Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Tekasür Suresi Açıklamalı Tefsiri
Tekil Mesaj gösterimi
  #3  
Alt 02.07.18, 11:50
Havasokulu Havasokulu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,906
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

5-6. "Hayır öyle değil." Önceki yasaklamaları bir daha te'kiddir. Râzî der ki: "Bu iadenin güzel oluşu, çünkü her yerde 'ya diğer yerlerindekinden başka bir şey takip ettirmiştir. Bu şöyle demek gibidir: Yapmayın azabı hak etmiş olacaksınız, yapmayın daha diğer zararlara giriftar olacaksınız. Bu gibi tekrarlar ise belagatçılar katında çirkin değil, güzeldir, faydalıdır. Fakat Hasen'den rivayet edildiği üzere bu üçüncü 'nın "hakikaten, gerçekten" mânâsına olması da yakışır, yani doğrusu . Yakîn (kesin bilgi) ile bilesiniz. Dilimizde Arapça'dan olan "yakîn" ile sırf Türkçe olan "yakın" kelimelerini birbirine karıştırmamak gerekir. Türkçe "yakın", Arapça "karib" demek olduğu malumdur. Bununla beraber Arapça olan "yakîn" de dilimize öyle mal olmuştur ki, çokları Türkçe "yakın"ı bile Arapçası gibi yazarlar. Bu kelimenin ilim ve edebiyat ıstılahımızda kıymeti çok büyüktür. Bütün ilim ve fende aranan gaye bu yakîne ermektir. Onun için "ilme'l-yakîn", "ayne'l-yakîn", "hakka'l-yakîn" deyimleri de birer klişe olmuştur. Yukarılarda da geçtiği üzere "yakîn" aslında şeksiz ve tereddütsüz ilim mânâsına "yakn" gibi masdar veya mübalağalı ism-i fail olup ilmin sıfatından olarak bilinmektedir. "Müteyakkan" (şeksiz şüphesiz bilinen) mânâsına malumun sıfatı olarak da kullanılır. Özellikle "ölüm"ün de ismi olmuştur. Rağıb der ki: İlmin sıfatı olan yakîn, anlayışın sebatıyle nefsin sükunudur. Marifetin, dirayetin ve benzerlerinin üstündedir. İlm-i yakîn (kesin bilgi) denilir, marifet-i yakîn denilmez. Seyyid'in beyanına göre de sözlükte yakin, şek ve şüphe olmayan ilimdir. İstılahta, "o şey öyledir diye öyle inanmaktır ki, başka türlü olması mümkün değil, inancı ile beraber olaya uygun ve yok olması mümkün olmayan bir inanç ola. (Bu tarifin, ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn mertebelerinin açıklaması hakkında Bakara Sûresi'nde "Onlar ahirete de kesinlikle inanırlar." (Bakara, 2/4) ve Vâkıa Sûresi'nde "İşte kesin gerçek budur." (Vâkıa, 56/95) âyetlerinde söz geçmişti. Oraya bkz.). Burada şunu söyleyelim ki, bu âyette mef'ul-i mutlak "kesin bilgi" tamlamasında yakînın üç mânâsına göre üç ihtimal vardır:

Birincisi: Yakîn ilmin sıfatı olmak mânâsıyla mevsufun sıfata veya âmmın hassa izafeti kabilinden olmasıdır ki, yakîn ilim, yakîn denilen sağlam biliş demektir.

İkincisi: İlmin malumuna izafeti kabilinden olmasıdır ki, emr-i müteyakkane yani şeksiz malumunuz bulunan şeyleri bilirsiniz gibi demektir. Tefsircilerin pekçoğu bu mânâyı söylemişlerdir.

Üçüncüsü: "el-Yakîn", mevt (ölüm) mânâsına olarak ölümü bilmek, ölümü biliş, yahut ölüm ilmi, ölüm bilgisi ile ilerisini bilseniz, demek olur. Bazı tefsirciler de burada bu mânâyı vermişlerdir.

