Havas ilmi hakkında artık aklınızda soru işareti kalmayacak
HAVAS
İrfan sahibi olarak mârifete ermeyi amaçlamış, gayesi ve hedefi Hakk olmuş, bu yolda çalışmalar yapan kişiler
Nur perdeleri ardında kalanlar
“HAVAS’I YARATTIM… NURUMA DAYANAMADILAR…NUR PERDELERİNİ KOYDUM!”
Havâs, irfan sahibi olarak mârifete ermeyi amaçlamış, gayesi ve hedefi Hakk olmuş, bu yolda çalışmalar yapan kişilerdir. Bunlar da Nur perdeleri ardında kalmışlardır!
"-Yâ Gavs! Avâmı halkettim, nûruma dayanamadılar, araya zulmet perdesini koydum. Havâs’ı yarattım, nuruma dayanamadılar, nur perdelerini koydum."
Bu bölümde üzerinde durulması gerekli olan iki husus var ki, onları çok iyi anlamak gerekmektedir;
Zulmet perdeleri ve Nur perdeleri.
Önce "perde" kelimesindeki mânâyı çok iyi anlamalıyız. Tamamiyle beş duyuya tâbî, gördüğüne göre hüküm veren, düşünce fonksiyonu çok zayıf yapıların kabul edebileceği cinsten bir maddî perdeden sözedilmiyor burada elbette ki!
Peki öyle ise "perde"den murad nedir?..
"Perde", perdeleme işlevini gören nesnedir. Yâni bir şeyin görülmesine engel olmak için konulan herhangi bir tür örtü!
Madde olan bir şeyin örtüsü, perdesi de elbette ki maddîdir. Ancak o şey maddî değilse, perdesi de elbette ki maddî bir şey olmaz.
Öyle ise Allah'ın perdeleri nelerdir?
Öncelikle şunu çok iyi anlamalıyız. “Allah'ın perdeleri”, dendiği zaman bilinmelidir ki, bu perdeler Allah'ın üzerinde değil, bizim basîretimizde mevcuttur. Yani, bu perdeler âfâkî (dışta) değil, enfüsîdir!
Bizim anlayışımızı, kavrayışımızı, idrâkımızı, tefekkür kâbiliyetimizi kısıtlayan şeylerdir, bu perdeler. Asla bunların ötesinde bir perde düşünülmemelidir.
İşte bu perdeler esas olarak ikiye ayrılır:
1-Zulmet perdeleri
2- Nur perdeleri
İşte beş duyunun verdiği madde kabulünü bir yana bırakıp, boyutsal idrâklara yönelirsek; zulmet perdeleri yavaş yavaş basiretimizden kalkmaya başlar.
"Allah’ım, bana eşyanın hakikatını göster."
Şeklindeki Rasûlullah Aleyhisselâm’ın ettiği dua, hakikatta bize bir gerçeği vurgulamak gayesine mâtûftur.
“Eşyanın hakikatı”, görüp bildiğim her şeyin hakikatı demektir ki; bu da en dar görüşlü insanın bile anlayacağı şekilde, görülenin ardındaki gerçek, demektir!
Nedir eşyanın ardındaki hakikat?.. Ki, biz ondan perdeliyiz..?
Eşyayı, zulmet perdeleri dolayısıyla görmekteyiz!
Zulmet perdelerinden kurtulunca, eşyanın ardındaki hakikatı görürüz ki, o da, Allah isimlerinin mânâlarıdır. Ki aynı zamanda işte bunlar da Nur perdeleridir!
Eşya, yani ef'âl âleminde bulunan her şey, Allah'ın esmâ-ül hüsnası diye bildiğimiz, özetle doksandokuz isminin mânâlarının terkiplerinden ibarettir. O mânâlar, terkipler şeklinde algıladığımız veya algılayamadığımız şeyleri meydana getirir! Burayı iyi anlamak lâzımdır, çünkü çok önemli bir anahtardır bu husus. Ki ancak bu anahtar ile eşyanın hakikatı kavranabilir.
Allah'ın ZÂT'ının perdesi ise “esmâsı”dır!
Akla gelen veya gelmeyen, insanın bildiği veya bilmediği her şey, esmâ terkiplerinden meydana gelmiştir!
