uygunluğu bilinen baba ve oğul olmaktır. Bunda da meşhur olan İbrahim ve İsmail (a.s.)'dir. Bu nedenle ikinci yön ve izah tarzı daha açıktır. Mutlak olarak açık olan da, insan yaratılışı ile ilgili olan ve "Baba nedir? Oğul nedir? takdir edilebilen her baba ile çocukları olmaktır. Bu ise beşinci maddede açıklanmıştır. Buna önceki yorumlar öncelikle dahil olur.
4. Bu yeminlerle vurgulanıp desteklenerek bildirilen cevap şudur: Gerçekten biz insanı bir sıkıntı ve meşakkat içinde yarattık. (İnsan Sûresi'nin baş tarafına bkz.)
İnsan hayata bir anda kolaylıkla gelivermiş olmadığı gibi kolaylıkla geçip gidiverecek de değildir. O, ciğerlere işleyecek şiddetli bir sıkıntı ile kuşatılmış olarak ve ilâhî yardım ile halden hale o sıkıntılar içinden geçirtilerek yaratılmış, hayata çıkarılmış, o suretle insan olmuştur. Demek ki sıkıntı ve meşakkat içinden insanlık gayesine ermek, insan yaratılışının ayrılmayan bir vasfı ve yaratıcının bir kanunudur. İnsan aslında aciz ve güçsüz iken yüce yaratıcının teşekküre layık büyük bir yardım ve himayesine mazhar olmuştur. O halde insan, mükemmel bir insan olmak için bunu bilerek sıkıntı ve meşakkate göğüs germeli ve o sıkıntı içinde onu koruyup hayata çıkaran, kuvvet veren yaratıcıya şükrünü eda etmek üzere vazifeye atılmalı ve öyle acıklı, merhamete layık kullara merhamet ederek kurtulma ve hoşnut olma yoluna girmelidir. Çoğunluğun görüşüne göre bu âyetin mânâsı budur.
Kâfın ve bânın fethasıyla kebed, bânın kesresi veya sükunuyla ciğer mânâsına gelen kebid maddesindendir. Tefsircilerin bununla ilgili de birkaç yorumu vardır:
1. Zemahşeri der ki: Kebed aslında, bir kimsenin ciğeri ağırdığı ve şiştiği zaman söylenen sözündendir. Böyle ciğeri şişip ağrıyan adama yani "ekbed" denilir. Daha sonra kelimenin anlamı genişletilerek her yorgunluk ve sıkıntıda kullanılmıştır. Sıkıntılara karşı koymak mânâsına kullanılan "mükabede" bundan alınmıştır. Nitekim "yok etti" mânâsına ta ile denilir. Aslı 'dur ki "ciğerine sapladı" demektir.
Diğer bazıları da demişlerdir ki: Kebed aslında şiddet mânâsınadır. sözü bundandır ki, "süt, yoğurt koyulaştı, katılaştı" demektir. Bu iki görüş arasındaki fark şudur: Birincisinde "kebed" ismi önce ciğere verilmiş, sonra bundan şiddet ve sıkıntı mânâsı türetilmiş; ikincisinde ise lafız önce şiddet ve koyuluk için kullanılmış, sonra ondan uzvun ismi türetilmiştir.
2. Kebed; düzgünlük ve doğruluk mânâsınadır denilmiştir ki ciğerin düzgünlüğünden, yahut "kebed-i sema" tabirinden düşünülüp alınmış demektir. Bunda insanın diğer canlılar gibi sürünmeyip belinin doğruluğu, gidişindeki doğruluk ve manen yükselme kabiliyeti ile "yarattı ve düzgünleştirdi." (Â'lâ, 87/2) mânâsı gözetilmiş oluyorsa da feth ile "kebed"den bu mânâyı çıkarmak çok uzaktır.
3. Kebed, yaratılışın şiddet ve kuvvetidir denilmiştir. Yaratıcının kudretiyle kuvvetlendirilip bedenine kuvvet verilmek suretiyle demek olur ki, önceki mânâ bunu da ifade edebilir. Bu kuvvetlenme mânâsı "Keşfu'l-Esrar"da fizyolojik bakımdan meninin pıhtılaşması ve donması tarzıyla biraz aydınlatılmak istenilerek denilmiştir ki: Bu bize bazı zamanlar meni pıhtılaşıp donduğunda meydana gelen durumu anlatabilir. Bunun bir benzeri de şudur: Mesela, göğsün iç zarı gibi gışâ-i maslide bir iltihap meydana geldiği zaman önce onda çok ve saf bir akıcı, tabii sıvı görülür. Sonra az miktarda bir posa olur ve ağdalanır, hatta sıcağa tutulduğu zaman yumurta akı gibi olur. Sonra da onda mayalı hamur boşlukları gibi boşluklar ve küçük küçük kabarcıklar çıkar ki düzenlerine göre sıra sıra olabilirler. Sonra bunlardan birbirlerine ağızlar açılır ve hareketli bir sıvı ile dolan bir takım damara benzer kanallara dönüşürler. Sonra bu damarlar ile iltihaflı yere bitişik ince damarlar arasında ağızlaşmalar olur. Bu şekilde yeni oluşan bu zara da genel bir hayat yayılır. Bu gözlemden gerçi her canlı maddedeki akıcı şeylerin donmuş şeylere dönüşmesinin zorunlu olduğu hükmünü bilemezsek de bunun faydalı olduğunda da şüphe yoktur.
