DÂLL, bilindiği gibi yitik, hangi yola gireceği hususunda şaşkın, yahut yanlış yola giden sapık mânâlarına gelir. "Sizin arkadaşınız şaşırmadı, azıtmadı da."(Necm, 53/2) buyurulmuş olan Resulullah (s.a.v.) hiçbir zaman akıl ve dinde sapık mânâsına "dâll" olmamıştır. Allah'ın birliğine inanarak yetişmiş, hiçbir puta secde etmemiş, Allah'tan başka ilâh tanımamış, ahlâkı temizdi, hiç bir kötü fiil işlememişti. Her hususta güvenilir kişi olarak tanınmıştı. Dolayısıyla şirk sapıklığı, heva ve hevese göre amel etme sapıklığı onun yüce zatından uzak idi. Yüce Allah onu ta baştan itibaren o gibi sapıklıklardan uzak kılmış, ona sağlam bir bakış ve görüş bahşetmişti. Bununla beraber peygamber olmadan önceki akıl ve dirayeti ile peygamberlikten sonraki ilim ve hidayeti arasında büyük bir fark vardı ki bu fark çocukluk ile ergenlik arasındaki farktan daha büyüktür. Hz. Peygamber (s.a.v.) peygamber olmadan önce de kavminin, Arap müşriklerinin dinlerindeki bozukluğu görmüştü. Karşısında bulunan Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi iki dinin çığırından çıkmış olduğunu da sezmişti. Fakat girilmesi gerekli olan ve mücerret (soyut) akıl ile idrak edilip kavranması mümkün olmayan Hak din ve şeriatının ne olması lazım geleceğini ve dünyayı sarmış olan bunalım içinden nasıl çıkılıp da Hakk'a erileceğini belirlemede şaşırmış idi. Kitap okumasını bilmez, cihana ruh yayacak olan iman ve İslâm'ın ayrıntılı temel esaslarından "Kuşkusuz sen ondan önce ğafillerden idin."(Yusuf, 12/3), "Sen bundan önce hiç kitap okur değildin, hala da elinle yazı yazmazsın."(Ankebut, 29/48), "Oysa sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin."(Şura, 42/52) buyrulduğu üzere ğafil idi. İşte burada "Seni yol bilmez buldu." buyurulması, bu şekilde peygamberlikten önce ve çocukluk çağlarındaki gafillik ve şaşkınlık hallerine işarettir.
Yani sen, peygamberlikten önce akılların yol bulamadığı hakikatler ve şeriatlerden gafil ve yol arayan bir yitik halinde şaşkın iken Rabb'ın seni bulup seçerek hidayet buyurmadı mı? Verdiği vahiy, indirdiği kitap ile bilmediklerini bildirerek doğru yolu göstermedi mi?
8. Ve seni yoksul iken bulup seçip de zengin yapmadı mı?
AİL, "ayle" yani fakir ve ihtiyaç sahibi yoksul, bir de çok çoluk-çocuk sahibi, yani kendisine muhtaç olan ailesi, yoksulları çok, çok yoksullu mânâlarına gelir. Burada iki mânâ ile de tefsir yapılmıştır.
BİRİNCİSİ, sen serveti yok bir yoksul iken yine seni seçip zengin kılmadı mı? demektir. Resulullah (s.a.v.)'a babasından bir dişi deve ile bir cariyeden başka miras kalmamıştır. Sonra yüce Allah onu önce Şam'a yaptığı ticaret seferinden elde edilen bereketli kâr ile, Hz. Hatice ile evlendikten sonra da onun bütün servetini hibe etmesiyle zengin etmiş, daha sonra Hz. Ebubekir de malının hepsini Allah için Resulullah (s.a.v)'a getirmiş, "çoluk-çocuğuna ne bıraktın?" buyurduğunda "Allah ve Resulünü" demişti. Daha sonra da yüce Allah'ın ihsan buyurduğu fetihler ve ganimetler ile zenginlik elde edilmiştir. Fakat bu fetihler Medine'ye hicretten sonra olduğu için bu sûrenin inişi sırasında değil "Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın." mânâsınca ilerde olacağı vaad edilmiş olan lütuflar arasındadır.