Esmâ (Allah'ın isimleri), her şeyin aslı ve özüdür ki aynı zaman da yüce Zât'ın da perdesidir!
Nurdan perdeler diye işaret edilen de Allah'ın bu esmâsıdır!
Pek çok velî, esmâ mertebesinde eşyanın hakikati olan isimlerin mânâları ile karşı karşıya kalınca mutlak hakikatı bulduklarını sanmış ve bununla yetinerek, Zât'ı ilâhî’yi Ehadiyyetiyle bilememişlerdir.
İsmâil Hakkı Bursevî merhum ki Gavs-ı zaman olarak bilinir Ruh-ül Beyân isimli çok değerli Kur'ân-ı Kerîm tefsirini yazan zâttır "Lüb-ül Lübb" şerhinde şu hadîs-i şerîfi nakleder:
"Cennetlik kimseler makamlarına kavuştuklarında, Hak Teâlâ AZÂMET ve KİBRİYÂsını gizleyen PERDEYİ aralar ve;“ Ben sizin yüceler yücesi Rabbınızım” buyurur.
Hak’kın bu tecellîsi onların garibine gider ve inkâr ederler...
Hâşâ ki sen bize Rab olasın, diyerek feryada başlarlar.
O anda tecellî üç defa değişir; her defasında onlar yine inkâr ederler.
Sonra Hak onlara;
-Rabbınıza dair aranızda bir işaret var mı?.. diye hitâb eder.
-Evet, var! cevabını hep bir ağızdan verirler.
Artık bundan sonradır ki, herkese, ZANNI, İTİKADI ve ANLAYIŞ KÂBİLİYETİ nisbetinde tecellî olur.
Bu tecellî sonunda;
- Sen yüceler yücesi Rabbımızsın! deyip kabul ederler."
Bu müşâhede için şu hadîs-i şerîf vardır:
"Siz rabbinizi mehtaba bakar gibi seyre dalacaksınız!"
Hâl böyle olmasına rağmen, EHLİ İRFAN, HAK Teâlâ’yı İLK TECELLİDE tasdik ederler."
İsmâil Hakkı merhumdan naklimiz bu kadar.
Yukarıdaki hadîs-i şerîfi bir kere daha çok dikkatli bir biçimde okursak görürüz ki, Allah'ın "AZİM" isminin işaret ettiği "Azâmet"i ve de "Kibriyâsı" Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm’ın işaret buyurduğu üzere, "PERDE" olmaktadır!Yani, Esmâ perdesi. Yani, nur perdesi!
Ki varlık, mevcûdât hep bu isimler ile varolmuştur ve onlar ile yaşamlarına devam ederler. İsimlerin olmadığını düşünürsek, geride kalan yegâne şey "HİÇ" olur!
Zâten "Ahadiyyeti" târif eden en uygun kelime de "HİÇLİK"tir.
HAVAS, TAKDİRİ GÖRMEYE ÇALIŞIR!
Havas, tedbiri terk eder; takdir neyse o olur; diyerek takdir edeni görmeye çalışır!.
HAVAS’IN “GİZLİ ŞİRK” GÖRMESİ VEYA KABULÜ, “ŞİRK”TİR!
"Sonra sordum:
-Hangi fiiller indinde faziletlidir?..
-Benden gayrının kalmayıp, içinde cennet ve cehennemin bulunmadığı, yapanın kaybolduğu!"
"ALLAH HALKETTİ SİZLERİ DE FİİLLERİNİZİ DE!" (37-96)
"ATTIĞIN ZAMAN SEN ATMADIN; ATAN ALLAH'TI! (8-17)
Bu âyeti kerimelerin sırrına erildiği zaman, yukarıda belirtilen, yapanının içinde olmadığı fiiller hâli ortaya çıkar.
Bu sır anlaşılmadığı sürece de kişinin hâli "gizli şirk" olarak ifade edilen "şirki hafî"dir!
"Gizli şirk" nedir?.
Mutlak ilim, irade, kudret ve kuvvet, yaratan Allah olduğu halde; kişinin Allah'tan ayrı varlıkları var kabul edip, "CÜZİ" kelimesi eşliğinde, onlarda bir irade, kudret, kuvvet, yaratıcılık tevehhüm etmesidir.