İnsanların ölümü bilişleri üç mertebededir:

Birincisi: Her aklı olan, benzerlerinin ölümünden inceleme ve kıyas yoluyla delil getirerek kendinin öleceğini de şüphesiz bilir ki bu ilme'l-yakîndir.

İkincisi: Ölüme çok yaklaştığında melekleri açıkça görmesiyle ölümü bilir ki bu da ayne'l-yakîndir.

Üçüncüsü: Tam öldüğü andaki biliştir ki, o da hakka'l-yakîndir. Önce ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn malumu olan yakîn o zaman kendisi olarak tahakkuk etmiştir. İlme'l-yakîn, bu üç mertebeye âmm olarak da kullanılır. Bu mânâlarla ilm-i yakîn ve ilm-i mevt (ölüm bilgisi) deyimi, mesela matematik ilmi, tıp ilmi, hayat ilmi, ruh ilmi (psikoloji), din ilmi, felsefe ilmi deyimleri kabilinden olarak

mânâ: Yakın bilgisini, ölüm bilgisini hakkıyla bilseniz de o ilim ile ilerisini, sonuçtaki cezayı bilseniz! demek olur. Sonra, bütün tefsirciler burada in cevabının hazfedilmiş olduğunda ittifak etmiş görünüyorlar. Ancak takdirinde bir-iki vecih söylemişlerdir:

1- Eğer ilerisini şüphesiz ilimle bilseniz öyle yapmazdınız, mal çokluğu ile öğünme sizi oyalamazdı, diye, öneri ile tayindir.

2- Zihinler mümkün olabilen her şekli düşünsün diye kapalı bir şekilde korkutmayı en yüksek derecede büyütmek üzere haziftir ki, eğer ilerisini şeksiz ilimle bilseniz neler neler yapardınız, yani öyle çalışır, öyle işler yapardınız ki, şimdi onun içeriği tarif ve tavsife sığmaz. Fakat biliyorsunuz, bilgisizlik ve gurur ile yanlış gidiyorsunuz, çokla öğünmek ve gururlanmakla vakit geçiriyorsunuz, demek olur. Tahkik ehlinin tercihleri de bu ikinci vecihtir.

Birçok kimseler ilim denilince, ilmin lafını etmek, onunla düşük ve fani maksatlar elde etmek zanneder. Lafıyla öğünmek ve çokla gururlanmayı, ilmi ve ilmin adını düşük maksatlar için kullanmayı hüner sayar. Halbuki düşünülürse, tefsircilerin hatırlattıkları vechile, bu âyette âlimlere çok büyük tehdit vardır. Zira bu âyet gösterir ki, çokla öğünmenin sonundaki âfet ve felakete kesin ilim hasıl olsaydı çokla öğünme ve gururlanmadan vazgeçerlerdi. Bu ise suçu gerektirir: Demek ki, çokla öğünme ve gururlanmayı terketmeyenlerde yakîn (kesinlik) hasıl olmaz. O halde ilmin gerçeğini sezmeyerek kötüye kullanan, bildiklerine imanı olmayan, bilgisiyle ilme yaraşır amelde bulunmayan, onunla beraber bilgin adını taşımak isteyenlerin vay haline, vay haline. İlmin şartlarından birisi ve hatta en birincisi güzel amellerin en şiddetli uyarıcılarından olmasıdır. O, amel zamanında önünde bulunursa rehber, teşvikçi, öğütçü olur. Amel vakti geçtikten sonra olursa, o vakit de hasret ve nedamet olur. Bu hasret şöyle bir misal ile temsil edilir: Bir yolcu kâfilesi karanlık bir yerden geçmişler. Geçerken ayaklarına ilişen birtakım taşlardan zahmet çekmişler. Bir çokları sadece o zahmetten bir an önce sıyrılıp çıkmayı düşünerek geçip gitmişler, bazıları da o karanlıkta onlardan biraz alıp ceplerine, torbalarına koymuşlar. Sonra karanlıktan çıktıkları vakit bakmışlar ki o taşlar cevahir (kıymetli taşlar) imiş. O zaman her iki kısım da hasret ve nedametle ah çekmiş. Almış olanlar, "ah niye daha çok almadık" diye gam yemişler. Almayanlar da: "ah niye biz hiç almadık" diye çırpınıp dövünmüşler. İşte kıyamet günü kıyamet ehlinin hali bunun gibi olacaktır. Çalışanlar, "niye daha iyi çalışmadık" diye; çalışmayanlar da, "niye biz çalışmadık" diye üzüleceklerdir. Onun için gençler, hayat ve memat (ölüm) için karanlıkları aydınlatacak olan yakîn ilmine (kesin ilme) çalışmalı, ilmi olanlar da güçleri yetebildiği kadar bilgilerini ahirette işlerine yarayacak, tartılarında ağır basacak güzel ameller yapmak için tatbik ve icraya çalışmalı, dünya zevki geçirmeye, dünyada kalacak servetler toplamaya uğraşmamalı, kazançlarını hak ve hayır uğrunda sarfetmelidirler. Zira bu dünya eğlenecek yer değildir, istikbal geçidi, sırat çok tehlikelidir. Buyuruluyor ki:

Vallahi o cehennemi muhakkak göreceksiniz. O cehennem, önceki sûredeki "haviye" (çukur), nâr-ı hamiye denirken kızgın ateştir. Bununla o tefsir edilmiş, cehennem ateşi demek olduğu da anlatılmıştır. İlk bakışta bu âyet yukarıki in cevabı ve lâm-ı ibtidaiye (başlama lâmı) sanılır. Fakat öyle değildir. Demin açıklandığı üzere in cevabı hazfedilmiş, bu "lâm", kasem (yemin) için olarak, cümle, hazfedilmiş cevabın sebebi olmak üzere baştan tehdittir. Bunun doğrudan doğruya e cevap olmamasının sebebini tefsirciler şöyle izah etmişlerdir. Zira " edatı bir şeyin imkânsız oluşu sebebiyle diğer bir şeyin de imkânsızlığını ifade içindir." Yani asıl vaz'ı şartının vuku bulmamasından dolayı cevabının vuku bulmadığını ifade içindir. Şu halde bu cümle ona cevap olsaydı, mânâ: kesin ilim (ilm-i yakîn) bulunmadığından dolayı o cehennemin görülemediğini anlatmaktan ibaret olurdu. Durum bu ise sözün cereyanından ve bundan sonraki âyetlerin devamından anlaşılıyor ki maksat, o cehennemin, şimdi niçin görülmediğini beyan değil, ilerde muhakkak olarak görüleceğini beyan etmekle korkutmadır. Bu ise bunun e cevap değil, başlı başına ibtida-i kelâm (kelâm başlangıcı) olduğuna karinedir. Bu şekilde de lâmın kasem için olması açıktır. Gerçi bunu e cevap yaparak ve görmeyi ilim mânâsına, kalp görmesine yorarak, dolayısıyla o korkutma ve tehdit mânâsını anlamak da mümkündür. "Eğer kat'i ilimle bilesiniz, elbette o cehennemi görecektiniz, yani göreceğinizi muhakkak bilecek anlayacaktınız, fakat bilmiyorsunuz. Onun için şimdi görmüyor, anlamıyorsunuz. Ama ilerde göreceğiniz muhakkak" demek olabilir. Fakat bu daha dolambaçlı, daha uzun bir yoruma ve takdir olur. Öbürü ise daha sade ve daha açıktır.

7. Sonra yemin olsun ki cehennemi yakin gözüyle göreceksiniz. Bu "ayne'l-yakîn" (yakîn gözü) tamlamasındaki "ayn"da iki vecih vardır. Birisi: "Ayn", göz mânâsına olmasıdır. Yakîn gözüyle, açıkça, önünüzde göreceksiniz, demek olur. Rü'yet (görmek)den zahir olan budur. Bu şekilde önceki görmek (rü'yet) tehdit, ikinci rü'yet mahşerde, sıratta görme demektir. Diğeri de "ayn", zat mânâsına olmaktır ki yakînin zatından, kendisinden ibaret olan bir görüşle göreceksiniz, demek olur. Tefsircilerin çoğu burada mânâ bu olduğunu söylemişlerdir. Bu ise hakka'l-yakîn mânâsının aynı demektir. Bunda bilen, biliş, bilinen, gören, görüş ve görünen hep aynı şey olarak birleşmiş olur. Böyle biliş ve görüş de Allah korusun ancak o cehenneme girmekle olur. Onun için buna göre de demişlerdir ki, önceki rivayet (görüş), ortaya çıkış esnasında, sonraki görüş girme esnasındadır.

