Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Yaradılışın 2 Sırrı
Tekil Mesaj gösterimi
  #1  
Alt 10.11.17, 14:15
Sin - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
💎Sin Sin isimli Üye şimdilik offline konumundadır
💫 Güvenilir 💫
 
Üyelik tarihi: 19.08.14
Bulunduğu yer: Irak
Mesajlar: 2,211
Etiketlendiği Mesaj: 1518 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart Yaradılışın 2 Sırrı

Baştanbaşa kâinatın ve bütün varlıkların yaratılışı iki ilâhî sır ile donanmıştır:

1. Muhabbetullah,
2. Mârifetullah.

Canlı-cansız her şey bu iki sırrın tecellîsiyle zâhir olmuştur. Hadîs-i kudsîde buyrulur:

“Ben gizli bir hazîne idim. Bilinmemi arzu ettim (mârifetime muhabbet ettim) de (bu) kâinatı yarattım.” (İ. Hakkı Bursevî, Kenz-i Mahfî)

Yani Cenâb-ı Allah, varlıkların her birini, kendisinin san’at ve kemâline delîl olarak yaratmıştır. Varlıkların içinde ilâhî bir san’at hârikası olan insanı da, muhabbet ve mârifetin kâmil bir tezâhürü eylemiştir.

Bu itibarla;
İnsanın yaratılış gayesi, kulluk ve Rabb’in bilinmesidir. Bu gaye çerçevesinde eşyanın ve hakikatin derinliğine inebilmenin sırrı da, aşk ve mârifet okyanusundan bir şebnemciğe olsun kavuşabilmekle başlar.
Dolayısıyla kullukta ideal seviye, âşık ve ârif bir kul olabilmektir.

Çünkü aşk ve irfan, yani muhabbet ve mârifet, kalbi olgunlaştıran ve insan idrakini zâhirî ilmin üstünde bir ufka taşıyan iki mânevî kanat gibidir. Öyle ki bu iki kanatla insan yedi kat göklerin, yani mîracın yolcusu olur.

Bu gerçekten hareketle Hazret-i Mevlânâ, insan için muhabbetullah ve mârifetullah ilminin ne kadar mühim olduğuna işaret ederek der ki:

“Sırf zâhir âlimi olanlar, sahalarına göre geometri, astronomi, hekimlik ve felsefenin inceliklerini bilirler. Bilirler ama bunlar hep göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçen şu fânî dünyaya ait bilgilerdir. Bunlar, insana yedinci kat göğün üstünü, yani mîrâca erdirecek vuslat yolunu göstermezler.”

“Allah yolunu ve o yolun varılacak menzillerinin bilgisini, nefislerine mahkûm gâfiller bilmezler! Allah yolunun bilgilerini ancak, gönül ehli olan ârifler, akılları ile değil, gönülleri ile bilirler!”

Buna göre kulu Allah’a götüren yegane yol, aşk ve mârifetullah ehli olmaktan geçer. O yoldan Mevlâ’ya koşanlar, maksatlarına daha çabuk ulaşırlar. Zira Cenâb-ı Hak:

“Allah’a koşun!” (ez-Zâriyat, 50) buyuyor.

AŞK ve MÂRİFETULLAH YOLU
Hakk’ın rızâ ve vuslatının tahsil edildiği aşk ve mârifetullah yolu, bembeyaz bir sayfaya benzer. Öyle ki, oraya yazılan bütün yazılar da net ve şeffaftır, bunları da yalnız Hak Teâlâ okur. Bu bakımdan ehlullah, bir ömür boyu o sayfaya kara bir leke damlamamasının endişesi içinde yaşarlar, bir karıncayı dahî incitmezler.