Bazı okuyucularımız soracaktır, “tevehhüm etmek” ne demektir diye; hemen onu da açıklayalım... Gerçekte öyle bir şey olmadığı halde, çeşitli sebeplerden dolayı o şeyi varmış gibi kabul etmek...
İşte kişinin, Alim, Mürid, Kadir, Muktedir, Mütekellim isimlerinin mânâlarını, birimlerin kendi aslî vasıfları şekilde kabul etmeleri, "cüzi ilim", "cüzi irade", "cüzi kudret", "cüzi kuvvet" var sanmaları "gizli şirk"tir!
Çünkü sonsuz-sınırsız AHAD olan ALLAH "cüzîyet" kavramını kabul etmez..."Cüzîyet" müşâhedesi ise "gizli şirk" hâline yol açar!
Avâmın, cüzîyet görüşü, "gizli şirk"tir...
Havâsın ise "gizli şirki" görüşü veya kabulü, şirktir!
Yâni, "şirk" görmek, "şirk"tir!
Fâil olarak Allah'ı görmediğin anda bu, "gizli şirk" denilen hâldir! Çünkü gerçekte, Fâil TEK'tir, o da Allah'tır!
Öte yandan Havas, ârifler, veliler, Hakk'ı müşâhededen perdelendikleri zaman "şirk" görmüş olurlar...Ve bu görüşleri ile de şirke girmiş olurlar...
"Gizli şirk" kalktığı zaman, o faziletli fiiller meydana gelirki, fiilin fâili içinde olmayıp, fâil Allah olur...
TÖVBESİ->MÂSUMLARIN TÖVBESİ
(İrade-i Cüz görmekten dolayı tövbe)
“Hangi tövbe indinde faziletlidir?..
-Mâsumların tövbesi!”
Bu hususu en iyi açıklığa kavuşturan, Hazreti Rasûlullah’ın hadîs-i şerîfidir.
“Günde yetmiş defa veya yüz defa istiğfar ederim!”
Geçmiş-gelecek günahlarının bağışlanmış olduğu Fetih Sûresi’nin başında kesinlikle vurgulanan Hazreti Rasûlullah’ın tövbesi niyedi ki?..
Tövbe, genel anlamıyla, yapılan bir yanlışın farkedilerek , bundan dolayı pişmanlık duyulmasıdır.
“Nedâmet, tövbedir!” hadîs-i şerîfi de açıklar.
“Avamın tövbesi”, yapılan bir hataya pişman olup, onu bir daha tekrar etmemeye karar vermektir!
Burada dikkat edilmesi zorulu olan husus şudur;
Kişi fiili vehmî benliğine bağlıyor ve “ben bu yanlışı yaptım, bundan da pişmanım” diyor...
Havâsın tövbesinin sebebi ise daha başkadır.
Havâs, vehmî benliğinin oluşturduğu perde ile hakikatten perdelendiği, “Vechullah”ı görmekten mahrum kaldığı için, yanlış yorumlara düşüyor ve birimlerde “İrade-i cüz” görmekten dolayı tövbe ediyor!
Havâs, âdetâ diyor ki;
“Allah’ım!... Vehmim galebe çalıp beni perdeledi ve senin fâili hakiki olduğunu müşâhede edemeyerek, birimde ilim-irade-kudret-kuvvet var zannına kapıldım ve bundan dolayı da “Şirk-i hafî”ye yâni “gizli şirk” e düştüm; ama şimdi perdem inceldi ve seni fâili mutlak olarak yeniden müşâhede ettim..Bir önceki hâlime tövbe ediyorum” şeklinde konuşur. Bu, bir diğer ifade ile “Tövbenin tövbesi” diye de tanımlanabilir.
NAMAZI
(ORTA NAMAZ)
Melekût âleminin, ârifinin namazı ise müşahedelerin etkisinde olarak ikâme edilir.Mânâ boyutunun bu namazında kişi, fâili hakikiyi ve varlıklar üzerinde tasarruf eden, onları her an yaratan ve yok eden, onları heran dilediği şekle sokan Rabbül âlemîni seyreder.
Bu mânâdaki namazda, bir kişi hem beden boyutundaki namazını edâ eder; hem de Hakk'ın fiillerini müşahede halindedir.
