Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Bu güne kadar bin senelik namaz kıldım
Tekil Mesaj gösterimi
  #1  
Alt 10.01.18, 14:57
Mansur - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Mansur Mansur isimli Üye şimdilik offline konumundadır
 
Üyelik tarihi: 07.12.16
Bulunduğu yer: İstanbul
Mesajlar: 152
Etiketlendiği Mesaj: 14 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart Bu güne kadar bin senelik namaz kıldım

Naklederler ki, Hallâc-ı Mansûr hapishânedeyken üç yüz kişiydiler. Bir gece diğerlerine; "Ey mahpuslar! Gelin sizi kurtarayım." dedi."Peki sen kendini niçin kurtarmıyorsun. Gücün olsa kendini kurtarırsın." dediklerinde; "Biz himâye ve selâmet içindeyiz. Eğer dilersek bir işâretle bütün kelepçeleri açarız!" dedi. Sonra parmağıyla işâret edince, bütün kelepçeler yere döküldü. Bunun üzerine; "İyi ama hapishânenin kapısı kilitli, şimdi biz nereye gidelim?" dediler. Bunun üzerine bir daha işâret etti. Duvarlarda birtakım gedikler ortaya çıktı. Bu hali gören mahpuslar, hemen Hallâc'ın ayaklarına kapanarak kendileriyle gelmesi için yalvarmaya başladılar. Fakat o reddetti. Neden diye sorduklarında; "Bizim O'nunla öyle bir sırrımız vardır ve sır sâhibinden başkasına söylenmez." buyurdu.

Bu haberler halîfeye ulaşınca; "Fitne çıkarmak istiyor, onu katlediniz veya Enel-Hak sözünden dönene kadar sopalayınız." emrini verdi. Bunun üzerine Hallâc-ı Mansûr hazretlerini Bağdât'ta Tâkkapısına götürdüler. Evvelâ yüz kırbaç vurdular. Kendisinden en küçük bir ses çıkmadı. Ölmediğini görünce, ellerini ve ayaklarını kestiler.

Hallâc-ı Mansûr'un rahmetullahi aleyh elleri ve ayakları kesildiğinde; "Sakın korkudan sarardığımı zannetmeyin. Kan kaybetmekten sararıyorum." buyurdu.

Darağacına çıkan Mansûr hazretlerine şu suâl soruldu; "Tasavvuf nedir?" "Tasavvufun en aşağı derecesi, işte bende gördüğünüz bu haldir." "Ya ileri derecesi?" "Onu görmeye tahammülünüz olmaz."

İdâm edilmeden önce halk taş atmaya başladı. Atılan taşlara hiç ses çıkarmıyor, hattâ tebessüm ediyordu. Bir dostu, taş yerine gül attı. O zaman Mansûr hazretleri inledi. Sebebi sorulduğunda; "Taş atanlar beni yakînen tanımayanlardır. Tabiîdir ki halden anlamazlar. Halden anlayanların bir gülü bile beni incitti." cevâbını verdi.

Bu arada kendisinden nasîhat istemek için gelen hizmetçisine; "Nefsi, yapması gereken bir şeyle, ibâdetle meşgul et! Yoksa o seni yapılmaması gereken bir şeyle, haramlarla meşgul eder." dedi.

Ellerinden, bacaklarından sonra dilini de kesmek istediler. İzin isteyip; "Allah'ım, bana senin için bu işkenceyi revâ görenlere rahmet et! Senin rızân için beni elimden, ayağımdan, gözlerimden, başımdan, canımdan ayıran bu kullarını affet!" diye yalvardı.

Daha sonra dili ve başı da kesildi, cesedi yakıldı, külleri Dicle'ye atıldı.Atılan küller dökülür dökülmez, nehir hemen kabarmaya başladı. Kabaran Dicle'nin suları Bağdât'ı basmak üzereydi. O zaman bir dostu hırkasını Dicle'ye attı ve Dicle bir müddet sonra eski normal hâlini aldı. Hallâc-ı Mansûr hazretleri bu kimseye, şehid edilmeden önce: "Benim kollarımı, bacaklarımı, başımı kestikten sonra, cesedimi yakıp, külünü Dicle'ye atacaklar. Korkarım ki, nehir taşıp Bağdât'ı basacak. O zaman hırkamı nehrin kenarına götürüp, sulara at." buyurmuştu.