8. Sonra vallahi o gün o nimetlerden muhakkak sorulacaksınız.

Naîm , kendisiyle tad alınan her türlü nimeti içerir. Hayat, sıhhat ve afiyet ve hatta içilen bir yudum tatlı, soğuk su da bunda dahildir. Sözün gelişine göre hitap, malla öğünme kendilerini oyun ile oyalamış olanlara; o nimetlerden maksad da öyle oyun ve gafletle tadılarak ve nimetlenerek dinden veya dinin görevleri ve sorumluluklarından alıkoyan nimetler olmak açık görünür. Bu şekilde sorudan, sorgudan maksat da, o gün elden gidecek olan o nimetleri başa kakmak, onların acılarını, azaplarını çektirmektir. Onun için "Keşşâf"ta der ki: "İnsanın sorumlu olacağı ve cezalandırılacağı nimetler nedir? Çünkü hiçbir nimeti olmayan kimse yoktur, dersen, derim ki: O bütün himmeti lezzetlerini elde etmeye sarfedilmiş olan, ancak hoş yemek ve yumuşak giyinmek, vakitlerini eğlence ve oyunla geçirmek için yaşayan; ilim ve amele, layık oldukları önemi vermeyen; nefsine onların zorluklarını yüklemek istemeyen kimselerin nimetleridir. Fakat Allah Teâlâ'nın sırf kulları için yarattığı nimeti ve rızıkları ile faydalanıp, onlarla ilim tahsiline ve gereğince güzel ameller yapmaya çalışmak için kuvvet alan ve şükrünü yerine getirmeye çalışan kimseler ondan hariçtir. Resul-i Ekrem (s.a.v.) hazretleri rivayet olunduğu üzere ashabıyla bir hurma yiyip, üzerine su içtiklerinde "Bizi doyuran, suya kandıran ve müslümanlar olarak yaratan Allah'a hamdolsun." diye hamdederek buna işaret buyurmuştur.

