Bir de birçok insan, iyiyi kötüyü, doğru ve gelecek açısından değil de sonu ne olursa olsun bugün için ve yalnız kendine, kendinin o anda hemen duyacağı zevke göre ölçer. Başkalarını kendisi gibi düşünmez. Diğerlerinin elem ve zararını önemsemez. Kendisi için iyi zannettiği şeyin başkaları için kötü olup olmadığını ve kendi hakkında ilerisi için dahi iyi olacak şekilde aslında ve Hak katında iyi ve kârlı olup olmayacağını hesaba katmaz. Veya "gün bugündür" der ilerisine inanmaz da birçok kötülüğü sadece kendisine bugün için bir zevk veya fayda olduğundan dolayı yapar, birçok iyilikten de bugün kendisine zor geldiği için kaçınır. Oysa bu insan esas itibarıyla elem ve lezzet, kötülük ve iyilik, şer ve hayır işlerini duymakta bulunduğu için başkalarını da kendisi gibi düşünerek "hak" fikriyle hareket etse ve ayrıntılarını bilmediği veya tecrübe etmediği şeyleri bilenlerden sorsa ve bulamadığı ve belirleyemediği takdirde de o işin kendine ait olduğunu ve zevkine hoş geldiğini veya gelmediğini bir tarafa bırakarak genel olarak aslındaki hakkını düşünüp kalbine, vicdanına başvursa yüce Allah onun kalbine o işin kötü mü veya takva mı olduğunu ilham eder, duyurur. Çünkü o bir şer ise mutlaka gönlü bulanır, "yapmasam iyi olur" der. Hayır ise gönlü bir huzur ve rahatlık duyar. Onun için hadis-i şerifte: "Müftüler sana fetva verseler de sen kalbine danış."
"Seni işkillendirecek şeyi bırak, işkillendirmeyeceğe geç." buyrulmuştur. Ancak kişi kötülüğü bir alışkanlık halinde yapa yapa fıtratı tamamen bozulmuş ve "Allah tarafından kalpleri mühürlenmiş."(Bakara, 2/7) kişiler takımından olmuş olursa başka. Bu şekilde bu âyet, önceki sûredeki "Ona iki yolu gösterdik."(Beled, 90/10) âyetinin bir tefsiri demektir. İki yol, biri şer olan kötülük, biri de hayır olan takva gayesi; hidayet de bunları ilham edip açıklayarak kötülükten nehiy, takvayı emirdir. Fücurun yani kötünün hayırdan önce zikredilmesi ise, kötülüğü savmak, menfaat elde etmekten daha önce, başka bir deyişle temizleme, süslemeden daha önce olduğu içindir. Zira maksat kötülükten sakındırmak, takvayı teşvik etmektir.
9. İşte bu anlatılan zahiri aydınlatmaları yaratan ve onlarla beraber daha birçok nimeti içinde bulunduran göğü bina eden ve yeri döşeyen ve bunları, kendini, iyi ve kötüyü idrak edecek ilham alabilen nefsi yaratıp düzene koyarak ona iç nuruyla kötülük ve takvasını ilham eden yüce Allah'a yemin olsun ki o nefsi temizleyen kimse yani günahlardan temizleyip takva ile terbiye etmek ve geliştirmek suretiyle feyizlendiren kimseler; başka bir mânâ ile, Allah'ın böyle temizlediği, ilham almış temiz nefis, gerçek kurtuluşu buldu. "Gir kullarımın içine, gir cennetime."(Fecr, 89/29-30) hitabına nail olarak kurtulup muradına erdi.
10. Onu korumayıp günahlarla alçaltarak gömen hileci kimseler, yahut başka bir mânâ ile, Allah'ın öyle alçaltıp gömdüğü günahkâr ve alçak nefis de gerçekten zarar edip hüsrana uğradı. Kendini kurtaramayıp bütün hayalleri ters yüz olmuş ve her ümitten mahrum olarak "Allah ne olurdu, hayatım için önceden hayır yapsaydım."(Fecr, 89/24) diye diye sonsuz azap, kopmaz bağ içinde hasret ve hüsrana düştü gitti.
