Mukaddime
A) Tanımı ve Özellikleri
“Harfleri bir araya getirip seslendirmek, okumak” mânasına gelen Kur’ân kelimesi, genel kabule göre vahiy kaynaklı diğer kutsal kitapların temel kurallarını ve bilgilerini bir araya getirdiği, ihtiva ettiği için Hz. Peygamber’e gönderilen kitabın adı olmuştur. Terim olarak yapılan tanımları, “Hz. Muhammed’e vahiy yoluyla Arapça olarak indirilen; Allah’tan geldiği, ezberden ve yazılı olarak aynıyla intikal ettiği konusunda şüphe bulunmayan, müslümanca yaşamak isteyenler için hayat kılavuzu olan ilâhî kitap” şeklinde özetlemek mümkündür.
Bu tanımda geçen unsurlar aynı zamanda Kur’an’ın özellikleri olduğundan bunların sırasıyla açıklanması, onun tanınmasını ve tarifin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
B) Yedi harf
Birçok hadiste Kur’an-ı Kerîm’in “yedi harf üzerine” indirildiği zikredilmiştir (Buhârî, “Fezâ’ilü’l-Kur’an”, 5). Bu “yedi harf”ten maksadın ne olduğu üzerinde değişik açıklamalar vardır. Bunlar içinde bize göre gerçeğe uygun olanı şu ikisidir: a) Yedi harften maksat yedi Arap kabilesinin lehçeleridir. b) Yedi harf aynı mânaya gelen kelimelerin birbirinin yerine kullanılmasıdır. Bilindiği üzere Kur’an, Arapça’nın Kureyş lehçesine uygun olarak vahyedilmiştir. Allah Kur’an’la yeni karşılaşan ve Kureyş lehçesinden farklı lehçeleri bulunan Arap kabilelerine kolaylık olsun diye bazı kelimeleri, aynı mânada olup onların kullandıkları kelimelerle de ifade buyurmuş yani bu kelimeleri de vahyetmiştir. Bu kelimelerin de sayısı yediyi geçmemiştir; yani bir mâna karşılığında en çok yedi farklı kelime kullanılmıştır.
Bu konuda zikredilen hadislerle yapılan açıklamalardan ortaya çıkan sonuç şudur: Kur’an’a muhatap olan Arap kabileleri, ortak bir dil (Arapça) konuşmakla beraber aralarında lehçe farkları vardı ve farklı kabileler, bazı kavramlar ve nesneler (maddî varlıklar) için farklı kelimeler kullanırlardı. Hz. Peygamber Kureyş kabilesindendi ve bu kabilenin dili en gelişmiş Arap lehçesiydi. Kur’an-ı Kerîm bu lehçede gelmiş olmakla beraber bütün Kur’an’ın değil bazı kelimelerin farklı lehçe ve şekillerde okunmasına başlangıçta Allah tarafından izin verilmiş, hangi kelimelerin kullanılacağı da Resûlullah’a bildirilmiştir (yedi harf üzere inmesinin mânası budur). Kur’an ve İslâm zihin ve gönüllere yerleştikten sonra Kureyş lehçesi yaygınlaştığı için artık bu ruhsata gerek kalmadığı, öte yandan az da olsa farklı kelimenin, ümmetin birliğine gölge düşüreceği yönündeki işaretler göz önüne alınarak, Hz. Osman zamanında ana nüshadan kopya edilen nüshalar Kureyş lehçesine göre yazılmıştır (Buhârî, “Fezâ’ilü’l-Kur’an”, 3, 5).
Yukarıda açıklanan yedi harf meselesinin yanı sıra Arapça gramer özelliklerine ve tecvid (güzel okuma) kurallarına, bu konulardaki farklı anlayış ve uygulamalara dayanan kıraat farklılıkları İslâm âlimlerince ilk asırdan itibaren dikkatli bir incelemeye tâbi tutulmuş, o dönemdeki yazının okuma açısından pek çok seçeneğe açık bulunması gerçeği göz önüne alınarak sahih okuyuşların sahih olmayanlardan ayırt edilmesine özel bir önem atfedilmiştir. Bu konu kıraat ilmi diye bilinen disiplin içinde etraflı bir şekilde ele alınmış olup Hz. Peygamber’e dayandığı kabul edilen “vücûhü’l-kırâe” (okuma şekilleri) için şöyle bir tasnif yapılmıştır: Kırâat-i seb‘a (genel kabule göre mütevâtir rivayete dayalı yedi okuma şekli), kırâat-i aşere (çoğunluğa göre mütevâtir, bazı âlimlere göre meşhur rivayete dayalı üç okuma şeklinin daha yedi okuma şekline eklenmesiyle elde edilen on okuma şekli), takrîb ise kırâat-i aşere imamlarının râvileri ile o râvilerin râvileri arasındaki küçük ihtilafları (bunları öğrenip okumayı) ifade etmektedir. Bu on kırâate eklenen dört kırâat daha vardır ki bunların şâz olduğu (muteber olan kırâat şartlarını taşımadığı) hususunda ittifak edilmiştir.