İKİNCİSİ, sen yoksullu idin, birçok çoluk-çocuğun, muhtaç arkadaşların vardı. Senin yüzünden, senin ilim ve irşadından feyiz bekliyorlardı. Allah seninle onları zengin etti, hidayete erdirdi demek olur. Fakat açık olan evvelki mânâdır. Bunlarla daha önce geçenler arasında bir irtibat kurunca mânâ şu olmuş oluyor: Görülüyor ki bunların hepsinde sonu evvelinden hayırlı olmuştur. İşte böyle senin için bundan sonra da her halin sonu başından daha hayırlıdır. Şimdi bunun neticesi olarak şu üç şeyin yapılması gerekir:
9. O halde, yani hal böyle olunca, sen de Rabb'ının bu var olan ve olması vaad edilen ihsan ve nimetlerinin bir şükür alâmeti olmak üzere yetime, herhangi bir yetime sakın kahretme, zayıf sayıp da hor bakma ki, hakkını kaybetmeyesin. Çünkü yetimliği tattın ve hakkındaki ilâhî lütfu gördün.
Rağıb'ın "Müfredat"ında KAHR, hem üstün gelme, hem zelil kılmadır. Ayrı ayrı her iki mânâda da kullanılır. Şu halde her ikisi de yasaklanmıştır. Yetimi zayıf saymamalı ve zelil etmemeli, hakkını, hukukunu gözetmeli ve buna özen göstermelidir. Râzî'de yazıldığına göre bu âyet, Hz. Peygamber (s.a.v) Hz. Hatice'nin çocuğuna bağırdığı zaman inmiştir. Bir bağırma veya yüz ekşitmeden dolayı "sakın kahretme" diye sitem edilince zelil kılınır, malı veya hakkı yenilirse nasıl olur?
İbnü Mesud (r.a.) bir merfu hadiste Resulullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Her kim bir yetimin başını silerse elinin geçtiği her kıla karşılık ona kıyamet günü bir nur olur." Aynı şekilde Hz. Ömer (r.a.) de bir merfu hadiste Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Yetim ağladığı zaman onun ağlamasından Rahmân'ın Arş'ı titrer. Yüce Allah meleklerine buyurur ki: Ey meleklerim! Şu babası toprakta kaybedilmiş olan yetimi ağlatan kimdir? Melekler: "Sen en iyi bilensin ey Rabbimiz! derler. Yüce Allah buyurur ki: "Şahit olunuz, her kim bunu susturur, hoşnut ederse ben de onu kıyamet günü hoşnut etmeye garanti veriyorum." Bundan dolayı Hz. Ömer (r.a.) bir yetim gördüğü zaman başını okşar ve ona bir şey verirdi, diye rivayet edilmiştir. Fakat başına nasıl dokunduğu, nasıl okşadığı hakkında sahih bir şey gelmemiştir.
Bir hadis-i şerifte de Resulullah (s.a.v.): "Ben ve yüce olan Allah'tan korktuğu takdirde, yetime kefil olan şu ikisi gibiyiz" buyurmuş ve şehadet parmağıyla orta parmağını göstermiştir. Daha bunun gibi birçok haber vardır.
10. İsteyene gelince, sakın onu koğma. İsteyeni yahut soranı azarlama, yani azarlayarak koğma da lutfet: İhtiyacını gider, yahut yumuşak dille reddet.