Tüm varlıkta tasarruf edenin; hem de her an ve her zerrede tasarruf etmekte olanın Allah olduğunun ayn-el yakîn müşahedesi hâlindedir.Ancak bütün bunlara rağmen de, "fetih" gelmemiş olduğu için, Hakk-el yakîn hasıl olmadığı için; vehim kalkmamış; kendisi olarak Hakk'ı seyretme hali devam etmektedir. Yani, "ikilik" ortadan kalkmamıştır!.Kendisini müşahede eder, şuûri bir birim olarak kendini görmekte devam eder; ancak bununla beraber, kendisi de dahil olmak üzere, mevcûdatta tek bir mutasarrıfın hüküm, irade, kudret ve kuvvetinin geçerli olduğunu da devamlı olarak seyir halindedir. Ki onun bu seyir hâli, melekût âleminin seyri namazı hükmündedir.
Bu namaz hâli içindeki kişi, tüm varlıklardan çıkan fiillerin tamamiyle hikmet olduğunu idrâk ederek, kimseyi ve hiç bir varlığı, yersiz ya da yanlış iş yapmakla itham etmez veya suçlamaz...
Eğer, bu namazda biraz daha kemâl sahibi olursa, varlığın her zerresinde O'nun varlığını müşahede ettiği için; o zerrede, daha doğrusu zerre gördüğü şeyde, O'nun dışında bir şey olmadığını farkederek; artık her sûrette O'nu seyretmeğe başlar.
Ve bu hâl, o kişide AŞK hâlini meydana getirir. Her birime karşı büyük bir sevgiyle dolup taşar.
Ne ak kalmıştır onun gözünde, ne de kara!. Tüm varlığa hizmet, yardım, onun en büyük gayesi olur. "Yetmişiki milleti bir gözle görmeye başlar"; Yûnus Emre'nin dediği gibi!.
Çünkü, onun nazarında yetmişiki millet değil, TEK varlık vardır!.
Ârifin bu namazı "orta namaz"dır!. "Salâtı vusta"dır. Ve bunun hükümlerine göre karşılığına ulaşır!.
Müşahadelerin etkisinde olarak ikâme edilen namazdır!
Mânâ boyutunun bu namazında kişi,faili hakikiyi ve varlıklar üzerinde tasarruf eden,onları her an yaratan ve yok eden,onları dilediği şekle sokan Rabbül alemini seyreder.
Bu mânâdaki namazda kişi,hem beden boyutundaki namazını eda eder; hem de Hakk’ın fiillerini müşahade halindedir.
Melekùt aleminin namazı ; vakitle kaim olmayarak devamlı ikame edilen bir tür “daimi namaz”dır ki, beden boyutuyla madde boyutuyla Vahidiyet âlemi arasında tam orta noktada yani şuurun kendisinin beden ve ruh olmadığını farkettiği ancak TEK’lik noktasında da kendini henüz bulamadığı, bu ikisinin ortasındaki noktada daha doğrusu tam ortada ikâme edilen namazdır.
Şuur, beşer- birim olmadığını farketmiştir; varolanın TEK olduğunu farketmiştir; ancak ne var ki, hâlâ birimsel bir şuur olarak TEK’e yönelik bir halde, ”O”nu seyretme durumundadır.
ORUCU
"Sonra sordum, dedim ki:
-İndinde hangi oruç daha faziletlidir..?
-O oruç ki, onda benden başkası kaybolup, benden gayrı kalmaz!"
Oruçlu kişinin bedeninin orucu vardır ki nasıl olduğu herkes tarafından bilinir. Yemek, içmek, cinsel münasebet gibi fiillere, dedikodu, gıybet, aldatma gibi hâllere düşmekten kişinin kendinin muhafazası gereklidir bu oruçta! Avamın orucudur bu!
Havasın orucu ise, kalbin veya ruhun orucu olarak bilinen oruçtur!
"Kalb" ve "ruh" kelimeleriyle işaret edilen mânâyı iyi bilmek gerektir evveliyetle.
"Ruh", şu anda bildiğimiz madde bedenin yerine, ebediyen kullanılacak olan ikinci bedenimizdir; ki yapısı "halogramik özelliklere sahip dalga" türündendir. Bu bedendeki şuura da "kalb" denilir.