Bunda dinden büsbütün gaflet eden kâfirler dahil olduğu gibi, dinî yükümlülüklerden gaflet eden fasık müminler de dahil olur. Yani bunlar, hep o nimetlerden sorumlu olacaklardır. Şükrünü bilen salih müminler değil. Beydâvî bunu şöyle özetlemiştir: "Naim (nimetler), yani o sizi oyalayan nimetler demektir. Hitap, dünyası dininden alıkoyan her kimseye, naim de onu işgal edene mahsustur. Çünkü karine ve "De ki: 'Allah'ın kulları için var ettiği zineti ve temiz rızıkları kim haram etti?" (A'râf, 7/32) gibi birçok nasslar ona delalet eder. Bununla beraber ikisi de geneldir. "Herkes şükründen sorumlu olacaktır." da denilmiş; "Âyet, kâfirlere mahsustur." da denilmiştir. Hakikatte Hasen, Mükatil ve İbnü Abbas'dan rivayet edilerek bazı tefsirciler bu sûredeki hitapların kâfirlere, bundan dolayı bu âyetteki sorunun da cezalandırma sorusu olarak onlara mahsus olduğuna kani olmuşlardır. "Biz hiç, bir nankörden başkasını cezalandırır mıyız?" (Sebe', 34/17) buyurulmuş olmasıyla da delil getirmişlerdir. Fakat bundan maksad nimeti inkâr etme olduğuna göre önceki mânâya eşit olur. Diğer bir kısım tefsirciler de sûrenin sonundaki bu hitabın gerek kâfir, gerek mümin, gerek fasık, gerek salih bütün insanlara ait bir hitap, naimin de her nimeti içeren nimetler cinsi olduğunu söylemişlerdir. Bu şekilde sorudan maksat, yalnız başa kakmak için azarlama ve ceza sorgusu demek olmayıp, inkâr veya şükrü ortaya çıkaran ve ona göre ya ceza veya mükafat ile neticelenecek olan soru demek olur. Buna bir hayli haberlerle delil getirmişlerdir. Bu cümleden olarak: Tirmizî'nin Abdullah b. Zübeyr'den, babasından rivayet ettiği üzere âyeti nazil olduğu zaman Zübeyr b. Avvam (r.a.): Ey Allah'ın Resulü! Biz hangi nimetlerden sorgulanacağız? "O iki karadan ibaret: Hurma ve su!" demişti. Resulullah: "Haberiniz olsun ki o olacak." buyurdu. Ebu Hüreyre'den rivayette: "İnsanlar ey Allah'ın Resulü, biz hangi nimetlerden sorgulanacağız? Onlar iki siyahtan ibaret düşman hazır, kılıçlarımız boyunlarımızda, demişlerdi. Resulullah: "Muhakkak bu olacaktır" buyurdu. Tirmizî öncekine hasen ve ikinciden çok sahih, demiştir. Yine Ebu Hureyre'den: Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: Kıyamet günü ilk önce sorulacak (yani kula nimetlerden sorulacak ilk soru) ona: Biz senin cismine sıhhat vermedik mi? Ve seni soğuk suya kandırmadık mı? denilmektedir. Tirmizî buna, "garib" demiştir. Hz. Ömer'den rivayet olunmuştur: Hangi naimden sorulacağız ey Allah'ın Resulü? Halbuki memleketimizden ve mallarımızdan çıkarıldık." demişti. Resulullah da, sizleri sıcaktan ve soğuktan koruyan meskenlerin, ağaçların, çadırların gölgeleri ve sıcak günde soğuk su, buyurmuştur. "Kendi yurdunda emniyette, bedeni afiyette, gününün azığı yanında olan kimse sanki dünya tamamiyle ona tahsis edilmiş, onun olmuş gibidir." hadisi de ona yakındır.

Bir de Resulullah zamanında bir genç müslüman olmuştu. Resulullah ona Sûresini öğretmişti. Sonra da onu bir kadınla evlendirmişti. Kadının yanına girip de büyük bir cehiz ve birçok nimet görünce, "ben bunları istemem" diyerek çıktı gitti. Peygamberimiz sebebini sorunca: "Sen bana "Sonra o gün nimetlerden muhakkak sorulacaksınız." diye öğretmedin mi? Ben onların cevabını vermeye güç yetiremem." dedi, diye rivayet edilmiştir. Ve Enes'den rivayet edilmiştir ki: Bu âyet nazil olduğu zaman bir muhtaç kalkmış, "Benim üzerimde nimetten birşey var mı?" demişti. Resulullah "gölge, iki nalın, soğuk su" buyurdu.

Bu hususta rivayet edilen haberlerin en yaygını, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî, İbnü Mâce ve daha diğerlerinin Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri şu hadistir: Bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.) dışarı çıkmıştı. Ebu Bekir, Ömer (r. anhüma)'e rastladı. "Bu saatte sizi evlerinizden çıkaran nedir?" buyurdu. "Açlık ey Allah'ın Resulü." dediler. "Nefsim yed-i kudretinde olan yüksek zata yemin ederim ki, beni de sizi çıkaran çıkardı. Öyle ise "kalkın" buyurdu. O'nun emrinde kalktılar, Ensar'dan bir zatın evine gittiler. Vardılar ki o, evinde yok, hanım: "Buyurun, merhaba" dedi, Peygamber (s.a.v): "Filan nerdedir?" buyurdu. "Bize iyi su almaya gitti." dedi. Derken Ensarî geldi, Peygamber'i ve iki arkadaşını görünce: "Allah'a hamdolsun, bugün benden daha kerim (şerefli) misafirli kimse yok." dedi, hemen gitti, bir hurma dalı getirdi, koruğu da hurması da vardı. "Bundan buyuradurun." dedi ve kendisi bıçağı aldı, "Resulullah, sağılır sakın kesme!" buyurdu. O hemen onlar için bir koyun kesti, o koyundan ve o hurmadan yediler ve su içtiler. Ne zaman ki doydular ve kandılar, Resulullah (s.a.v.) Ebu Bekir ve Ömer'e buyurdu ki: "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki kıyamet günü bu nimetten sorulacaksınız".