Gerek yedi harfin gerekse yukarıda işaret edilen değişik kıraatlerin şu iki önemli özelliği gözden kaçırılmamalıdır: a) Bunların tamamında okuyuş şeklinin Hz. Peygamber’e dayanması esas alınmıştır. b) İslâm inancı, ibadeti, ahlâkı ve değişik alanlara dair düzenlemeleri hususunda bu farklı okuyuşların değiştirici bir etkisi ve sonucu yoktur (bilgi için bk. İbn Atıyye, I, 43-48; Ahmed b. Muhammed ed-Dimyâtî, İthâfu-fudalâi’l-beşer fi’l-kırââti’l-erba’a aşer, Mısır, 1359, s. 5; Prof. Dr. İsmail Karaçam, Kurân-ı Kerim’in Nüzulü ve Kırââti, İstanbul, 1981, s. 249; Abdülhamit Birışık, “Kıraat”, DİA, XXV, 426-433).
C) Kur’an’ın amacı ve muhtevası
Kur’an-ı Kerîm’in gönderiliş amacı insanların inançlarını düzeltmek, ahlâkını güzelleştirmek, dünya hayatlarını düzene koymak; ilâhî irade, rızâ ve düzene uygun bir dünya hayatından sonra ve bu sayede onlara ebedî saadetlerini kazandırmaktır. Bu amaca ulaşabilmek için: a) Emir ve yasaklara ihtiyaç vardır. b) Bu emir ve yasakların hayata geçmesi, bunların kaynağının, “yaratıcı, varlığı zaruri, kemal sıfatlarına sahip, her çeşit eksiklik ve kusurdan uzak bulunan Allah” olduğunun bilinmesine bağlıdır. c) Bu iman, bilgi ve şuuru desteklemek üzere de mükâfat ve ceza vaadi gerekir. Kur’an-ı Kerîm’e giriş mahiyetinde olan Fâtiha sûresinin başından “yevmü’d-dîn”e kadar bu hususların birincisi, “müstakîm”e kadar ikincisi ve buradan sonuna kadar da üçüncüsü veciz bir şekilde ifade edilmiştir. Üçüncü kısımda mükâfat ve ceza vaadi ile –konuları desteklemek, canlı bir şekilde tasvir etmek ve geçmişten ibret alınmasını sağlamak üzere verilen– Kur’an kıssalarının özü yer almış bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerîm’in bilgi, irşad ve tâlimatla ilgili bütün muhtevası “bilinmesi ve inanılması gerekenler”le “yapılması gerekenler” diye ikiye ayrılabilir. Birincisinde Allah, peygamberlik, gayb âlemi hakkında bilgilerle öğütler, misaller, hikmetler ve kıssalar vardır. İkincisinde ise ibadetler ve hayat düzeni gibi amelî ve ahlâkî hükümler, öğretiler yer almaktadır.
Kur’an-ı Kerîm’in gönderiliş amacı ve muhtevası hakkında özlü bilgi veren Şah Veliyyullah şunları ifade etmektedir: Kur’an-ı Kerîm’in geliş amacı Araplar’ın ve başka kavimlerin, göçerlerin ve yerleşiklerin, hâsılı bütün insanların nefislerini terbiye etmektir. Kur’an’ın doğrudan (lafzı, mantûku) ifade ettiği bilgiler beş bölüme ayrılabilir.
1. İbadetler, sosyal, hukukî ve siyasî hayatla ilgili hükümler (farzlar, vâcipler, menduplar, mubahlar, mekruhlar, haramlar...). Bu konulardaki bilgilerin açıklanıp geliştirilmesini fıkıhçılar üstlenmişlerdir.