"Kalb gözü" denildiği zaman gaye "şuur" gözüdür. Bedende nasıl bir "şuur" mevcut ise, aynı şekilde ruh bedende de bir şuur mevcuttur ki; işte bu "şuur"dan, bu şuurdaki idrâk özelliğinden "kalb gözü" veya "basîret" isimleriyle bahsedilmiştir!
"Kalb"in yâni "şuur"un orucu nasıl olur?..
"Kalb" yani "şuur"un, beş duyu, şartlanmalar ve bunlara dayalı olarak vehmin kendisine var kabul ettirdiği varlıklardan bilincini arıtması, bu tür kabullerden kesilmesi, onun orucudur.
HAVAS, MEVCUDATTA MUSTAKİL VARLIKLARIN VAROLDUĞUNU DÜŞÜNDÜĞÜ ANDA ORUCUNU BOZMUŞ OLUR!
Bu oruçta, orucu kesintiye düşüren şey; mevcûdâtta müstakil varlıkların varolduğunu düşünmektir! Tevbesi ise, Tek'liğe sığınmaktır!
Falanca şöyle yaptı, filanca böyle yapıyor, fişmekânca böyle yaptı da onun için böyle oldu, keşke böyle yapmasaydı, böyle olmazdı; gibi görüş veya düşüncelere dalındığı anda bu oruç bozulmuş demektir!
Çünkü, Hakikatta, bütün isimlerin ardında tek bir fâili hakiki vardır ki, o da Allah'tır!
HAVAS,
KESRET (ÇOKLUK) MÜŞAHEDESİNDEN KURTULMAK
VE ZÂTA YÖNELMEK ZORUNDADIR!
"-Yâ Gavs! Cisimlerden ve nefsinden çık; sonra kalplerden ve ruhundan çık; sonra hüküm ve emirden çık; ki bana vâsıl olasın!"
Alışılmışın biraz üstünde anlatmaya çalışalım bu cümleyi...
Nedir anlatılmak istenen?.
"Bana vâsıl olasın"!
Peki, "vuslat" denilen hâlin gerçekleşmesi için ne gerek?.
Önce, "cisimlerden ve nefsinden çık!"
Bu cümle ile hitâb edilen kişi avam değil, havastır! Mutmainne mertebesindeki velîdir muhâtab! Râdıye mertebesindeki velîdir muhâtap. Onlara denilmektedir "cisimlerden ve nefsinden çık" diye.
Çünkü bu mertebedeki kişi bilir ki, tüm cisimlerdeki, birimlerdeki "nefs" TEK’tir! Ve o "nefs" aynı zamanda kendinin de "nefs"idir!
Bu sebepten de, cisimler diyerek her şeyden sözedilmesine karşılık, "nefsinden" şeklinde tekil ifade kullanılmaktadır.
Bu mertebedeki bir velî, âlemi kendi cismi; kendini de o âlemin "nefsi" gibi görür. Oysa bu görüş, bir üste göre, kısıtlı ve kayıtlı bir görüştür.Ef'âl müşahedesiyle perdeliliğe yol açar.
Kendini tanımadan asıl gaye, Zâtını tanımaktır...
Zât ise, TEK’tir!
Ya özünüze yönelirsiniz, ya da dışa yani çevrenize…
İşte burada bu gerçek anlatılarak "ÖZ"ün tanınması için yapılması gereken şey anlatılıyor. Dıştan içe yönel!
Evet, yapılacak iş, fizik mânâda kopmak ya da çıkmak değil, daha tafsilâtlı kendini tanıyabilmek için, dışa yönelimi azaltmak. Ve "Nefs"ten çıkmak! "BENLİK"siz kalmaktır!"
"Vâhidiyet" mertebesi "Nefs" ile kâimdir. "FERD"dir "Nefs"!
"Ahadiyyet" ise "Hüviyyet"tir ki, "eniyyet" kabûl etmez...
"Ahadiyyet", "eniyyet" dolayısıyla "vâhidiyyet" mertebesine tenezzül eder ki, "Ferd" ismiyle tanınır.
"Vitriyet" ise kesretin "hükmî" nihâyeti dolayısıyla erişilen Tek'lik mertebesidir. Kesret kavramının kalkışı ile "Vitriyet" hâsıl olur.