Tefsircilerin çoğunun açıklamasına göre yeminlerin cevabı bu iki cümledir. Asıl olan yeminin cevabında denilmek ise de yemin uzamış olduğu için kaldırılmıştır. Buna göre bu sûrenin ruhu ve bütün anlatılmak istenenler bu iki cümlede özetlenmiştir.
Yukarıdan beri defalarca geçtiği üzere "tezkiye", keskin ile zekatın aslı olan "zeka" fiilinin tef'il kalıbından gelmiş şeklidir.> Bu ise arılık dediğimiz temizlik, paklık, taharet mânâsıyla artıp büyümek demek olan nema, feyiz ve bereket mânâsınadır. Dolayısıyla ile tezkiye; temizlemek, geliştirmek, feyizlendirip büyütmek ve temize çıkarmak mânâlarına gelir. Bu şekilde nefsi temizleme tabiri başlıca üç mânâda kullanılır:
BİRİNCİSİ: Onu kirletecek küfür, cehalet, kötü duygular, yanlış inançlar, fena huylar gibi kötü şeylerden temizlemek.
İKİNCİSİ: Temizleyip koruyarak iman, ilim, irfan, iyi, iyiliksever duygular, güzel, ilâhî ahlâk, takva özellikleriyle terbiye edip ilâhî tecellilere nail olarak, çevresine zekat verecek, hayır ve bereket yayacak şekilde feyizlendirmektir ki, bu iki mânâ ile nefsi temizlemeye çalışmak, onu yaratanın bir hakkı olmak üzere insanın görevi ve yararı gereğidir. Onun için bu temizleme, bu işi yapması itibarıyla insana; sebep olması itibariyle mürşit ve öğretici durumda bulunan diğer şahsa; takdir edilmesi, başarılması ve yaratılması itibariyle Allah'a nisbet olunur. Burada açık olan mânâ da budur.
ÜÇÜNCÜSÜ: Nefsi tezkiye etmek, nefsin temiz olduğunu takdir veya son derece feyiz alıp gelişmiş olduğuna hükmetmek suretiyle temize çıkarmak, övmek mânâsına gelir. Nitekim şahitlik yapacak birini tezkiye etmek bu mânâdandır. İnsanın bu mânâ ile nefsini tezkiye etmeğe hakkı yoktur. Henüz akibetini görmeyen ve kaderin sırrını bilmeyen insan için böyle bir iddia ile böbürlenme gurur ve cehalet ile düşüştür. Necm Sûresi'nde "Nefsinizi temize çıkarmayın. Allah, günahlardan korunanı en iyi bilendir."(Necm, 53/32) buyrularak insanların kendilerini temize çıkarmaktan nehyedilmeleri bu mânâ iledir. Onun için burada bu mânâ düşünülecek olursa nefisten ibaret; nın faili (öznesi) altında gizli zamiri o nefsi düzenine koyup kendisine ilham veren Allah lafzının; zamiri de nefisten ibaret olan lafzının yerini tutan ve sıla cümlesini "men" ism-i mevsulüne bağlayan bir bağ olarak "Allah'ın temize çıkardığı nefis kurtuluşa erdi" diye anlamak gerekir. Önceki mânâda ise insan; nın fâili (öznesi) bu insanın yerini tutan zamiri, sıla cümlesini ism-i mevsule bağlıyan bir bağ; zamiri de nefsin yerini tutan bir zamir olarak "nefsini temize çıkaran insan kurtuluşa erdi" diye anlamak da yeterlidir. Akla ilk gelen de budur. Mutezile bu mânâda israr etmek istemişlerse de Ehl-i sünnet ikinci yönü de caiz görmüşler, her mânâsıyla temizlemenin Allah'a isnadın daha doğru olduğunu söylemişlerdir. Onun için meâlde iki yöne de ihtimalli olacak bir şekilde ifade edilmiş, tefsirde her iki yön de gösterilmiştir.
Gerçekte insanın nefsini, ruhunu temizlemeye çalışması sonunda faydası kendisine ait olan bir vazifedir. İnsan iradesini bu yönde kullanmakla "Allah'a yardım ederseniz o da size yardım eder."(Muhammed, 47/7) mânâsı gereğince Allah'a hizmet ederek Allah'ın yardımına erer.