Tefsircilerden bazıları, "sail'den maksat, dünyaya dair bir şey isteyen dilencidir" demişlerdir. "Mallarında dilenci ve mahrum için bir hak vardır."(Zâriyat, 51/19) âyetinde de buna işaret vardır. "Dilenci, at üzerinde gelse bile hakkı vardır." diye bir hadis de yaygındır. Alûsî'nin yazdığına göre, İmam Ahmed, "bunun aslı yoktur" demiş; fakat Ebu Davud bunu Hz. Hüseyin b. Ali'den mevkuf olarak rivayet edip susmuş; Irakî "senedi sağlamdır" demiş, onun bu fikrini kabul edenler de olmuş; İbnü Abdi'l-Berr, "sağlam değildir" demiş, çokları İmam Ahmed'in görüşüne itimat etmişlerdir. Hz. Aişe'den ve daha başkalarından, "Dilenci doğru söylemiş olsa onu reddeden felah bulmazdı." diye rivayet edilmiş, İbnü Medînî, "bunun da aslı yoktur" demiştir. Bununla beraber Taberani "Kebir"de Ebu Ümâme'den merfu olarak ona yakın olan şu hadisi rivayet etmiştir. "Eğer düşkün ve yoksullar yalan söylemeselerdi onları reddeden felah bulmazdı." Buna ilişene rastlamadım.
Bununla beraber demişlerdir ki, dilenciyi azarlamanın yasaklanmış olması, istemede ısrar etmediği durumdadır. Eğer istemede ısrar eder de yumuşak bir şekilde reddetmek fayda vermezse o vakit azarlamada bir sakınca yoktur. Zira "İnsanlardan yüzsüzlük edip de ısrarla istemezler."(Bakara, 2/273) övgüsü, ısrarın yerildiğini ifade eder. Yerilen bir şey de azarlanmaya değer.
Ebu'd-Derdâ, Hasen, Süfyan ve daha bazıları da burada "sail"den maksadın, mal isteyen değil, ilim ve din ile ilgili soru soran demek olduğu görüşüne varmışlardır. Denilmiştir ki: Önceki görüşe göre de bu, delalet yoluyla öncelikle sabit olur. Çünkü mal dilencisine istediğini vermeye gücü yeten kimse yumuşak bir şekilde reddedip de bir şey vermediği zaman tehdit edilmemiştir. Oysa ilim soran kimseye ilmi olan kimsenin cevap vermemesi öyle değildir. Bir hadis-i şerifte: "Kendisine bir ilim sorulup da onu gizleyen kimse, ateşten bir gem ile gemlenir." buyrulmuştur. Bu görüşü daha açık görenler olmuştur. Fakat mutlak mânâda "sâil" lafzı, dilenci mânâsında asıl olmakla beraber dileyen veya dilenen veya hangi suretle olursa olsun isteyen veya soran, mutlak olarak "talep eden" mânâsını da taşır. Bunlar fiilin mef'ul(tümlec)lerine, sözün söylendiği makama göre ayırt edilir. "Kâmus'un açıklamasına göre sual ve mesele kelimesi, asıl olarak dilenmek mânâsına konulmuştur. Mutlak bir şekilde talep, istemek ve sormak mânâsına da kullanılır olmuştur. "Beşair"in verdiği ayrıntılı bilgiye göre "sual" maddesi, bir şeyi talep ve yalvararak istemektir ki, bir kimseden bilmeyi veya bilmeyi sağlayacak olan bir şeyi yahut mal veya malı sağlayacak olan bir şeyi isteyip dilemek, yani sormak veya dilenmek suretiyle istemektir. Birinci mânânın cevabı dil ile olur. Sorulan şey ne ise dil ile cevap verilir. El bunda dilin yerine geçen halefidir. Söylenecek olanı yazı veya işaret ile eda eder. İkinci Mânânın cevabı ise el ile olur, istenileni verir. Bunda dil elin halefi olup onun yerine geçer. Söz verir, yahut "hayır" diye reddeder. Sormak mânâsına geldiği zaman bu fiil ikinci mef'ul (tümlec)ünü bazan doğrudan doğruya, bazan da harf-i cerle alır. "Onu ona sordu" mânâsına ve derler. İkinci mef'ulünü daha çok harf-i cerri ile alır. Dilenmek mânâsında da doğrudan doğruya veya harf-i cerri ile mef'ul alır. "Allah'ın lütuf ve ihsanını isteyin."(Nisâ, 4/32) ve "Onlardan lüzumlu bir şey istediğimiz zaman..."(Ahzab, 33/53) âyetlerinde olduğu gibi. Sözün kısası, bu kelime, aslı dilenmek mânâsında hakikat, sormak mânâsında da "doğru haber istemek münasebetiyle istiare denilmiştir.