İbnü Hibban'ın ve İbnü Merduye'nin İbnü Abbas'dan rivayetlerinde de:

Nebi (s.a.v.) ve iki arkadaşı Ebu Eyyüb el-Ensarî hazretlerinin evine gittiler, hanım: "Merhaba Allah'ın Nebisi (s.a.v.) ve yanındakiler!" dedi. Derken Ebu Eyyüb geldi bir hurma salkımı kesti, Hz. Peygamber: "Bunu bizim için niye kestin meyvesinden toplasaydın ya!" buyurdu. "Ey Allah'ın Resulü hem kuru hurmasından, hem tam olgunlaşmayanından, hem olgun tazesinden yemenizi arzu ettim." dedi. Sonra bir oğlak kesti, yarısını kebap etti, yarısını pişirdi, Peygamber'in huzuruna getirip koyduğu zaman oğlaktan biraz aldı, onu bir yufkaya koydu da: "Ey Eba Eyyüb! Bunu Fatıma'ya yetiştir, zira günlerden beri o böylesini tatmadı." buyurdu. Ebu Eyyüb de onu Fatıma (r.anha)'ya yetiştirdi. Ne zaman ki yediler ve doydular, Nebi (s.a.v.): "Ekmek, et, hurma, henüz olgunlaşmamış hurma, olgun taze hurma." buyurdu ve mübarek gözleri yaşardı, "nefsim kudret elinde olan yüce Allah'a yemin ederim ki işte bu sorulacağınız nimetlerdir, Allah Teâlâ "Sonra o gün nimetlerden muhakkak sorulacaksınız." buyurdu, bu işte o kıyamet günü sorgulanacağınız nimetlerdir." dedi. Bu, ashabına ağır geldi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: "Böylesine rastlayıp da el sürdüğünüz zaman "Allah'ın adıyla" deyin; doyduğunuz zaman da: "Hamdolsun Allah'a ki bizi doyurdu, nimetler verdi ve lütfuyla ihsan buyurdu." deyiniz, çünkü bu ona yeterlidir".

Daha bunlar gibi hadislerden dolayı bu sorunun mümin ve kâfire genel olduğunu söylemişlerse de, bu son hadis Keşşaf'ın da seçmiş olduğu üzere şükredenlerin bu sorudan kurtulacaklarına delalet etmektedir. Fakat İmam Râzî "Tefsir-i Kebir"inde demiştir ki: Doğru olan, soru nimetlerin, gerek lüzumlu olanlar ve gerek olmayanlar, hepsinden mümine ve kâfire genel olmasıdır. Çünkü Allah Teâlâ'nın lütfettiği şeylerin hepsi onun isyanına değil, itaatine sarfedilmek vaciptir. O halde soru da hepsinden vaki olur. Bunu, rivayet olunan şu nebevi hadis de tekit eder: "Kıyamet gününde dört şeyden sorgulanmadıkça, kulun ayakları kımıldamaz: Ömründen; onu ne ile yoketti. Gençliğinden; onu nerede çürüttü. Malından; onu nereden kazandı ve nereye sarfetti. İlminden; onunla ne yaptı." Zira Peygamber (s.a.v.)'in bu zikrettiklerinde her nimet dahil olur. Bununla beraber Râzî şunu da hatırlatmıştır: Fakat kâfire olan soru, azarlama sorusudur, çünkü o şükrü terketmiştir. Mümine olan soru, şereflendirme sorusudur, çünkü şükür ve itaat etmiştir.