İmam Ahmed, İbnü Şeybe, Müslim ve Nesai Zeyd b. Erkam'dan rivayet etmişlerdir ki Resulullah (s.a.v.): "Allah'ım! Benim nefsime takvasını ver ve onu temizle. Sen onu temizleyenlerin en hayırlısısın. Sen onun velisi ve mevlasısın." diye dua ederdi. Taberani ve daha bazılarının İbnü Abbas'tan rivayetinde de Hz. Peygamber (s.a.v.) bu âyeti okuduğu zaman durur ve bu duayı söylerdi. Bundan ve Buhari, Müslim ve Ebu Davud'da bununla ilgili rivayet olunan bazı hadislerden dolayı bazıları bu mânânın daha tercihe şayan olduğunu ve bu şekilde , fiillerinin hepsinde gizli fail (özne) zamiri tek düzen içinde Allah lafzının yerini tutacağı için nazmın daha uyumlu olacağını söylemişlerdir. Fakat asıl mesele insanın kendisi hakkında kendi kazancıyla sorumluluğunu anlatmak olduğu için, önceki izah şekli daha anlamlıdır. Resulullah (s.a.v)'ın dua etmesi de kendi kazancı cümlesindendir. "onu kirletip gömen" âyetinin izah şekli de böyledir.
TEDSİYE, tezkiyenin zıddıdır. Devs, bir şey gelişip büyümeyerek bodur ve cılız kalmak ve gizlenmek mânâlarınadır. Bundan tef'il kalıbında türetilen tedsiye de, bir kimseyi hile ile ayartıp fesada düşürmek mânâsına gelir. Bununla beraber demişlerdir ki, bu kelimenin aslı "dess"ten türemiş olan "tedsis" ir. Kendisinde bir cinsten iki harf yanyana bulunan bir kelime olduğu için, tef'îl kalıbından mazisi "dessese"de üçüncü sin, "doğan kuşu, konmak için süzüldü" yerinde denilmesi gibi illet harfine dönüştürülerek "dessâ" olmuştur. Dess ve dissise, bir şeyi bir şeyin altına gömüp gizlemek ve toprağa gömmek mânâsınadır. Bizim desise tabirimizin aslı dissise mastarıdır. Desis, hiçbir ilaç ile giderilmeyen koltuk kokusuna, casusa ve küle gömülüp kebap olmuş ete denir. Dessas da bir tür pis ve kötü yılana denir. İşte tedsis ve tedsiye bu mânâlarla ilgili olarak bir şeyi iyice gömmek ve hile yapmak, bir şeyi hile ile bozup fenalaştırmak ve iyice örtüp gizlemek, gömmek mânâlarını ifade eder. Şair demiştir ki:
"Sen Amr'ı berbat edip gömen kimsesin.
Böylece onun hanımları ondan dul kalıp dağıldılar."
Demek ki nefsi tedsiye, ruhu faziletli ve erdemli şeylerle temizlemeyip kötü işler ve kötü ahlâk ile fesada vermek, sonunda kokup gömülmeye mahkum bayağı beden kirleri, katı hayvani gayeler, gösteriş gibi şeytani ve karanlık hislerle çürütüp kokutarak maddiyata gömmek ve ahirette, küle gömülmüş "kebap" gibi cehennem ateşine kapatmaktır.
İlâhî ilhâm ile nefsi temizlemenin nur, gündüz ve gök ile; nefsi kirletmenin de gece karanlığı ve yer ile münasebeti de açıktır. Allah'ın insan tabiatına üflemiş olduğu o ruhu, o ilâhî nuru böyle gömmek ise ne büyük kayıp, ne büyük hüsrandır.