Zira biz bununla içteki vazifelerden bir vazifenin farkına varıyor ve çoğu durumlarda bize gizli kalan sırlardan bir sırrı anlamış oluyoruz.
Razî şöyle der: Bu üç izah şekli bilindikten sonra deriz ki: Birinci veche göre maksadın yalnız dünya zorlukları olması da, yalnız sorumluluğun getirdiği zorlukların olması da, yalnız ahiret zorlukları olması da ihtimal dahilinde olduğu gibi, hepsinin olması ihtimali de vardır.
BİRİNCİSİ: "Andolsun biz insanı sıkıntılar içinde yarattık." Yani onu bir takım merhalelerden geçirerek yarattık ki, hepsi sıkıntı ve meşakkattir. Babanın belinden geçerken ve anasının karnında, sonra emzik zamanında, sonra ergenlik çağında geçimliğini elde etmede, sonra da ölümde.
İKİNCİSİ: Dinde sıkıntı ve zahmet. Hasan demiştir ki: Bolluk ve refah halinde şükür ile uğraşır, sıkıntı halinde sabır ile uğraşır ve ibadetleri eda ederken zorlukla uğraşır.
ÜÇÜNCÜSÜ: Ahiret sıkıntıları, ölüm, melek sorusu, kabir karanlığı, sonra yeniden dirilme ve Allah'ın karşısına çıkarılış. Bu, cennetteki veya cehennemdeki yerini buluncaya kadar devam eder.
DÖRDÜNCÜSÜ: Lafzın bütün bu mânâları taşımış olmasıdır ki gerçek de budur. Razi bunlara şunu da ilave ederek der ki: Bence bunda bir izah yönü daha vardır. Şöyle ki: Bu dünyada lezzet yoktur. O lezzet zannedilen şeyler sıkıntı ve elemden kurtuluştur. Mesela, yemek yemekle alındığı hayal edilen lezzet, açlık eleminden bir kurtuluştur. Giyimde hayal edilen lezzet, sıcak ve soğuk gibi elemlerden kurtuluştur. Demek ki dünyada insanın hali ya elem, veya bir elemden kurtularak diğerine geçmektir. 'in mânâsı bu demektir. Bundan açıkça anlaşılır ki insan için öldükten sonra dirilme ve kıyamet kaçınılmazdır. Zira insanın yaratılışını yöneten o hikmet sahibi yaratıcının bundan maksadı onun elem çekmesi ise, bu, rahmete uygun değildir. Yok eğer maksadı ne elem çekmesi ne de lezzet alması ise, onu yoklukta bırakıp yaratmaması bu maksadın gerçekleşmesine yeterli gelirdi. Oysa Allah insanı bu dünyada bir sıkıntı, meşakkat ve dert içinde yaratmıştır. O halde bu dünya yurdundan başka bir ahiret yurdu olmalı ki orası mutluluk, lezzet ve ikram yurdu olsun. "Kebed" in düzgün yapma mânâsına geldiğine dair ikinci vecih İbnü Abbas'tan nakledilmiş olup, İbnü Abbas: "Fi kebed, diğer canlılar baş aşağı yürürken insan yukarı doğru düzgün ve dik olmak üzere yaratıldı mânâsınadır." demiştir ki bu, yaratılış nimetini bir tür hatırlatma demek olur.
Bu kelimenin, yaratılışın şiddet ve kuvveti mânâsına geldiğine dair üçüncü izah şekliyle ilgili olarak Kelbi şöyle demiştir: Bu âyet Beni Cumah'tan Ebu'l-eşedd künyesini taşıyan bir adam hakkında indi. Öyle kuvvetli idi ki ayaklarının altına Ukaz derisini koyar onu ayaklarının altından çekerlerdi. Deri parçalanır da ayakları kımıldamazdı.
Şunu bilmek gerekir ki, âyete uygun olan iki izah şeklidir. Âyetin iniş sebebi özel olabilirse de insandan maksat bazılarının sandığı gibi belli bir insan değil, geneldir, herkes dahil olur.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|