2. Yahudiler, hıristiyanlar, müşrikler ve münafıklardan ibaret bulunan doğru yoldan sapmış dört grupla mücadele bilgisi. Bu bilginin açıklaması kelâmcılara aittir.
3. Yer ve göklerin yaratılması, Allah’ın kemal sıfatlarının açıklanması ve kullara gerekli bulunan diğer bilgilerin ilham edilmesi kabilinden olan ilâhî nimet ve lutufların (âlâullah) hatırlatılması.
4. İnsanlık tarihi boyunca itaat edenlerin ödüllendirilmesi ve isyan edenlerin cezalandırılmasıyla ilgili olayların (eyyâmullah) bilgisi.
5. Ölüm ve sonrasıyla ilgili bilgiler. Bu bilgileri, ilgili hadislerden de yararlanarak detaylandırma işini de vâiz ve eğitimciler üzerlerine almışlardır (el-Fevzü’l-kebîr, s. 1 vd.)
Bazı tefsirciler Kur’an-ı Kerîm’in muhtevasıyla ilgili olarak aşırıya kaçan açıklamalar yapmışlar; beşerin Kur’an’dan önce ve sonra elde ettiği ve edeceği bütün bilgilerin bu kitapta bulunduğunu ileri sürmüşler, bu abartılı iddiayı haklı göstermek için zorlama ürünü açıklamalara girişmişlerdir. İşin doğrusu şudur ki Kur’an-ı Kerîm’in asıl muhtevası, yukarıda açıklanan ve amacını gerçekleştirmek için zaruri bulunan bilgi kümelerinden ibarettir. Bunların dışında çeşitli sûrelerde temas edilen bilgiler, verilen örnekler, yapılan benzetmeler asıl muhtevayı açıklamaya, zihin ve gönüllere yerleştirmeye yönelik olup bu ölçüler içinde verilmiştir.
D) Kur’an’ın şekli ve üslûbu
Kur’an-ı Kerîm 114 sûreden oluşmaktadır. Sûre başlarındaki besmeleler ile bazı mukatta‘ harflerin birer âyet sayılıp sayılmaması, bazı âyetlerin birleştirilerek sayılması, duraklardaki ihtilâflar gibi farklı sayım kriterleri sebebiyle âyetlerin sayısı farklı rakamlarla ifade edilmiştir. Mushaflardaki mevcut numaralandırmaya göre âyet sayısı 6236’dır. Daha çok kabul edilen görüş de budur. Sûreler şekil bakımından kitapların bölümleri gibidir, âyetler ise cümleler ve paragraflara benzetilebilir. Sûre sayısının 114 olduğu konusunda bir ihtilâf yoktur. Giriş mahiyetindeki Fâtiha sûresinden sonra genellikle uzun sûrelerden kısalara doğru bir sıralama yapılmıştır. Sûre ve âyetlerin sıralanması, iniş (nüzûl) tarihine göre yapılmamıştır. Sûre sıralamasının Hz. Peygamber tarafından mı yoksa sahâbe tarafından mı yapıldığı konusunda üç görüş vardır: a) Sıralamayı Allah’tan aldığı bilgiye dayanarak Resûlullah yapmış, daha sonra Hz. Osman resmî mushafı buna göre tertip ettirmiştir. b) Sıralama sahâbenin ictihadına dayanmaktadır, bu sebepledir ki sahâbenin ellerinde farklı sıralama yapılmış mushaflar olmuştur. c) Uzun sûreleri, hâ mîm ile başlayanları ve küçük sûreleri (Kur’an’ın çoğunu) Hz. Peygamber sıralamış, geri kalanların sıralanması ise ümmete bırakılmıştır. Uzun tartışmaları ilgili kaynaklara bırakırsak bizim kanaatimiz, mushaf tertibinin Hz. Peygamber’in verdiği bilgiye dayandığı yönündedir (farklı tercihler için bk. Subhî es-Sâlih, Mebâhis fî ulûmi’l-Kur’an, s. 71 vd.; Osman Keskioğlu, Kur’an Tarihi, s. 170-172; Muhsin Demirci, Kur’an Tarihi, s. 162 vd.).