11. Bunu bir misal ile açıklığa kavuşturmak için buyruluyor ki: "Semud, azgınlığından dolayı yalanladı".
Defalarca geçtiği üzere Semud, Arab-ı bâideden, yani tamamen helak ve yok olmuş ve yok oluş kıssası dillere destan olarak kalmış meşhur bir kavimdir. Birçok sûrede beyan olunduğu üzere yüce Allah onlara Peygamber olarak Salih (a.s.)'i göndermişti. Doğruluğuna dair bir âyet, bir mucize istediklerinde "Bu, Allah'ın dişi devesi, sizin için bir alâmettir. Bırakın onu Alah'ın arzında otlasın. Sakın ona bir fenalık yapmayın. Yoksa elem verici bir azaba uğrarsınız."(A'râf, 7/73) buyrulduğu gibi, bir Allah devesi, olağanüstü bir dişi deve âyet olarak gösterilmiş ve "Su içme hakkı bir gün onun, belli bir gün de sizindir."(Şuara, 26/155) mânâsı gereğince ona su verilmesi için nöbet ve sıra usulüyle bir gün ayrılmış ve Allah'ın arzında yayılmak üzere bırakılması ve kötülükle dokunulmaması, dokunulduğu takdirde elem verici bir azap geleceği haber verilmiş idi ki, devenin yaratılışı bir mucize olduğu gibi, bu haber de bir mucize oluyordu. O kavim buna inanmamış, yalanlama ile karşılamış idi. Yalan kötü bir şey olduğu gibi, gerçek ve doğru olan bir haberin yalan olduğunu söylemek de kötü bir iş, bir yalan; bir peygamberin verdiğ haberi yalanlamak ise onu gönderen Allah'ı inkârdır.
Da'va kalıbında "tağva", azgınlık mânâsına mastardır. Kayaları kesip biçen Semud, kuvvetlerine güvenerek azgınlıkları sebebiyle peygamberlerine inanmayıp yalanladılar.
12. En azgınları atılıp ortaya çıktığı zaman, yani o yalanlamanın görünen alâmeti o vakit oldu. İçlerinden en azgın bedbahtları olan birisi, ki Kudar b. Salif diye meşhurdur, o azap tehdidini yalanlayarak deveyi tepelemeye kalkıştığı sırada göründü. Bütün kavim de ona ve beraberindekilere engel olmayıp sustukları ve bıraktıkları için onlar da onun gibi yalanlamış ve azgınlıkta ona katılmış oldular.
13. O vakit Allah'ın Resulü, yani "Semud'a da kardeşleri Salih'i gönderdik."(A'râf, 7/73) âyetiyle onlara peygamber olarak gönderildiği bildirilen Salih (a.s) onlara şöyle demişti: "Allah'ın devesi" (sakındırma mânâsı üzere mansup olmakla fiili zikredilmemiştir.) Yani, sakının, dokunmayın Allah'ın devesine, peygamberine mucize kıldığı deveye ve onun sükyasına, yani gününde onun suvarılmasına mahsus olan suyuna da dokunmayın.
14. Fakat o en azgın kişi ve beraberindekiler ve dolayısıyla o kavim o Allah'ın elçisini yalanladılar. Söylediklerine, o "sakın ha yapmayın" demesine ve korkutmasına inanmadılar da onu, o deveyi devirdiler, vurup öldürdüler.
AKR'ın asıl mânâsı, bir hayvanın ayaklarını biçip yıkarak öldürmektir. Rabb'leri de günahları sebebiyle onları yere vurup sürte sürte ezdi, hışmını bası basıverdi, azabını uygulayıverdi. "Onları korkunç bir gürültü yakalayıverdi." (Hıcr, 15/73, 83), "Onları bir sarsıntı tutuverdi." (A'râf, 7/78, 91, 155) ve "Alçaltıcı azabın yıldırımı onları yakalayıverdi." (Fussilet, 41/17) buyrulduğu üzere bir gürültü, bir sarsıntı, bir alçaltıcı azap yıldırımla çarpıp yere sererek hepsini kırdı geçirdi. Hem de onu eşit yaptı. O yere vurmayı, o azabı yalnız en azgınlarına ve bizzat onun beraberinde bulunanlara değil, Salih peygambere iman etmeyen, susmak ve dokunmamak suretiyle o azılıya katılmış bulunanların hepsine, çoluğuna çocuğuna eşit şekilde uyguladı. Hepsini düpedüz kökünden yok etti. Yahut, yeri üzerlerine geçirip düzleyiverdi. Bu tesviye (düzleme) de önceki tesviyenin bir karşılığı demektir.