Böyle bir kıvam, Cenâb-ı Hakk’ı lâyıkıyla bilmek ve ona takvâ ölçüleri içerisinde kul olabilmek ile mümkündür. Çünkü bir kimsenin Allah hakkındaki bilgi, mârifet ve muhabbeti ziyâdeleştikçe, Allah korkusu ve takvâsı da o nispette artar. Nitekim Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Ben Allah’ı en iyi bileniniz ve O’ndan en çok korkanınızım.” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb, 72; Müslim, Fedâil, 127)

Bu takvâ, zihnen bilinen ve yaşanan değil, kalben bilinerek yaşanan ve hissedilen bir takvâdır. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de buna istinâden buyurur:

“Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, âhiret azâbından sakınan ve Rabb’inin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Rasûlüm!) De ki: «HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?» Ancak akl-ı selîm sahipleri ibret ve öğüt alır.” (ez-Zümer, 9)

Demek ki Hak katında gerçek ilim, kulu Allah karşısında takvâ ve haşyet duygularına sevk eden bir ilimdir, yani irfandır, mârifetullahtır. Mârifetullaha nâil olabilmek için de âyet-i kerîmede buyurulan şu hususlara riâyet gereklidir:

1. Geceleri secde ve kıyam hâlinde olarak Cenâb-ı Hak’la kalbî beraberliği temin edebilmek.
2. Her an, her hâl ve her davranışımızda âhiretteki hesabın endişesi içinde olarak fânîliği unutmamak.
3. Rabb’imizin merhametini ümit ederek dâima O’na dua ve ilticâ hâlinde bulunmak. Zira büyük ruhlar, dâima dua hâlinde yaşarlar.

İslâm âlimleri şöyle demişlerdir:
«Kur’ân-ı Kerîm üç mühim kısımdan müteşekkildir:

1. Muhabbet ve mârifetullah,
2. Âhireti hakkıyla idrak,
3. Sırât-ı müstakîmi yaşayabilme.

Bu üç husus, Kur’ân’ın en mühim ve esas hedefleri, ana mevzûlarıdır. Diğerleri ise bunlara tâbî olan konulardır.”

AŞK ve MÂRİFET YOLCULUĞU
Mârifet yolculuğuna ancak kalbî hayat ve ilâhî aşkla çıkılabilir. Bu yolun büyükleri der ki:

“Ey mârifet yolcusu! Bu yolda; sabırsızlığı sabırla; unutkanlığı zikirle; nankörlüğü şükürle; isyânı tâatla; cimriliği cömertlikle; şüpheyi yakîn ile; riyâyı ihlâs ile; ısrarı tevbeyle; yalanı doğrulukla; gafleti tefekkürle değiştirmedikçe mesafe alamazsın!..”

Bütün bunların tam tecellisi için ise en çok dikkat edeceğimiz hususların başında helâl gıda gelir. Çünkü helâl lokma, vücutta hikmet, ilim ve mârifeti besler, gönülde Allah aşkı, Allah şevki ve sevgisini uyandırır. Bu da, mârifetullahı artırır. Harama bulaşan gönül ise, hiçbir zaman mârifet zevkini tadamaz. İmam Gazâlî -rahmetullâhi aleyh- buyurur ki:

“Dünyada mârifet zevkine varamayan, âhirette müşâhede tadını alamayacaktır. Kişi dünyada kazanıp bedelini ödemediği bir şeye âhirette nasıl sahip olabilir ki?!. Burada herkes neyi ekmişse âhirette onu biçecektir. Herkes yaşadığı gibi ölecek ve öldüğü gibi dirilecektir. İşte dünyada mârifete, yani Hakk’ı tanıyıp mûcibince amel edebilmeye ne kadar muvaffak olmuş ise, âhirette onun nimetine o derecede nâil olacaktır.”

AŞK-I İLÂHÎ ve
MÂRİFETULLAH LEZZETİ
Rivâyete göre İsa -aleyhisselâm-, teninde alacalar bulunan ve iki şakağı da çökmüş bir şahsa rastladı. O şahıs, üzerindeki hastalıklara aldırmayarak:

“–Yâ Rabbi! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, mahlûkâtın pek çoğunu müptelâ kıldığın dertten beni halâs eyledin!..” diyordu.