Şu halde sualde asıl olan bir ihtiyaç halinde istemek veya sormaktır. "Sail"de dilenci mânâsı esas ve dilencide zaruri olarak ihtiyaç duyulan miktarda bir şey isteme mânâsı açık olduğu için mutlak olarak "sail" denilince iki mânâyı da taşıyarak gerek mal, gerek ilim isteyen dilenci demek olur. İhtiyaç halinde olmıyarak hakkını istemek veya emretmek yahut imtihan etmek yahut can sıkma ve bunaltma yoluyla bir şey istemek veya sormak gerçekte sual değildir. Mal suali, zelil bir şekilde ihtiyacını istemek mânâsına bir dilenmek olduğu gibi, ilim suali olan sormak da, öğrenerek bilgisizliğini gidermek kastıyla alçak gönüllü bir şekilde açıklık isteme suali olmalıdır. Burada ise mef'ul (tümleç) zikredilmemekle beraber, daha önce hem mal, hem ilim ihtiyaçları zikredilmiş olduğu için bu karine (ipucu) ile "sail", gerek mal ve gerekse ilimle ilgili bir şey isteyen ihtiyaç sahibi istekli mânâsına anlaşılması gerekir. Bu izah şekline göre, iki görüşün ikisi de bir araya getirilmiş olur.
İkinci görüşün asıl faydası; yüzsüz, asıldı mı bırakmayan, ısrarlı mal dilencilerini konu dışı bırakmaktır. Çünkü öğrenmek maksadı olmayarak soranın buraya dahil olmaması gerekir. Fakat ihtiyaç ve maksat, gizli işlerdendir. Görünüşte her hangi bir soru ve istek, bir ihtiyaç mânâsı ifade ettiğinden, bir şey soran veya isteyene ilk anda kötü zan beslemeye hak yoktur. Sualinde ısrarına göre doğru veya yalan söylediği neticesine varılabilir. O halde hangi "sail" olursa olsun işin başında hemen azarlanmamalı, istediği verilmezse bile koğulmamalı, incitilmemelidir. Yüzsüzlük ve ısrar etmesi halinde de anlaşılan durumuna göre, layık olan ne ise o şekilde karşılanmalıdır. Zorda kalan ve muhtaç olana, güç yettiği kadar mümkün olan yardım farz derecesine kadar varabilir.
Eğer sual yerilen bir sual ise, derecesine göre kötülükten nehyi gerektirir. O zaman azarlamak yaraşır. Çünkü mümine eziyet vermek de haramdır. Eğer sual övülen bir sual ise, azarlamak ve incitmek mutlak şekilde haram ve yasak olur. Gücü yetenin buna uygun cevap vermesi, nimeti anmış olmak üzere vacip veya mendub olur.
İlim dilenmek genellikle övülmüştür. Bunda, eziyet ve saygısızlık derecesine varmamak şartıyla, ısrarla yalvarmak da güzel görülmüştür. Mal dilenmek ise genellikle yerilmiştir. Ancak başka bir kazanç yolu bulamayan muhtaç için bir izindir. Böylelerine yardımı düşünmek ise gücü yetenler için bir borçtur. Şu halde ihtiyacı olmadan dilenen yerilmiş dilenciler azara layık olduklarından dolayı ikinci görüşte olduğu gibi bu yasaklamaya dahil olmamak gerekirse de, bizzat istemenin kendisi bir ihtiyaç delili olduğu için, herhangi bir dilenciyi aksi sabit olmadıkça azarlamak, yetimi ezmek gibi yasaklanmıştır.