Âyetlerin tertibi vahye dayanmaktadır. Âyet sayısıyla ilgili farklı rakamlar, bazı âyetlerin başlangıç ve sonlarının farklı tesbit edilmesi, sûrelerin başlarındaki besmelelerin âyet sayılıp sayılmaması ve bazı sûrelerin başında bulunan harflerin ayrı âyet olarak alınıp alınmaması konularındaki ihtilâfa dayanmaktadır. Bu sebeplerle âyet sayısıyla ilgili olarak (6204, 6214, 6219, 6225, 6236 ve 6600 gibi) farklı rakamlar tesbit edilmiştir. Elimizdeki mushafta âyet sayısı 6236’dır. Burada gözden kaçırılmaması gereken husus şudur: Sayımların tamamı mushafın bütününü ihtiva etmektedir; meselâ 6204 sayan 6600 sayana göre 396 âyeti inkâr etmiş, “Bunlar Kur’an’da yoktur” demiş değildir. Rakam farkı yukarıda zikredilen sebeplere dayanmaktadır.
Kur’an’ın yazıldığı tarihte Arap yazısı çok gelişmiş değildi; sesli harfler ve uzatma işareti bulunmadığı gibi şekilleri aynı olan (bâ-tâ-sâ, cim-ha-hı gibi) bazı harfleri birbirinden ayırmak için konulan noktalar da yoktu. Buna rağmen ana dilleri Arapça olan, ayrıca güçlü bir ezberden okuma geleneğine sahip bulunan sahâbîler, âyetleri Hz. Peygamber’den de dinledikleri için bu yetersiz yazıdan Kur’an’ı doğru okumakta fazla güçlük çekmiyorlardı. Ancak hicrî ilk yüzyılın ikinci yarısından itibaren Arap olmayanların da İslâm’a girmeleriyle okuma güçlüklerinin çıkması üzerine şekilleri aynı olan harfleri birbirinden ayırmak için harfin üstüne veya altına bir, iki yahut üç nokta konulmaya; sesli harf yerine geçmek üzere hareke denilen işaretler; uzatma işareti olarak da harekesiz elif, vav, yâ harfleri kullanılmaya başlandı. Resmî emir üzerine ilk defa Ebü’l-Esved ed-Düelî (ö. 69/688), bir heyetten de yararlanarak nokta şeklindeki harekeyi icat edip üstün yerine harfin üstüne, esre yerine altına, ötre yerine de önüne, farklı renklerle birer nokta koydu. Sonra Haccâc b. Yûsuf’un emriyle Nasr b. Âsım el-Leysî (ö. 90/708) tarafından harfleri birbirinden ayırmaya yarayan noktalar kondu (i‘câm). Aradan bir asır kadar zaman geçtikten sonra büyük dil âlimi Halîl b. Ahmed (ö. 175/791), bugün kullanılmakta olan harekeleri ve noktaları belirledi. Muhammed b. Tayfûr es-Secâvendî (ö. 560/1165), âyetlerin sonlarına, mânayı göz önüne alarak –okuyana bu bakımdan kolaylık sağlayan, bugünkü noktalama işaretlerininkine yakın işlevleri olan ve adına secâvend denilen– işaretleri koydu. Müslümanlar Kur’an-ı Kerîm’i hem farz ve nâfile namazlarında hem de namaz dışında ve çoğunlukla programlı olarak okudukları için gerektikçe mushaf, bu maksada uygun “menzil, cüz, hizb, ta‘şîr” gibi bölümlere ayrılmış ve bunlara mahsus işaretler de konmuştur.
Kur’an-ı Kerîm’in ilk muhatapları VII. yüzyılda Arabistan’da yaşayan Araplar’dır. Son peygamberin onlar arasından seçilmesinin doğal bir sonucu olarak önce onlar ıslah ve irşad edilecek, sonra da onların aracılık ve örnekliğinde diğer kavimler İslâm iman ve ahlâkına gireceklerdi. Bu durum ise kaçınılmaz olarak Kur’an’ın Arapça olması, ayrıca belirtilen amaca hem de muhataplara uygun bir üslûp taşıması sonucunu doğurmuştur.