İsa -aleyhisselâm-, muhatabının idrak ve fikriyatının kemâlini yoklamak maksadıyla ona:
“–Ey kişi! Allah’ın senden giderdiği hangi dert var ki?!.” dedi.

Hasta şöyle cevap verdi:
“–Ey Rûhullah! En fecî hastalık ve belâ, kalbin Hak’tan gâfil ve mahrum olmasıdır. Şükürler olsun ki Allah Teâlâ, beni bundan muhafaza buyurmuştur. Zira ben Cenâb-ı Hakk’ın kalbime verdiği aşk-ı ilâhî ve mârifetullah lezzetinin neş’esi içindeyim. Onun dışındaki dünya nimetlerini görmüyor ve hissetmiyorum bile.”

Böyle âşık ve ârif gönüller, Cenâb-ı Hakk’a muhabbet ve aşkın mekânı, mârifetullah hazinesinin en ihtişamlı sarayıdır. Bu sebeple kâmil insanın kalbine, bir mânâda beytullah denilmiştir.

Hâsılı muhabbet ve mârifet nûru, bütün âşıklar ve ârifler için iki dünyayı da cennete dönüştüren birer ilâhî nasip, feyiz ve sır olarak telâkki edilmiştir.

AŞK TOHUMDUR, MÂRİFET GÜNEŞ
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, tasavvufî terbiyede muhabbeti tohuma, mârifetullahı da güneşe benzeterek buyurur ki:

“Bizim vazifemiz, içlerdeki fânî alâkaları temizlemek ve gönle muhabbet tohumu ekmek, ekilmiş olanları da hakikat zemzemiyle sulayıp yeşerterek mârifetullah güneşiyle bir ihlâs fidanı hâline getirmektir.”

Çünkü kul, muhabbetullahı, Allah’tan başkasına gösterdiği muhabbet ve bağlılığın üstüne çıkarmadıkça sırât-ı müstakîme lâyıkıyla ulaşamaz. Bunun için de hiç şüphesiz ki yüce Allah’ı, sonsuz ve müteâl sıfatları itibariyle bilmek, yani mârifetullah şarttır. Bir bakıma sırât-ı müstakîm, mârifetullahtan ibarettir. Zira Cenâb-ı Hak buyurur:
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..” (Hûd, 112)

Bu âyet, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in saç ve sakallarına ak düşmesine sebep olmuştur. Hâlbuki kendisinin tam bir istikamet üzere olduğu Yâsîn Sûresi’nde bildirilmektedir. Dolayısıyla burada Allah Rasûlü’nün bütün endişesi, ümmetinin de sırât-ı müstakîm üzere yaşaması arzusundan kaynaklanmıştır.

Çünkü istikamet üzere yaşayıp da Cenâb-ı Hak ile dost olarak huzûr-i ilâhîye varanlara bu dostluğun ilk nişânesi ve ilk mükâfatı âyet-i kerîmede şöyle bildirilir:

“Şüphesiz «Rabbimiz Al-lah’tır!» deyip sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: «Korkmayın, üzülmeyin, size va‘dolunan cennetle sevinin!» derler.” (Fussilet, 30)

Hayatını böyle bir istikamet içerisinde muhabbetullah ve mârifetullah ile tanzim edenler, nefislerinin şerrinden ve şeytanın desîselerinden uzaklaşırlar. Yalnız Hakk’ın rızâsını talep hâlinde yaşarlar. Gönül ikliminde ilâhî lütuf tecellilerine mazhar olurlar. Nihayet gözün gördüğü, kulağın işittiği zâhirî iklîmin ötesine mânevî bir panjur açarlar ve bütün bir kâinat da onlara hikmetli ve azametli bir kitâp hâline gelmiş olur. Onların mârifet güneşi, artık iki dünyada da sönmez.