DEMDEME, açıklandığına göre fiilinin tekrarıyla elde edilen bir fiildir. Demme, boya veya yaldız sürmek, badana yapmak, gemiyi zift ile kalafatlamak gibi, bir şeyi bir şeye sürüp sıvamaktır. Yeri düzlemek, bir kimseye şiddetli azap etmek, bir adamın başını ezmek ve halkı kırıp geçirmek mânâlarına gelir. "Demdeme" bunun tekrarlanmış şekli olarak katlısını yapmaktır ki, fiilde birbiri ardınca bir yinelenme ile her tarafından kaplıyacak bir kuşatma ve kuvvet ifade eder. denilir ki, "kabri, üzerine yıkıp basa basa tamamen düzledi" demektir. Cevheri "Sıhah"ında der ki: "Bir şeyi demdeme yaptım demek, onu yere yapıştırdım ve sürte sürte ezdim." demektir. "Kamus"ta: "Kavme demdeme etti ve kavmin üzerine demdeme yaptı demek, onları öğütüp yok etti." demektir ki tekrar tekrar düzlemek, azap etmek mânâsından alınmıştır. Aynı şekilde hışım, öfke ve gazap mânâsına gelir. denilir ki, "onu hışım tuttu" demektir. Hışım ve öfkeyle homurdanarak söz söylemek mânâsına da gelir. "Ona karşı öfkeli öfkeli gürleyerek söyledi." demektir.
Tefsirciler burada başlıca tekrarlanan "sıvama" ve "kabri tamamen bastırma" mânâsından; günahlarını başlarına geçirip üzerlerine öfkeyle azabı uygulamak ve köklerini kazıyarak yok etmek, kırıp geçirmek mânâlarına tefsir etmişler ve "onu dümdüz etti" fiilindeki zamirinin de işaret ettiğimiz gibi demdeme mastarının ve bu karine (ipucu) ile Arzın yerini tuttuğunu söylemişlerdir ki, birisi azabın eşit şekilde hepsine genelleştirildiğini, birisi de o yok etmenin, onların yere geçirilmesi suretiyle olduğunu ve oturdukları yerlerin başlarına geçirilip düpedüz bir harabeye çevrildiğini veya yok olmalarıyla yerin düzlenmiş bulunduğunu ifade eder. Bu zamirin "demdemen" mastarının yerini tutması daha açık ve şu zamiri de uygundur.
15. Ve o, onun akibetinden korkmaz. Yani Allah verdiği cezanın sonundan, acaba sonunda bir zarar veya sorumluluk gelir mi? diye endişe edecek değildir. O, sonunda yaptıklarının hesabını vermeğe mecbur olan ve ona göre verdiği cezalarda, ettiği azaplarda akibetinden korkması lazım gelen yaratılmış hükümdar ve hakimlere benzemez. Çünkü onun üstünde onu sorumlu tutacak, ona bir zarar verebilecek hiçbir kuvvet ve kudret yoktur. O hakkın kendisidir. Her şeyi yapmaya kendiliğinden layık, her ne yapsa hakkıdır. Bütün mülk onun olduğu için mülkünde "Dilediğini yapan"(Hud, 11/107) ve "yaptığından mesul olmaz."(Enbiya, 21/23) bir zat olarak dilediğini yapar, kimsenin karşı çıkma ve karışmaya hak ve selahiyeti olmadığı gibi zerrece bir zarar verebilme ihtimali de yoktur. O, yok ettiği yaratıkların daha iyisini yaratma ve yok edilmelerinden sonra da onlara dilediği sevap ve cezayı verebilme gücüne sahip olduğu için, onun yok etmesi kendisi hakkında bir zarar teşkil etmeyeceği gibi, başkası hakkında bir zulüm değil, hak ve adaletin ta kendisi olur. Zira hakkın zatının üstünde bir hak ölçü ve ilkesi yoktur. O nefisleri önce düzgün hale getirip yaratan Allah, onları bu şekilde genel olan günahlarından dolayı cezalandırmada eşit tutmakla bir haksızlık değil, adalet yapmış olur.