Abdülmelik Evkâf anlatır: "Bir gün üstâdım olan Hallâc-ıMansûr'a; "Ey hocam! Ârif kimdir?" diye sordum. Buyurdu ki: "Ârif o kimsedir ki, Zilkâde ayından altı gün kala, Salı günü, 919 (H.306) senesinde Bağdât'ta eli ayağı kesilerek, gözleri çıkarılarak, baş aşağı astırılıp, gövdesi yakılarak, külünü savururlar."Onun dediği zamânı gözledim. Meğer o söylediği kendiymiş, o ne söyledi ise aynını yaptılar."

Naklederler ki: Onu darağacında astıkları vakit iblis yanına geldi ve; "Bir Ene (ben) sen dedin, bir Ene de ben. (Sen Ene'l-Hak dedin, ben: "Ene hayrun minhü= Ben ondan hayırlıyım." dedim) Nasıl oluyor da bu yüzden senin üzerine rahmet, benim üzerime lânet yağdırıyor?" diye sordu. Hallâc-ı Mansûr şu cevâbı verdi: "Sebep şudur. Sen "Ene" dedin, kendini ortaya koydun, ben Ene dedim, kendimi ortadan kovdum. Benliği ortaya getirmenin iyi olmadığını, benliği ortadan kaldırmanın ise gâyet iyi olduğunu bilesin, diye bana rahmet, sana lânet etti."

Hallâc-ı Mansûr, zamânındaki bâzı zâhir âlimlerinin anlayamadığı sâdık, Allahü teâlânın aşkı ile yanan bir Hak âşığıdır. Şiddetli mücâhedeler ve çetin riyâzetler çekmiş, himmeti yüksek, kerâmetler sâhibi bir velîdir. Sözleri güzel, konuşması fasîh ve belîğ, firâseti üstün, hakîkat, esrâr, mânâ ve mârifetler sâhibi olup, yaşadığı müddetçe, dâimâ ibâdet ve riyâzetle meşgûl olurdu. Günde bin rekat namaz kılardı. Şehîd edildiği günün gecesinde de 500 rekat kılmış olup, her gece en az dört yüz rekat namaz kılmaya kendisini mecbur tutardı.

Hallâc-ı Mansûr hazretlerinin idâmına sebeb olan "Enel-Hak" sözü, onun tasavvuf yolunda sâhib olduğu kendi hal ve derecesine uygun ve kendi aşk sarhoşluğu içinde söylediği doğru bir sözdür. Zâhiren kelime mânâsı; "Ben Hak'ım" demek olan bu sözün hakîki mânâsı: "Ben yokum. Hak vardır." demektir. Nitekim İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabının 2. cild 44. mektûbunda bu husûsu şöyle açıklamaktadır: "O büyüklerin "Her şey O'dur" demeleri, hiçbir şey yoktur. Yalnız O vardır demektir. Meselâ, Hallâc-ı Mansûr Enel-Hak (Ben Hak'ım) dedi. Böylece, ben Hak'ım, Hak teâlâ ile birleştim, demek istemedi. Böyle diyen kâfir olur ve öldürülmesi lâzım olur. Onun sözünün mânâsı "Ben yokum, Hak teâlâ vardır." demektir. İşte sofiyye (evliyâ) her şeyi Hak teâlânın isimlerinin ve sıfatlarının görünüşü, onların aynası bilir. Zâtın (kendisinin) bunlarla birleştiğini, zâtında değişiklik olduğunu söylemez. Meselâ, bir insanın gölgesi, kendinden hâsıl oluyor. Gölge, o kimse ile birleşmiş, onun aynıdır veya o kimse o gölge şekline girmiştir, gibi şeyler söylenemez. O kimse, kendi kendinedir. Gölge, onun bir görünüşüdür. Bu kimseyi aşırı seven, gölgeyi filân görmez. Ondan başka bir şey görmez. Gölge, o kimsenin aynıdır, diyebilir. Yâni gölge yoktur, yalnız o insan vardır, der. Bundan anlaşıldı ki, sofiyye, eşyâya, Hak teâlâdan meydana gelmiştir. Hak teâlâ değildir, diyor. O halde, sofiyyenin; "Her şey O'dur." sözleri; "Her şey O'ndandır." demektir ki, âlimler de böyle söylemektedir. İki taraf arasında bir fark yoktur. Yalnız şu fark vardır ki, sofiyye, eşyâya, Hakk'ın görünüşü diyor. Âlimler bunu söylemekten çekiniyor. Eşyâ ile birleşmek, eşyânın içinde bulunmak anlaşılmasın diye, bu sözü söylemiyor."