Ehl-i mârifetten Ebû Saîd el-Harraz -kuddise sirruh-, rüyâsında iblîsi görmüş ve ona asâsıyla vurmak istemişti. İblîs dedi ki:

“Ey Ebû Saîd! Ben o asâdan korkmuyorum. Çünkü o asâ, zâhirdir. Benim korktuğum şey, âriflerin kalp semâlarından doğan mârifet güneşinin nûrânî şuâlarıdır ki, gönüller, o şuâlarla mâsivâyı yakar, kül eder.”

Gerçekten de mârifetullaha eren kâmil insan, Hakk’ın aşk ve muhabbetinin öyle tecellileri altındadır ki, mercek altında bir kâğıdın yanması gibi, onda bütün nefsânî temâyüller birer birer ömrünü tüketir. Böylece kâmil insanın samimî, âşık ve ârif gönlü, nûrânî bir cazibe merkezi hâline gelir, diğer insanlar da gayr-i ihtiyârî olarak onu sever ve sayarlar. Allah da, onun ömrüne bereket ihsan eder ve fânî ömürden sonra da mü’minlerin gönüllerinde hayatiyetini devam ettirir.

Böyle bir kıvama ulaşmış olan bahtiyar mü’min, diğer kulların fânî iltifat ve alâkalarının kıskacına da düşmemenin gayreti içinde olur. Gurur, kibir ve ucub gibi mezmûm sıfatlardan kendisini muhafaza eder. Halk içinde Hak ile beraber ömür sürer. Ta‘zîm li-emrillah/Allah’ın emirlerine hürmetle riâyet ve şefkat li-halkillah/Allâh’ın mahlûkâtına şefkat ve merhamet duygularıyla yaşar. Fakat Allah’a muhabbeti gereğince aslâ zâlim ve nankörlere muhabbet ve meyil göstermez. Yalnız, merhameti îcâbı, onlara da acır, hidâyetlerine dua eder. Mal-mülk ve dünyaya ait bütün servetler, ona yalnız infak için lâzımdır. Çünkü o, kendini mârifetullaha ve vâsıl-ı ilâllah olmaya adamıştır. Artık o, bu cihanın kendine ait ıstırap ve dertlerini bertaraf etmiş has bir kuldur. Bir ömür varlık aynasında dâima perdelerin ötesini seyreder, hikmete âşina olur.

HİKMET AYNASI
İnsan, maddesi ile değil, mânâsı ile mükerrem olduğu için, kulluğun kemâline ancak rûhunun derinliği kadar erişebilir. Dikkatli veya dikkatsiz her gün sayısız defa baktığımız şu yerler ve gökler, İlâhî muhabbetlerle duygulanan insan için idrak ve şuura sunulan bir hikmet aynasıdır. O aynada neler seyredilmez ki! O aynada bütün hakikatlere daha yakînen şâhit oluruz. Meselâ o ayna bize şu gerçeği defaatle gösterir:

Dünyaya ait günler; ilâhî muhabbet, mârifet ve uhrevî lezzetlerden uzak bir şekilde ve yalnızca türlü eğlence ve çılgınlıklarla, yani hayvanî bir yaşayış ile geçerse, insan için hayırlı bir ölüm akşamı olmaz. İçine düşülen son gece öyle karanlık bir gece olur ki, onun mes’ûd bir şafağının sökmeyeceği de tabiîdir. İnsanlardan ebed yolculuğunda böyle hazin âkıbetlere dûçar olanlar pek çoktur. Nefsânî dünya hayatının pembelikleri, âkıbet solgunluğu; kahkahaları ise, cehennem çatırtıları ile doludur.

Dolayısıyla cennet yolcusu olabilmek için muhabbetullah tohumlarını mârifetullah güneşi ile yeşertmek şarttır. Bunun için de dünyanın fânî yaldız, şa’şaa ve gel-geç sevdalarından kalben uzakta kalmak bir zarûrettir. Nitekim İbrahim bin Ethem Hazretleri’nin hayatı, hikmet aynasında seyredildiğinde onun gerçek muhabbet ve mârifete nasıl yönlendirildiği gayet âşikârdır:

Bir gece yarısıydı. İbrahim bin Ethem, tahtının üzerinde uyuyakalmış olarak yatmaktaydı. Birden sarayının damında müthiş bir gürültü ve patırtı çıktı. Yüksek sesle bağırışıp-çağrışmalar, gittikçe çoğaldı ve en nihayet sultanı uyandırdı.