Bunun özeti, burada sorumluluğun mânâsı, her nimetin kötü kullanılmasına; yerine sarfedilip edilmediğine göre sevap ve ceza gerektirmesi mânâsına, borçlanmanın hükmü olan sorumluluk demek olur. Bu sorumluluk ise gerek kâfir, gerek mümin her mükellef için şüphesizdir. Görevini yerine getirmeyip nimeti kötüye kullanan ceza için sorumlu, görevini güzel yapanlar da ecir ve sevap ile ödüllendirilmek için sorumludur. Hiçbiri ihmal edilecek değildir. Ve şüphe yok ki, nimet ne kadar çok olursa, görevi de o oranda çok ve zor, sorumluluğu da o oranda büyük ve ağır olur. Onun için burada çokla öğünmenin oyalaması bahis konusu olmuştur. Onun için Resulullah ve ashabı geçimlerinde ümmetin en fakirleriyle düşüp kalkarak çokla öğünmekten son derece çekindirmişlerdir. Yukarılarda da bilindiği üzere Hz. Peygamber ve Hz. Ebu Bekir zarurî fakirlik ile fakir değillerdi. Zikredilen o açlık halleri bütün ellerindekini Allah için ümmetin ihtiyaçlarına sarfetmekten haz duydukları isteğe bağlı fakirlik ile kerem ve sabır halleri idi. İsra Sûresi'ndeki "Sakın eli boynuna kelepçelenmiş gibi cimri olma. İsrafa dalarak da elini tamamen açma, sonra kınanır açıkta kalırsın." (İsrâ, 17/29) âyeti de bu gibi sebeplerle iktisadı tavsiye ederek nazil olmuştu. Şu halde görevli olmanın bir gereği demek olan sorumluluk, yalnız kâfirlere mahsus olamaz, elbette müminlere de şamildir. Bununla beraber Râzî'nin pek mutlak olan genellemesinde de birkaç noktada problem vardır:

Birinci olarak: "Kim mecbur kalırsa (başkasına) saldırmadan ve sınırı aşmadan (haram kılınanlardan) yemesinde bir günah yoktur." (Bakara, 2/173) âyeti gereğince zaruret hallerinde günah kaldırılmış olduğundan dolayı zaruret ölçüsünde sorumluluk kalkıyor demektir. Şu halde zaruret derecesi soru ve hesaptan istisna veya tahsis edilmek gerekir. Nitekim "Zevaid-i Zühd"de Abdullah b. İmam Ahmed'in ve Deylemî'nin Hasen'den naklettikleri şu hadis de buna delalet eder. Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: Demiş: "Üç şey, kul onlarla sorgulanmaz: Gölgeleneceği bir çatı gölgesi ve belini kuvvetlendireceği bir ekmek kırığı ve avret yerlerini örteceği bir elbise". Bu şekilde Râzî'nin nimeti mutlak kabul etmesi üzere "malabudde minhu"den genellemesi cay-ı nazardır.

İkinci olarak: Asıl korkulacak mesele azarlama ve ceza sorusudur. Bunu ise Râzî, kâfirlere tahsis etmiş olmakla genelleştirmiş değil, "hitap, kâfirleredir" diyenlere iştirak etmiş oluyor:

Üçüncü olarak: Azarlamanın sebebini açıklarken şükrü terketmenin ve şeref vermenin sebebini şükür ve itaat ile talil ediyor, halbuki şükür ve itaat eden kamil mümindir. Fasık, mümin olmakla beraber itaatsizlik etmiş, eğlence ve çokla öğünmeye kapılmıştır. O hade azarlama sorusu da yalnız kâfirlere mahsus olmayıp fasıkları, asileri de içine alması gerekir. Görevli olmanın gereği sorumluluk da bunu gerektirir. Şu halde meseleyi "Keşşaf"ın izah ve "Beydâ-vî"nin özetlediği üzere bu âyette azarlama sorusu ve ceza sorusuna, hitabı gerek kâfir, gerek mümin çokla öğünme kendilerini alıkoyanlara, genellemeyi de -ahd lam'ı ile- alıkoyan nimetlere tahsis ederek anlamak en doğru tefsirdir. Nitekim bundan sonraki Asr Sûresi'ndeki "Ancak iman eden ve güzel amel işleyenler... müstesna." (Asr, 103/3) istisnasıyla bu mânâ tamamen beyan edilmiş ve açıklanmıştır.

.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147