11. Ama Rabbinin nimetini, gerek mevcut, gerekse olacağı vaad edilen nimetini hemen söyle, anlat da anlat. Sade lafını ederek ve gösteriş yaparak gururlanmak için değil, hakkını takdir, şükrünü yerine getirmek için eserini gösterecek, başkalarını da istifade ettirecek şekilde sözlü veya fiilî olarak anlat.
Bu üç âyet 'deki "fâ" ile, önce anlatılanların neticesini göstermesi itibariyle şunu ifade eder: Rabb'inin sana lütfettiği gibi yetime şefkat, isteyene merhamet, Allah'ın muhtaç kullarına maldan mal, ilimden ilim, vaadden vaad ile lütuf ve ihsan ederek sonunun önünden, ahiretin dünyadan daha hayırlı olduğunu duyur. Böyle nimeti anlatmak suretiyle Rabbinin büyüklüğünü herkese tanıt.
BİR HATIRLATMA: Bu Duha Sûresi'nin sonunda ve ondan sonra Kur'ân'ın sonuna kadar her sûre bittiğinde tekbir getirmek sünnettir. Bu Resulullah (s.a.v.)'dan rivayet edilmiş olup öteden beri yapılagelmiştir. Yedi kırâet imamından biri olan İbnü Kesir yoluyla rivayet edilmiştir. Bunu rivayet eden Ebu Hasen Bezzi şöyle demiştir: İkrime b. Süleyman'a okudum. Dedi ki: İsmail b. Abdulla b. Kostantin'e okudu. Ve'd-Duha'ya geldiğimde şöyle dedi: Hatim edinceye kadar her sûrenin sonuda tekbir al. Çünkü ben Abdullah b. Kesir'e okudum. Ve'd-Duhâ'ya geldiğimde "hatmedinceye kadar tekbir al." dedi ve Abdullah b. Kesir bana haber verdi ki Mücahid'den okumuş. O bunu emretmiş ve haber vermiş ki İbnü Abbas ona bunu emretmiş ve haber vermiş ki Übeyy b. Ka'b ona bunu emretmiş ve haber vermiş ki Resulullah (s.a.v) ona bunu emretmiş. Bunu sahih kaydını koyarak Hakim ve İbnü Merduye, "Şuab"da Beyhaki ve kırâet kitapları tesbit ve nakil etmişlerdir. Nisaburî "Ğaraibu'l-Kur'ân" adlı tefsirinde bu rivayeti kaydettikten sonra da demiştir ki: İmam Şafiî'den rivayet edildiğine göre O da ve'd-Duha'nın sonundan Kur'ân'ın sonuna kadar her sûrenin bitiminde tekbirin sünnet olduğu görüşündedir. Kunbül'den de böyle rivayet edilmiştir. Bunun sebebi, zikredildiği üzere vahiy, biraz gecikip de bu sûre indiği zaman Resulullah (s.a.v.) bunu tasdik ederek "Allahu Ekber" demiş olmasıdır.