Sultan İbrahim bin Ethem, hızla yerinden doğrularak dama doğru haykırdı:
“– Kim var orada? Gecenin bu saatinde damda ne yapıyorsunuz?”

Derinden bir cevap geldi:
“– Kaybolan devemizi arıyoruz sultanım!”

İbrahim bin Ethem hiddetle seslendi:
“– Damda deve aranır mı bre ahmaklar?!.”

Bu seferki cevap çok mânidâr ve irşâd niteliğindeydi:
“– Ey İbrahim bin Ethem! Sen damda deve aranmayacağını biliyorsun da, sırtındaki ipekli elbiseler, başındaki tâc, elindeki kırbaç ve oturduğun tahtla Hakk’ı arayıp bulamayacağını bilmiyor musun?!.”

Bu ve benzeri hâdiselerden sonra İbrahim bin Ethem’in rûhunda uzun zamandır başlamış bulunan manevî med-cezirler sıklaştı. Nihayet o samimî kul, tacını da tahtını da bırakarak yüce muhabbet ve mârifete öylesine sarıldı ki, içindeki bütün çalkantılar, fırtınalar ve depremler tamamen sükûn buldu. Böylece İbrahim-i Ethem Hazretleri oldu. Evliyâullahın büyüklerinden sayıldı.

ANDAN İÇERU
İbrahim-i Ethem gibi muhabbet ve mârifet deryasına dalarak îmandan ihsana yücelebilenler, kâinatın gözbebeği ve özü olurlar. Bunlar, gerçek insân-ı kâmildirler. Dâima kulluğun zirvesinde yaşarlar. Nitekim Yunus Emre, insanların Hakk’a doğru yolculuklarında vuslat basamaklarını ince bir üslûpla tasnif eder ve en üste mârifeti koyarak şöyle der:

Şerîat, tarîkat yoldur varana,
Hakîkat mârifet andan içeru.

Yani dini, hem zâhiri hem de bâtını itibarıyla yaşayanlar, onun özündeki yüce hakikate nail olurlar, ondan sonra daha derûnda bulunan ilâhî mârifete ulaşırlar. Bu noktada gönül gözleri iki âleme birden açılır. Kul, her yerde Rabb’in ilâhî tecellilerini müşâhede eder. Bu hâl, bir kerâmet değil, muhabbet ve aşk ile irfan ve mârifete ermiş bir gönlün en tabiî özelliğidir. Öyle ki tasavvuf erbabı, ömürleri boyunca hep bu özellikle vasıflanmak için gayret sarf ederler.

TASAVVUFUN GAYESİ
Tasavvufun özü, gönül âlemini selim bir hâle getirmektir. Bundan maksat, muhabbetullah ve mârifetullahtan hisse alacak bir kıvama ulaşabilmektir. Çünkü kul, ancak bu sayede ilâhî vuslata medâr olabilecek bir seviyeye gelebilir.

Bunun için önce gönüllerde muhabbetullahın yeşermesi şarttır. Zira muhabbetullah yeşerdiğinde Cenâb-ı Hakk’ın kalp yoluyla bilinmesi demek olan mârifetullah da hâsıl olmaya başlar. Bu bir bakıma, ilmin irfan hâline gelmesi demektir.

