E) Kur’an’ın mûcize oluşu (i‘câz)
Kur’an-ı Kerîm’in Mekke ve Medine dönemlerinde inen sûrelerinde inkârcılara meydan okunmuş; bu kitabın Allah’tan geldiğinde şüpheleri varsa, onu Hz. Peygamber’in uydurduğu iddialarında samimi iseler benzerini yapıp getirmeleri gerektiği bildirilmiştir. Bu cümleden olarak Kur’an’a benzer bir kitap (Kasas 28/49), onun sûrelerine benzer on sûre (Hûd 11/13), sûrelerine benzer bir sûre (Yûnus 10/38) ve onun gibi bir söz (Tûr 52/34) oluşturup getirerek iddialarını ispat etmeleri istenmiştir. İnkârcı Araplar bütün arzularına ve teşebbüslerine rağmen bunu yapamamışlar, bir âyete benzer söz dahi söyleyememişler; böylece bu hususta âciz oldukları, yapamayacakları ortaya çıkmış, “Asla yapamayacaksınız” (Bakara 2/24) sözü fiilen gerçekleşmiştir.
Kur’an-ı Kerîm’in bir sûresinin, hatta bir âyetinin bile benzerinin yapılamaması özelliğine onun i‘câzı denir. Sözlükte i‘câz “âciz, çaresiz bırakmak”tır. Mu‘ciz “çaresiz bırakan”, mûcize ise “sıradan insanların yapamadığı, ancak peygamberlere Allah’ın lutfettiği, olağan üstü fiiller, etkiler ve haller”dir. Kur’an mu‘cizdir; çünkü meydan okuduğu halde kimse benzerini yapamamıştır. Kur’an mûcizedir, çünkü bu eşsiz kitap son peygamber Hz. Muhammed’in peygamberliğinin hak ve gerçek olduğunu ispat eden en kalıcı delil olmuştur.
Kur’an-ı Kerîm’in mu‘ciz ve mûcize oluşu hangi özelliklerinden gelmektedir? Hangi bakımlardan o bir mûcizedir?
Bu sorunun cevabını vermek üzere tefsir ve ulûmü’l-Kur’an kitaplarında paragraflar ve bölümler tahsis edilmiş, ayrıca i‘câzü’l-Kur’an konusunda birçok kitap yazılmıştır. Câhiz (ö. 255/869), Rummânî (ö. 384/ 994), Cürcânî (ö. 471/1026) gibi daha eski tarihlerde bu konuyu kitaplaştıran âlimler, Kur’an’ın bütününe hâkim bulunan i‘câz yönünü ele alacak yerde bazı örnek âyetler üzerinde durmuşlar, kelâm ilmini ilgilendiren konulara girmişler, beşerin âcizliğinin irade ve kudret ile ilişkisini incelemişlerdir. Çağdaş yazarlardan Mustafa Sâdık er-Râfiî Kur’an’ın kelimelerinde, terkip ve âyetlerinde hâkim bulunan mûsiki ve ses uyumu üzerinde durmuş; i‘câzın, bu niteliklerde odaklaştığını ifade etmiştir (Târîhu âdâbi’l-Arab, I, 225 vd.). Seyyid Kutub ise tasvir sanatını ön plana çıkarmış; gerek maddî gerekse mânevî varlık ve kavramları, Kur’an’ın yaptığı gibi tasvirin imkânsızlığına dikkat çekmiştir (et-Tasvîrü’l-fennî fi’l-Kur’an, s. 33, 187 vd.). Subhî es-Sâlih de Kur’an-ı Kerîm’in meydan okumasına konu teşkil eden özelliğinin ilk muhatapları dikkate alındığında muhtevasından ziyade ifadesinde ve üslûbunda aranılması gerektiğini ve bu sebeple Râfiî ve Seyyid Kutub’un tesbitlerinin isabetli olduğunu ifade etmiştir (Mebâhis fî ulûmi’l-Kur’an, s. 320, 334 vd.).
Burada bir fikir vermek üzere iç ve dış güzelliğin, mükemmelliğin zirvesinde olan kutsal kitabımızın i‘câzını ortaya koyan üç özelliğinden söz etmek mümkündür:
1. Söz Sanatı. Seçilen kelimeler, kelimelerin dizilişi, grameri, uygulanan edebî sanatlar, mûsiki ve kelimelere –dilin imkânları sonuna kadar kullanılarak– yüklenen mânalar taklit edilemez mükemmelliktedir.
2. Üslûp ve Şekil Özelliği. Kur’an-ı Kerîm’den önce Araplar’da sözlü edebiyatın iki şekli vardı: Şiir ve nesir. Nesir de hitabet ile kâhinlerin kafiyeli sözlerinden ibaretti. Kur’an-ı Kerîm şiir olmadığı gibi Araplar’ın bildiği nesirden de farklıdır. O, öğüt ve tâlimattan ibaret bulunan iki amacını gerçekleştirmek üzere şeklin ve üslûbun en uygunlarını seçmiş, yerine göre uygun geçişler yaparak; misaller, kıssalar ve tarihî olaylardan yararlanarak vermek istediğini en güzel ve etkili bir şekilde vermiştir.