Kırâetle ilgili bir kitap olan "Zübdetü'l-İrfan"da şu uyarı vardır: Biliniz ki Ve'd-Duhâ'nın sonunda ve ondan sonra Kur'ân'ın sonuna kadar her sûrenin sonuda tekbir getirmek sünnettir. Bu, Resulullah (s.a.v.)'ın fiili ile sabittir. Dolasıyıla her sûrenin sonunda "Allahü Ekber" deyiniz Sûresini bitirdiğinizde de tekbir alınız. Sonra Fatihatu'l-Kitab'ı ve Bakara'nın ilk âyetlerini a kadar okuyunuz. Sonra hatim duası ediniz. Buna "halli mürtehil" denilir. Bunların hepsinde hadisler vardır. Meşhurdur. Bununla beraber not olarak şu uyarıyı yapar: Şu da bilinmelidir ki tekbir kırâet âlimlerinden hiç birisince vacib değildir. Çünkü Kur'ân'dan değildir. Ebu'l-Feth Farisi demiştir ki: Her hatim eden için bunu yapmak mutlaka gereklidir demeyiz. Fakat her kim yaparsa iyidir, güzeldir. Her kim de yapmazsa ona bir vebal yoktur. Bunu yapmak sünnettir. Çünkü Bezzi İmam Şafiî'den şöyle nakletmiştir: Bana dedi ki: Tekbiri terk edersen Resulullah (s.a.v)'ın sünnetlerinden birini terketmiş olursun. İbnü Abbas da Übey'den şöyle rivayet etmiştir: Peygamber (s.a.v.) sûresini okuduğunda, Fatiha'yı da a kadar okudu. "Siracü'l-Kâri"de de böyle yazılıdır. Nisaburi'nin de açıkladığı gibi tekbirin lafzında bazıları yalnız "Allahü Ekber" ile yetinir. Diğerleri kelime-i tevhid ile beraber der. "Elhamdülillah" diyerek hamd getirmeyi ilave edenler de vardır.
Vahyin kesilmesi tehlikesi gibi bir keder sırasında bir kuşluk vakti güneşi parıltısıyla gelen ve hüzün gecesini sessizliğe kavuşturarak Rabb'inin yardımının devamı ile sonun önden daha hayırlı olduğunu ve ilerdeki lütfun büyüklüğü ile hoşnutluk gayesine erileceğini müjdeleyen ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in hayatının evveliyle sonunu karşılaştırarak, netice itibarıyla yetime şefkat, maddî ve manevî muhtaçlara merhamet hislerini uyandırarak sahip olunan nimeti anlatma emriyle son bulan bu mübarek sûrenin sonunda tam bir iman ve iç rahatlığı ile sahip olduğu nimeti söylemeye acele ederek "Allahu Ekber" diye bir tekbir almanın ne güzel bir emre uyuş, ne hoş bir gönül huzuru ilanı, ne büyük bir şükran duygusu ifade ettiğini ve bu şükran duygusunun sona kadar yenilene yenilene devam etmesi de nasıl arzuya şayan bulunduğunu hissetmemek mümkün değildir. Fakat bu tekbirin bu sûreler sonunda Kur'ân'dan bir parça olduğu zannı verilmemek ve farz olarak değil de o zevk ve mânâyı duyanların duygularına bırakılmış bulunduğu anlatılmak için kırâetlerde tevatür ile nakledilmemiş ve terkedilmesi caiz olmak üzere Resulullah (s.a.v.)'ın fiili ve bir yoldan da emri olmak üzere hususi olarak rivayet edilmiştir. Neticede bu mendub ve müstehab olarak âdet halinde uygulanır olmuştur. Bugünkü uygulama da böyledir. Çoğunlukla "Allahü Ekber" denilir. Çok vakit de "Allahü Ekber. Lâilâhe illallahu vallahu ekber ve lillahi'l hamd" denilir. Konuyla ilgili geniş bilgi için Cezeri'nin "Neşr-i Kebir"ine bakılmalıdır.
Şimdi hüzünleri dağıtan bu ferah ve gönül rahatlığı üzerine artık dünyada hiçbir zorluk ve zahmet kalmadı zanniyle tembelliğe düşülmemek, ancak her zorluğun yanında kolaylıklar bulunduğunu bilerek sahip olduğu nimeti anlatmak için daha çok çalışmak, hem yalnız nimeti görmekle kalmayıp o nimeti verenin zatına bakmak ve bütün rağbetini ona yönelterek ona doğru gitmek için çalışmanın gereği anlatılmak üzere de bu sûreyi aşağıdaki gibi İnşirah Sûresi izlemiştir.
.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|