"Nefsi kül" kavramı kalkınca "Vitriyet" yaşanır!
İşte yukarıda, çıkılması gerekli olarak işaret edilen "Nefs", “Nefsi Kül”dür. Ki neticede "vitriyet" tahakkuk etsin ve Zât'a yönelim başlasın. "Vitriyet" kesretin nihâyeti ve kalkışı olarak, "Ferdiyet" yaşamını getirir.
Bütün bunlar "Mardiyye nefs" ismiyle işaret edilen bilinç düzeyinde başlar.
Bundan sonra,
"kalplerden ve ruhlardan çıkmaktan" sözediliyor.
Burada da anlatılmak istenilen, "kesret müşâhedesinden" kurtulmaktır.
Yâni, Hakk'ın varlığı olarak bir çok varlıklar mevcut değildir!
Kalpler ve ruhlar mevcut değildir!
Bunların hepsi de vehim yollu görülen hayâllerdir! Gaflet ve uykuda olmanın sonucu olarak meydana gelmektedir!
Çünkü bunların hepsi de, "ilmî sûretler" olmaktan öte bir şey değillerdir!
"İlmî sûretler" ise ancak ve ancak, sadece ve sadece Allah'ın ilminde mevcutturlar!
Bu anlattıklarımızı size ne nisbette ulaştırabileceğiz, bilemiyoruz. Elbette her okuyan, istidadı nisbetinde, takdirindekini alabilecektir.
Ehli, zâten bunların böyle olduğunu bilir. Yaşamayana ise ancak bu kadar açıklaması mümkündür. Biline ki, böyle hâller de vardır!
"Sonra emir ve hükümden de çık"
Ya, bu ne demektir?..
Emir ve hüküm, hep kesret âleminin neticesidir! Kesret âlemi içinde, varlıklar arasında geçerli bir sistemdir.
Bu kavramla kayıtlı bir müşâhede devam ettiği sürece, kesret âleminin son bulması ve Teklik seyrine girilmesi asla mümkün olmaz! Bu yüzden de, Allah'a urûc murad ediliyorsa, çokluk görme basîretsizliğinden arınıp; Emir, âmir, memur; hâkim, mahkûm, hüküm üçlüsünün varolmadığını idrâk edip; TEK'in seyrine girilecektir.
İşte o zaman "kader sırrı" da açılır ki, bu da "Vâhidiyet" mertebesinde yaşayanın vukûf sahibi olduğu hâllerden biridir!
HAVAS’IN HÜZNÜ
Hazreti Rasûl aleyhisselâmın vârisleri ise, esmâ ile meşgul olmak yüzünden Zât’tan perdelenmekten dolayı hüzün duyarlar ki, bu hüzn daha önce de bahsettiğimiz gibi, Rasûlullah’ın günde yetmiş ya da yüz defa istiğfar etmesi gibidir.
Yâni, Müferridûn’un, Aktâb’ın istiğfarı; seyrleri gereği esmâ müşâhedesindendir..yoksa, herhangi birimiz gibi, yaptığı bir yanlış fiilden dolayı değil!
Bunu çok iyi anlamak gerektir!
Nitekim, yukarıda konu edilen “Masumların tövbesi” beyânı da bu zevâtın tövbesine işaret eder.
HAVAS, “NEFS”İNDE N GÜNAHI ÇIKARTMALIDIR!
“Yâ Gavs. Tövbeyi istersen, önce nefsinden günahı çıkarmalısın… Sonra kalbinden hâtırasını çıkarmalısın! İşte o zaman bana vâsıl olursun! Aksi halde müstehzîlerden olursun!
Avâm’ın “nefsinden günahı çıkartması”, günah olan fiilleri terketmesidir.
Havâs’ın “nefs”inden günahı çıkarması, benliğine dönük fiilleri terketmesidir.
Geniş anlamı ile günah, nefse dönük, nefsin menfaatine dönük davranıştır.Bu elbette havâsa dönük mânâdır.
Bu anlayış ile nefsten günahın çıkartılması ise Hakk’tan ayrı bir varlık görülmek sûretiyle onda günah kavramının görülmesinin kaldırılması demektir.