Bu BİRİNCİ izaha göre vav, mukadder bir soruya cevap olarak gelen başlangıç cümlesinin başında bulunan vav olup "korkmaz" fiilin fail (özne) zamiri Allah lafzının yerini tutmaktadır. Bu cümle yaratılmışların sorumluluğunu, yaratıcının sorumsuz ve yaptığından sorumlu tutulmaz olduğunu anlatarak cezanın şiddetiyle beraber hak olduğunu açıklamak ve dümdüz etmeden hatıra gelebilecek sakıncalı kuruntu ve vehimleri defetmektedir. Yüce Allah hakkında korku asla tasavvur edilemeyeceği için bu ifadenin, onların Allah katında zelil ve hakir olduklarını tasvir için bir istiare-i temsiliyye olduğu da söylenmiştir. Bundan başka burada başka iki izah şekli daha söylenmiştir.
İKİNCİSİ, zamirinin, "Resul" isminin yerini tutmasıdır ki, "o resul ne oldu?" şeklinde mukadder bir soruya karşı, o resul bu cezasının sonucundan korkmaz. Zira o onları sakındırmış, peygamberlik görevini yapmış olduğu için ona korku ve sorumluluk yoktur demek olup "Azap emrimiz gelince Salih'i ve beraberindeki iman etmiş olanları, tarafımızdan bir rahmet ile kurtardık." (Hûd, 11/66) mânâsıyla temizlenmiş nefislerin kurtuluşlarına misal olur.
ÜÇÜNCÜSÜ de Süddî, Dahhâk, Mukatil ve Zeccâc'ın görüşlerine göre "vav", hal bildiren vav olup zamir "eşkâ" (en azılı) şahsın yerini tutmaktadır. "Halbuki o azılı kişi işlediği suçun cezasından korkmuyordu." demek olur.
Tefsircilerin bazısı, yeminin cevabı, bu Semud kıssasından anlaşılan mânâya göre, sûrenin sonunda mukadder olduğu görüşüne varmışlardır. Buna göre sûrenin asıl geliş gayesi özetle şu mânâ olur: Güneşe, onun parıltısına,... yemin olsun ki sizin içinizden Allah'ın Resulünü yalanlayanlara azap muhakkaktır. Evvelki izah şeklinde ise "Elbette nefsini temizleyen kurtulmuş; onu kirletip gömen ziyan etmiştir." bölümü büyük önerme makamında asıl cevap olup bu kıssa onu misal ile isbat ve vurgulama olduğundan neticenin şöyle dallara ayrılması gerekir: İşte Allah'ın ilham ve hidayetine uyup nefislerini takva ile temizleyenler kurtuluşu bulduğu gibi, nefislerini temizlemeyip de aksine kötülük ve isyan ile fesada uğratmış olanlar, Allah'ın elçisini yalanlayıp azgınlarına uyan ve bu yüzden günahlarıyla yok olup giden Semud gibi Resulullah (s.a.v.)'ı yalanlayıp azgınlara uyarak kendilerini neticede azaba mahkum edip kaybeder ve hüsrana uğrarlar. O halde Allah'ın Resülüne ve nuru olan Kur'ân'a inanmaya, uymaya ve nefislerinizi takva ile temizlemeye ve geliştirmeye çalışınız ki kurtuluşa eresiniz. Denilmiş ki, bilhassa Semud kıssasıyla öğüt vermek, ilk muhatap olan Araplar'ın yurtlarına yakın olduğu içindir.
Yorum ve işaret açısından da şöyle denilebilir: Bu kıssanın özel olarak seçilmesinin nedeni şudur: Burada "Allah'ın devesi" bedene; "Salih", ruha; "devenin su nöbeti" de marifete işaret olduğuna göre, Semud kıssası insan nefsinin hallerine uygun, bu sûre de nefsin mutluluk ve bedbahtlıktaki mertebelerini açıklama akışı içerisinde geldiği için özellikle bu kıssa zikredilmiştir.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|