3. Muhteva Özelliği. Kur’an-ı Kerîm’in muhtevası özetle iman (inanmak), nelere inanılacağı, ibadet ve çeşitleri, hükümler ve tâlimat, ahlâk bilgisi ve eğitimi, yaratılış ve oluş, gayb âlemi ve buradaki varlıklar, kısmen peygamber ve kavimler tarihi, insan ve kâinatın yapısı, gelecekle ilgili bazı haberler ve bilgilerden oluşmaktadır. Hz. Peygamber’in çevresi ve yetişme şartları bellidir. Onun ve çevresindekilerin bu bilgilere sahip olmadıkları, bu bilgilerin bir kısmına o çağda yaşayan başkalarının da sahip bulunmadığı bilinmektedir. Peygamberliğinden önce okuma yazma bilmeyen (ümmî) bir zatın ağzından çıkan, hepsinin de doğru olduğu ya o anda yahut zamanı gelince anlaşılan ve bundan sonra da anlaşılacak olan, yakın çevredeki dinlerin ve bu dinlere ait kitapların yanlışlarını düzelten, tahrifleri açıklığa kavuşturan bu muhteva (Kur’an-ı Kerîm’in içeriği) olağan üstüdür, mûcizedir; ancak doğru bilginin kaynağı Allah’tır, başka bir ihtimal mâkul değildir.
F) Nesih
Sözlükte “değiştirmek ve gidermek” mânasına gelen nesih ilk devirlerde mutlak olarak bu anlamlarda kullanıldığı halde fıkıh usulünün oluştuğu ve tedvin edildiği zamanlardan itibaren şöyle tanımlanmıştır: “Sonra gelen bir nassın, öncekinin ikisi bir arada olmayacak ölçüde karşıt hükmünü kaldırması.” Bu iki anlayış farkı sebebiyle Kur’an-ı Kerîm’de nesheden (nâsih) ve neshedilmiş bulunan (mensuh) âyetlerin sayısı farklı tesbit edilmiş, hükmü tamamen kaldırmayıp kapsamını daraltan, kayıt ve sınır getiren değişiklikleri de nesih sayan ilk devir yorumcularına göre sonraki usulcülerin tanımında mensuh âyet sayısı azalmıştır.
Allah’ın insana ve tabiata hâkim kıldığı kanunlar içinde bir de “değişim kanunu” vardır. Buna göre fert ve grup olarak insan bilgisi, becerisi, eseri … değişiklikler geçirmekte, bir cihetten ve bir zaman diliminde terakki ederken bir başkasında inişe geçmektedir. Bu kanun (kevnî hüküm) karşısında ilâhî dinlerin (şer‘î hükümler) uyumsuz kalması düşünülemez; çünkü dini gönderen de tabiat kanunlarını koyan da Allah’tır. Biri diğerinden sonra gelen iki din arasına uzunca bir zaman dilimi girdiği için evrensel ve ebedî olan hükümler dışında kalan tâlimat ve kuralların değişmesi (sonra gelen dinin, öncekine ait bazı hükümleri yürürlükten kaldırması) tabiidir. Ancak bir dinin tebliğ ve tatbikinin ilk yıllarında, muhataplarını yeni hükümlere ve uygulamalara alıştırmak maksadıyla, birbirini değiştiren hükümlerin arka arkaya gelmesi câiz midir? Bu mesele öteden beri İslâm âlimleri arasında tartışılmıştır. Sahâbe devrinde anlaşıldığı gibi “özel bir hükmün geneli özelleştirmesi, mutlak olan ifadenin sınırlandırılması, bir kayıt veya vasfın ihtirazî (bağlayıcı) olmadığının açıklanması, ilk bakışta anlaşılan mânanın kastedilmediğinin beyan edilmesi...” kabilinden değişikliklerin, açıklamaların câiz ve vâki olduğu genellikle benimsenmiştir. A ve B gibi birbirine her yönden zıt iki hükümden, sonra gelenin öncekini yürürlükten kaldırması mânasındaki değişiklik (nesih) Sünnî çoğunluk tarafından câiz görülmüş ve örneklendirilmiş olmakla beraber bazı âlimler “Nazarî olarak câizdir, fakat böyle bir örnek yoktur” tezini savunmuşlar; neshin gerçekleşmiş bulunduğuna örnek olarak çoğunluğun gösterdiği âyetleri farklı yorumlamışlar, arada çelişki bulunmadığını ileri sürmüşlerdir.
