Mahmud Efendi Hazretlerinin Bir Sohbeti
Mevlâ Te‘âlâ, Hûd (Aleyhisselâm)ın kavmine olan davetini Kur’ân-ı Kerîm vasıtasıyla bizlere duyurdu. Şöyle ki: “Bir de ey kavmim! (Îmân ederek) Rabbinizden bağışlanma isteyin! Sonra da (evvelce işlemiş olduğunuz şirk koşma günahınızdan) O’na tevbe edin ki, bolca akar bir halde göğü(n yağmurunu) üzerinize salsın ve kuvvetinize kuvvet katarak sizi artırsın. Ama siz (şirk ve inkâr günahında ısrar eden) suçlu kimseler olarak (benim bu davetimden) yüz çevirmeyin!”[1]
“Rab” denildi mi, bir düşünelim. Bizleri iğnenin tepesi kadar küçüklükten vücutça 60-70 kilo oluncaya kadar büyüten, îmân, İslâm ve huzur bakımından büyüten hep O’dur. İnsan, tek bir yönle terbiye olmaz, insanoğlu çok yönden terbiye ister.
Bizlere yağmurları gönderen, barajları dolduran, Rabbimizdir. Rabbimiz, su ihtiyacımızı barajsız da giderir. Hatırlarsanız geçen sene barajlar nasıl kurumuştu, çamurlu su ile abdest almak zorunda kalmıştık. Bu duruma düşmememize sebep olan edepsizlikler neden yapıldı?
Edirne’ye yakın bir yerde oturan şahıs: “Yağmur için Allâh’a duâ etmeyin!” demiş. Koca kafa! Nankör insan! Bize suyu veren Allâh Te‘âlâ’dır. Onu insanoğluna yutturan da Allah Te‘âlâdır. Ne oluyor ise hep Mevlâ Te‘âlâ’dandır.
Cereyan temin edilmeye çalışılıyor. Cereyan neden oluyor? Ya sudan ya da petrolden… Peki suyu ve petrolü kim yaratıyor? Dün dolaş varacağın merci Allah Te‘âlâ’dır. Milletin gırtlakları gümbür gümbür çalışıyor ama kalpleri çalışmıyor.
Siz, bir kimseye yemek ikramında bulunsanız fakat o buna kıymet vermese, teşekkürde bulunmasa, ona kırılırsınız. Hâlbuki ona ikram ettiğiniz o yemek sizin değil Allah Te‘âlâ’nındır.
Bir düşünün bakalım, sizin yemeğiniz var mı? Meselâ yediğimiz buğday ekmeğinin tohumları tarlalarda ekilir, biçilir, harman edilir, değirmenlerde öğütülüp un yapılır, fırınlarda ekmek hâline getirilir, sonra da bakkallara dağıtılır. Biz de oralardan alır, yeriz. Diğer yiyecekler de onun gibidir.
Şunu bilin ki, Mevlâ Te‘âlâ’nın halkettiği (yarattığı), bizim için hazırlattığı yiyecekleri neredeyse bedava yiyoruz. Onun için bugünkü dersimiz istiğfar ile başladı. Tekrar ediyorum bu insanoğlu nankör! En azından, hiç olmazsa “Bütün bunları Rabbimiz yaptı” desinler. Ağızlarından “Rabbim” sözü çıksın.
Mevlâ Te‘âlâ bir hadîs-i kudsîde ne buyuruyor: “(Kulum) beni zikrettiğinde, ben onunla beraberim.”
Biz kimlerle beraber oluyoruz da Allah Te‘âlâ ile beraber olmuyoruz? Şu insan nelerle beraber olmaz, kimlerle beraber bulunmaz. Yanından bir sinek uçsa, nereye konacağına daldırır, gider. Yani insan sinekle olur da, Allah Te‘âlâ ile olmaz.
Bilerek çok cahillikler yapıyoruz, başkalarına cahil diyoruz; ama biz onlardan daha da cahiliz. İnsan düşünmeli, tefekkür etmeli; Mevlâ Te‘âlâ Sûre-i Abese’de şöyle buyuruyor: “Haydi insan yemeğine (bir) baksın (da düşünsün, onu rızık olarak kendisine nasıl verdik).”[2]
Kedi, köpek, deve diğer hayvanlar da yedikleri yemeğe bakıyorlar. Kedi, yemeğini yerken biraz gözünü yumar. Sebebi ise kendisini yememiş, görmemiş gibi göstermek, nankörlük etmek içindir.
İnsan yemek yerken: “Bu yemek benim önüme gelinceye kadar ne ellerden geçti” diye düşünmelidir. Bir çeşit yiyeceğe emeği geçen o kadar elleri kim yarattı? Kim bilir kimlerin elleriyle bahçelerde domatesler, biberler, patlıcanlar, salatalıklar, marullar, fasulyeler yetiştiriliyor.
Kim bilir kimin eliyle sapından koparılmış karpuzları, kavunları, dallarından toplanmış şeftalileri, kirazları, elmaları, armutları, dutları, erikleri, portakalları, mandalinaları yiyoruz.
Çilek çok nazik bir meyvedir, az bir darbe ile ezilebilir hem de bize gelinceye kadar onu birçok mahlûk yiyebilirdi. Onu kime kısmetse, o yiyinceye kadar kim muhafaza ediyor? Rabbimiz muhafaza ediyor. Hiçbir kedi, hiçbir köpek, hiçbir canlı ona yaklaşıp yemiyor. Rabbimizin muhafazasında o çilek, yemesi takdir edilen sahibini buluyor, ondan kısmeti olmayanlar ise sadece ona yan yan bakıyorlar.
“Haydi insan yemeğine (bir) baksın (da düşünsün, onu rızık olarak kendisine nasıl verdik).” Âyet-i celîlesinden murad, bunları tefekkür etmektir… (Mahmud Efendi Hazretleri, Sohbetler, c.2, s.298-300)
|