Hallâc-ı Mansûr hazretleri halleri doğru, zamânındakilerin, kadrini ve derecesini anlamayacak derecede yüksek bir velî idi. O, hiçbir zaman Allahlık iddiâ etmedi. Tam tersine Allah aşkının sarhoşu bir kul olarak yaşadı, gündüz ve gecelerini ibâdetle geçirdi. Elli yaşındayken; "Bu güne kadar bin senelik namaz kıldım." buyurdu. İslâmiyetin bütün emir ve yasaklarına en ince hususlara kadar titizlikle uyar, mübahları zarûret mikdârı kullanırdı. Ömrünün temeli sıkıntı üzerine kurulmuştu.Bu da, Allah aşkına tutulanlarda çeşitli şekil ve derecelerde görülen bir husustur.

Onun hal ve mertebesini anlayan pekçok âlim ve velî yüksek bir velî olduğunu söylemişlerdir. İbn-i Atâ, Ebû Abdullah Hafîf, Şiblî, Ebü'l-Kâsım Nasrabâdî, Şeyh Ebû Saîd Ebü'l-Hayr, Şeyh Ebü'l Kâsım-ıGürgânî, Şeyh Ebû Ali Fârmedî ve Yûsuf-ı Hemedânî hazretleri bunlardan bâzılarıdır. Büyük velî Şiblî, onun için; "Ben ve Hallâc aynı şeyiz. Ama bana deli dediler kurtuldum. Onun aklı ise onu helâk eyledi." buyurmuştur. Yine Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî; "Hallâc, imâmdır. Fakat durumunu her kişiye söyledi. Zayıflara ağır yük yükletti. Avam (halkın) bilgisiyle ve akıl yoluyla anlayamayacakları şeyleri konuştu. Bu hususta İslâmiyete riâyet etmedi. Ona ne vâki olduysa, bu sebepten oldu." demiştir.

AliRâmitenî hazretleri ise, Hallâc-ı Mansûr'un hâlini; "Hüseyin bin Mansûr zamânında, Hâce Abdülhâlık-ı Goncdüvânî'nin oğullarından biri bulunsaydı, Mansûr idâm edilmezdi." buyurarak en veciz şekilde îzâh etmiştir. Abdülhâlık-ı Goncdüvânî'nin mânevî oğulları olan talebelerinden biri bulunsaydı, Hüseyin bin Mansûr'u terbiye ederek, o makamdan daha yukarılara geçirir, idâm edilmesi lâzım gelmezdi. Çünkü Hallâc-ı Mansûr, her ne kadar büyük velî olmakla birlikte, tasavvuf yolunun en nihâyetine ulaşabilmiş değildir. Bulunduğu mertebe nihâyetten çok uzaktır.

Onun hâli, dünyâsı ve içindeki ilâhî aşkı bir başka olup, zâhir insanının anlayabilmesinden çok uzaktı. Zaman zaman şöyle derdi:

Dilim dilim bende yürek
Aşk nicedir gel benden sor.
Savrulurum kürek kürek
Aşk nicedir gel benden sor.

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147