Neshin gerçekleştiğini iddia edenlerden bir kısmı sayıyı hayli kabartırken Ebû Bekir İbnü’l-Arabî (ö. 543/1148), Süyûtî (ö. 911/1505) gibi âlimler sayıyı yirmiye, çağdaş âlimlerden Faslı Hâcevî on ikiye, Hindistanlı Şah Veliyyullah (ö. 1176/1762) beşe kadar indirmişlerdir (Veliyyullah, el-Fevzü’l-kebîr, s. 21 vd., 56; Hâcevî, el-Fikrü’s-sâmî..., I, 34 vd.; örnekler için bk. Hayrettin Karaman, İslâm Hukuk Tarihi, s. 62 vd.).
Şah Veliyyullah’ın mensuh olduğunu kabul ettiği beş âyetten üçü Resûlullah’la ilgilidir. Bunlardan biri ona mahsus evlenme hakkı, diğeri de yine bağlayıcılığı kendilerine özgü olan gece namazı (teheccüd) konusundadır; üçüncüsü ise onunla gizli bir şey konuşmak isteyenlerin önceden fukaraya sadaka vermelerini isteyen âyettir (Mücâdele 58/12). Bu üç âyetin mensuh olduğu kabul edilse bile ki, bu da tartışmaya açıktır ümmeti alıştırarak din kurallarını koyma gerekçesiyle bunların bir ilgisi yoktur; Hz. Peygamber’in hayatı ve hayatta olduğu dönemle ilgilidir. Geriye iki âyet kalmaktadır:
1. Bakara sûresinin 180. âyeti. Ana-babaya ve akrabaya mâkul ölçüde bir malın vasiyet edilmesini isteyen bu âyetin hükmünü miras âyetinin (Nisâ 4/11-12) kaldırdığı iddia edilmektedir. Halbuki miras âyetinin kendilerine belirli pay getirdiği akraba dışında kalanlara vasiyet mecburiyetini devam ettirdiğini, vasiyet âyetini kapsamını daraltarak yürürlükte bıraktığını düşünmek, âyetleri böyle yorumlamak ve uzlaştırmak mümkündür. 2. Enfâl sûresinin 65. âyetinde müminler savaşa teşvik edilmiş, bir müslümana karşı on düşmanla vuruşsalar bile galip gelecekleri bildirilmiş; 66. âyette ise sayı azaltılarak ikiye karşı bir oranında olsalar bile savaşı kazanacakları ifade edilmiştir. Bu âyetlerden ikincisinin birincisini neshettiğini söyleyenlere biz katılmıyoruz. Çünkü savaşta asıl olan kazanma ihtimali veya savaşa girme zaruretidir, bunlar da durum ve şartlara göre her zaman değişebilir (ayrıca bk. 2/106).
G) Kur’an ilimleri
Kur’an ilimleri (ulûmü’l-Kur’an) tamlaması iki mânada kullanılmıştır: 1. Kur’an-ı Kerîm’in ihtiva ettiği ilimler ve bilgiler. Yukarıda “Kur’an’ın muhtevası” başlığı altında bu hususta yeterli açıklama yapılmıştı. Bazı âlimler bu konuda aşırıya kaçarak insana, yakın ve uzak çevresine, görülen ve görülmeyen âlemlere ait ne kadar bilgi ve her alana ait ne kadar ilim varsa bunların tamamının ya açık ifade ve söz şeklinde ya da mefhum ve işaret olarak Kur’an’da mevcut olduğunu ileri sürmüş, bu yönde zorlama açıklamalar yapmışlardır (meselâ bk. Sıddîk Hasan Han, Ebcedü’l-ulûm, II, 189-202).
2. Kur’an’ın tarihi, yazılma şekli ve yazı problemleri, okunması, anlaşılması gibi konularda yapılan araştırma, inceleme, düzenleme ve açıklamalar. Hz. Peygamber karışıklığı, başka sözlerle Kur’an âyetlerinin birbirine karıştırılmasını önlemek maksadıyla Kur’an’dan başka bir şeyin yazılmamasını istediği için sahâbe, Kur’an ilimlerini yazmamış, şifahî olarak öğrenip öğretmeyi tercih etmişlerdir. Sonraki dönemlerde önce Kur’an’ın yazı şekli, nüzûlü, nâsihi ve mensuhu, Mekke’de ve Medine’de gelenler gibi belli konularda incelemeler ve derlemeler yapılıp yazılmaya başlanmış, III. asırdan itibaren de böyle parça çalışmalar yanında– bütün Kur’an ilimlerini ihtiva eden kitaplar telif edilmiştir (kısa bir tarihçe ve liste için bk. Subhî es-Sâlih, s. 119-126 vd.). Kendisinden önce yapılmış çalışmalardan yararlanarak el-İtkān fî ulûmi’l-Kur’an adıyla bir özet kitap yazan Süyûtî, bu eserinde seksen civarında Kur’an ilminden bahsetmiştir. Kur’an ilimlerinin en önemlisi tefsirdir ve bu konu aşağıda ele alınacaktır. Diğer bazılarına ise yukarıdaki maddelerde temas edilmiştir.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|