Kur’an-ı Kerîm söz şekli itibariyle ne şiirdir ne de nesirdir. O dönem Arapları şiire ve hikmetli sözlere düşkündüler; bu söz çeşitlerinin de alıştıkları şekilleri vardı. Allah Kur’an’ın cazibesini arttırmak için onların bu düşkünlüklerini dikkate almış, Kur’an-ı Kerîm’e hem şiirin hem de hikmetli veciz sözlerin güzelliklerini, çekiciliğini ihtiva eden, fakat onlardan da farklı olan bir şekil ve üslûp vermiştir. Sûrelerin başlangıç ve bitişlerinde, kelimelerin seçiminde ve dizilişinde, âyetlerin bitişlerindeki kafiye benzeri ses uyumlarında bu özellik ve güzellikleri görmek mümkündür. Yukarıda “Kur’an’ın Amacı ve Muhtevası” başlığı altında zikredilen beş bilgi grubu, ilk peygamberden beri bilinen ve yaşanan tevhid inancıyla insanın yaratılıştan gelen (fıtrî) ihtiyaçlarına ve meyillerine uygun düzenlemelerden ibarettir. Bu bilgiler Kur’an-ı Kerîm’de şöyle bir metot ve üslûp içinde verilmiştir.
1. Hükümler, daha sonraları fıkıhçıların ve usulcülerin yaptıkları gibi, teorik bakımdan zaruri olmayan açıklamalardan arındırılmış kısa metinler ve kurallar şeklinde (metin tekniğinde ve sisteminde) değil, günlük hayatın doğal akışı içinde geçtiği, halk arasında konuşulduğu ve yaşandığı biçimde verilmiştir.
2. Farklı düşünce ve inanç gruplarıyla yapılan tartışmalarda felsefecilerin ve mantıkçıların kullandıkları metot ve deliller yerine bilgi, kültür ve eğitim bakımından orta dereceyi temsil eden halkın anlayacağı, ikna olacağı deliller (meşhûrât, müsellemât, hatâbiyyât) kullanılmış, felsefecilerin itibar ettikleri kesin deliller (burhan) bu kanıtların içine gizlenmiş, satır aralarında verilmiştir.
Müfessirlerin çoğu, bu iki bilgi grubuna giren her âyet için bir kıssa (hadise, olay) tesbit edip bunu ilgili âyetin geliş sebebi olarak göstermeye çalışırlar. Halbuki –bazılarının özel sebepleri olsa da– bu âyetlerin geliş sebebi, genel olarak Kur’an’ın gönderiliş amacıyla ilgilidir, ona bağlıdır. Bu amaç insanoğlunu eğiterek kemale erdirmek, sapkın (bâtıl) inançları ve fıtratı bozan, kemal yolculuğunu olumsuz etkileyen davranışları (fâsid amelleri) ortadan kaldırmaktır. İnsanların zihninde, inanç ve hayatlarında dünden bugüne bâtıl inançlar ve fâsid ameller bulunduğu için ilgili âyetler gelmiştir. Allah’ın nimetlerini, geçmiş ümmetlere yaptıklarını, ölüm ve sonrasında insanların karşılaşacağı durumları anlatmadan onları uyarmak mümkün olmadığı için de bu gruplara giren âyetler gelmiştir. Bu sebepler geneldir, evrenseldir. Özel sebeplere (kıssalar, nüzûl sebepleri) bağlı âyetler oldukça azdır; bunların çoğunun hükmü (getirdiği düzenleme ve kural) dahi özel olayla sınırlı olmayıp yine genel ve evrensel değer taşır. 3. Allah Teâlâ kendi isimlerini ve sıfatlarını zikretmekte kulları için fayda görmüş; bunları, insanların fıtrî zekâları ve kavrayış kapasiteleriyle anlayabilecekleri bir seviye ve çerçevede açıklamıştır. Öte yandan “O’na benzer hiçbir şey yoktur” (Şûrâ 42/11) meâlindeki âyette de ifade buyurulduğu üzere, Allah’ın zâtı bakımından olduğu gibi isimleri ve sıfatları bakımından da kullarıyla herhangi bir ortaklığından söz edilemez. Bununla birlikte O’nun isimlerinin ve sıfatlarının çoğu O’nunkilerle mukayese edilemeyecek derecede kusurlu olarak– kullarında da vardır. Bunların insanda bulunması onun insan olarak kemalini, tamlığını, olmaması ise eksikliğini gösterir. Mutlak kemal sahibi olan Allah’ta ise bu kemale delil olan sıfatların bulunması ulûhiyyetin gereğidir. “O’na benzer hiçbir şey yoktur” âyeti, Allah’ın kullara benzetilmesini engeller, insanların taşıdıkları için bildikleri birtakım isim ve sıfatların eksiksiz, kusursuz olarak Allah’ta da bulunduğunun zikredilmesi ise O’nun benzetme yapmadan bir ölçüde tanınmasını sağlar, Allah’ı bilip tanımaya (mârifetullah) vesile olur.