Ama bunun aksine, bir kişinin vehmî kişiliği kapı gibi ortada dururken, günah-sevap yoktur deyip, nefsine bedenine dönük herşeyi yapması onun katranlı beton perdenin ardına atar, tabiat cehennemine sokar ki, bunun getireceği sonuçları, mahrûmîyetleri ve azâbları târif mümkün olmaz!
Hem kendini gör, hem karşındakini bir kişi veya birim olarak gör, ondan sonra da günah yoktur de!
Bu basiretsizliğin zirvesidir!
Kendini Hilmi zannettiğin, vehmettiğin, hissettiğin sürece; karşındakini Hulûsi olarak gördüğün sürece, asla “günah yoktur” diyemezsin ve perdeli yaşamın son bulmaz...Perdenin kalkmasını ve ebediyyen perdesiz yaşamayı istiyorsan, dünyada yaşarken kendini kaldırmak sûretiyle “HAKÎKİ SECDE”yi yapmak ve suçlanacak kişiler görmeyi terketmek mecbûriyetindesin!
Aksi takdirde perdeli yaşamak ve ölümötesi yaşamda da perdeli kalmaktan kimse kurtaramaz seni!
GAYESİ,
ZÂTÎ EHADİYETTE “HİÇ” OLMAKTIR!
Ve seyirde olan, bu Hakikatten perdelendiği anda da orucunu bozmuş olur!
Ceberût âlemini yaşayanının orucuna sekte vuran hâl ise; esmâdan bir isimle kayıtlı durumda kendini hissedip, o ismin mânâsının seyrinde mukayyed olmaktır.
Çünkü, ceberût âleminde yaşayanın gayesi, lâhut âlemine geçip, Zâtı Ehadiyyette, "hiç" olmaktır! Perdesi ise esmâ âlemidir!
İşte bu öyle bir oruçtur ki, tutan, içinde kaybolmuş; Varlıkta Bakî olan Allah kalmıştır!
HAS’ÜL HAVAS
“Avâm”, gördükleri kadar düşünen, bedenî zevk ve menfaatler peşinde koşan, önce kendisini düşünen insandır.
Böyle olunca da, bütün bu yaptıkları, meşgalesi kendisi için perde oluşturur. Ki bu perde de zulmet perdesidir!
Havâsa gelince...
“Havâs”, irfan sahibi olarak mârifete ermeyi amaçlamış, gayesi ve hedefi Hak olmuş, bu yolda çalışmalar yapan kişilerdir. Bunlar da Nur perdeleri ardında kalmışlardır!
Her ikisinden öte, ender sayıda zevât da mevcuttur ki; onlar tüm perdelerden arınmış olarak, her an dâimi seyr hâlindedirler; zâtıyla, vasfıyla, özellikleri ve güzelleriyle TEK'i!
HAS’ÜL HAVAS’IN TÖVBESİ, BİR KEREDİR; İKİNCİSİ OLMAZ!
Has-ül havâs’ın tövbesi ise, “şirk görmeye” olur!
Bu tövbe bir kere yapılır ve ikincisi dahi olmaz!
“Şirk görmeye tövbe” ne demektir?.
“Varlıkta Allah’tan gayrı bir vücûd sahibi olmadığını gören kişi, şehâdet eden, aynel yakîn bilmektedir; şirk koşması sözkonusu olacak bir varlık mevcut değildir!Oysa daha önce böyle bir takım varlıkları var sanıyordu..İşte bu var sanışına tövbe ederek Allah'a rücû etmiş olur!"
HAS'ÜL HAVAS'IN “NEFS”İNDEN GÜNAHI ÇIKARTMASI
Has-ül havâs’ın günah’ı çıkartması ise, “nefs”inin varolmayıp, sadece mutlak “NEFS”in varoluşunu seyr hâli içinde “günahın çıkmış” olmasıdır..
Elbette ki mutlak NEFS için “günah” kavramı geçerli olmaz!
__________________
öLürüm yoLuna öLürümde yine boyun eğmem, yakarım dünyayı uğruna ama sana eğiLmem.. öyLe sInIrsIz öyLe Derin öyLe Çok Severim ki KORKARSIN!! Kuruyup çöLe dönsemde Pare Pare oLsamda YENiLMEM!!..
|