Allah Teâlâ nimetlerini sayarken daha ziyade çeşitli kavimlerden şehirli veya göçebe insanların bildiği, tanıdığı, arzuladığı nimetleri zikretmiş; âlimlerin, kâmillerin, sultanların bildikleri ve arzuladıklarını sayıp dökmemiştir.
4. Kur’an-ı Kerîm’de geçmiş ümmetlere ait ibretli olaylardan (kıssalar, eyyâmullah) bahsedilirken iki hususa itina gösterilmiştir: a) Araplar’ın temas halinde bulundukları yahudilerden işittikleri peygamberlere ve ümmetlere ait kıssalara yer verilmiş; buna karşılık meselâ Çin, Hint, İran vb. ülkelerde cereyan eden olaylara temas edilmemiştir (sadece ateşperest olan İranlılar’la Ehl-i kitap olan Bizanslılar arasındaki bir savaşa Araplar’ın olaya gösterdikleri psikolojik ilgi sebebiyle bir değinme vardır; bk. Rûm 30/2-4). b) Kitâb-ı Mukaddes’te görülenin aksine, kıssalar bütün detaylarıyla değil amaca hizmet edecek yönüyle ve bu ölçü içinde verilmiştir. Aksi halde anlatılanlar ya insanların ilgilerini çekmeyecek ya da detay verildiğinde tarihî macera yönü daha fazla ilgi çekeceği için amaç zayi olacak, yalnızca hikâye akılda kalacaktı.
5. Ölüm ve sonrasına ait olaylar anlatılırken, insanların âhiretteki azaptan korkmaları ve eşsiz, çekici nimetleri ummaları hedeflenmiş, anlatım ve tasvirlerde seçim buna göre yapılmış, buna uygun üslûp seçilmişti.
Kur’an-ı Kerîm’in üslûbuyla ilgili olup hemen herkesin aklına gelebilecek olan aşağıdaki iki soruya, Şah Veliyyullah bizce de isabetli olan şu cevapları vermiştir:
a) Kur’an’ın esas muhtevasını teşkil eden beş ilim (beş grup bilgi) neden bir defa zikredilip verilmek yerine çoğu tekrarlanarak verilmiştir? Cevap: Bir sözü muhataba ifade ederken iki maksat güdülebilir: 1. Bilmediğini bildirmek ve öğretmek. Bunun için bir defa veya bir yerde söylemek yeterlidir. Bu suretle muhatap sözü duyup anlayınca bilmediğini bilir hale gelir ve maksat hâsıl olur. 2. Bilgiyi şuuruna yerleştirmek, onunla bütünleşmesini ve hayatına örnek almasını, okumasından lezzet duymasını sağlamak. Söylemekten maksat bunlar olunca sözü bir yerde ve bir kere söylemek yeterli olmaz, bununla amaca ulaşılamaz. Allah Teâlâ yüce kitabında âyetlerini, kimi zaman birinci, kimi zaman da ikinci maksatla ifade buyurmuştur. Bu sebepledir ki Kur’an’ın yalnızca anlaşılması değil devamlı okunması da emredilmiştir. İkinci maksadın hakkıyla gerçekleşebilmesi için ise aynı konular ve bilgiler aynı kelime ve cümleleriyle değil değişik ifadelerle verilmiştir.
b) Kur’an’ın verdiği bilgiler niçin sonradan yazılan kitaplarda görüldüğü gibi sistematik bir düzen içinde değil de dağınık olarak verilmiştir? Cevap: Allah’ın gücü mümkün olan her şeyi kapsamakla beraber bu konularda hâkim olan O’nun hikmetidir. Burada hikmet, kitabın gönderildiği kavmin (ilk muhataplar) dillerine, ifade alışkanlıklarına ve açıklama, konuşarak anlaşma üslûplarına uymayı gerektirmiştir. Bilindiği gibi Kur’an geldiğinde Araplar ne ilâhî ne de beşerî bir kitabı tanıyorlardı. Eğer ilâhî kitap, üslûp yönünden ve sistematik bakımından sonradan düzenlenen kitaplara benzer şekilde gönderilseydi hem muhatapları bunu garip karşılar, gerektiği şekilde ilgi göstermez, benimseme ve anlama güçlüğü çekerlerdi hem de birinci sorunun cevabında zikredilen maksat hâsıl olmazdı (el-Fevzü’l-kebîr, s. 47-48).
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|