Böyle bir kalbî kıvamın mektebi olan tasavvuf, muhabbetullah ve mârifetullah bahsinde kullara, gönüllerinden mîraca doğru açılmış mânevî bir pencere mâhiyetindedir. Çünkü her şey aslına âşıktır. Beden türâbî olduğu için toprağa meyillidir; ruh ise Cenâb-ı Hak’tan bir tecelli olduğu için mânevî hayata temâyüllüdür. Bu hususta Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

“Bedenin meyli bağlara, bahçelere ve üzümleredir. Rûhun meyli ise, hikmete ve mânevî olan bilgi ve mârifetedir. Yani ruh dâima mânevî hayatı ister. O, dâima diri ve ebedî olan, kâinatı yaratan Allah’ı özler. Çünkü mekânsızlık rûhu, onun aslıdır.”

Ruhların bu ihtiyacını gidermek üzere Cenâb-ı Hak peygamberleri şu üç vazife ile memur kılmıştır:

a. Allah’ın dinini tebliğ etme,
b. İnsanların iç âlemlerini terbiye etme,
c. Bu terbiye neticesinde Kitap’ın derinliklerini ve kâinattaki hikmetleri tâlim etme.

MÂRİFETİN HAKÎKATİ:
ACZİYYETİ İDRAK
İslâm büyükleri ilim hakkında demişlerdir ki:
“İlim, idrak etmektir. İdrak gerçekleşmeden ilim tahakkuk etmez. Bu idrakin müntehâsı ise mârifetullahtır. Bu yönüyle mârifetullah bütün ilimlerin özüdür. İlimler bu ilme yakınlığı derecesinde değer kazanırlar…”

Kur’ân-ı Kerîm’de âlim tabiri, bu mârifet bilgisine sahip olanlar için kullanılır ve en belirgin özellik olarak da ittikāları ifade edilir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“… Kulları içinde ancak (gerçek) âlimler Allah’tan (gereğince) korkar…” (Fâtır, 28)

Buradaki korku, ürküntü taşıyan bir korku değildir. Daha çok muhabbet korkusudur. Yani sevdiğini üzmeme, onu memnun edememe ve onun rızâsından uzak düşme ihtimali dolayısıyla çekilen endişedir. Bu da zihinden ziyade kalpte tecelli eder. Dolayısıyla her şeyden önce ilmin irfana dönmesi zarurîdir. Zira ilmi irfana dönüştürmeyerek onun yalnız zihnî hamallığını yapan ve kendini nefsânî arzularının kasırgaları içinde perişan eden bilgi sahiplerini Cenâb-ı Hak Cuma Sûresi’nde tıpkı ciltlerle kitap taşıyan merkeplere benzetmektedir.

Bu sebeple Yunus Emre Hazretleri, mârifetin hakikatini şöyle ifade eder:

İlim, ilim bilmektir,
İlim, kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsen,
Bu nice okumaktır?!.
Okumaktan mânâ ne?
Kişi Hakk’ı bilmektir.
Çün okudun bilmezsin,
Ha bir kuru emektir!
Yigirmi dokuz hece,
Okusan ucdan uca,
Sen elif dersin hoca,
Mânâsı ne demektir?

Bu mısralarda sehl-i mümtenî şeklinde anlatılan mârifet, insandaki, kelâmdaki ve bütün kâinattaki sır ve hikmetleri kapsayan, sınırsız ve sonsuz bir ilm-i ilâhîdir. Dille çok kolay ifade ediliyor görünen bu ilmi, aslında tam anlamıyla tarif etmek, beşer idrakinin üzerindedir. Ancak herkes, iktidar, istidât ve gayreti nispetinde bu ilimden haz duyar ve nasiplenir. Bu sebeple Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“(Allah’ım!) Sen’i lâyık olduğun şekilde medh ü senâdan âcizim! Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin!” (Müslim, Salât, 222) buyurmuşlardır.

İşte marifet! Bütün mesele böyle bir irfan ile Hakk’a âşık ve ârif olabilmektir.

ÂŞIKLARIN ve
ÂRİFLERİN HASLETLERİ
Aşk ve mârifet, âşıklara ve âriflere öyle hasletler kazandırır ki, onlara melekler de imrenir, yedi kat gökler de. Dolayısıyla insana haslet olarak sadece aşk ve mârifet yeter de artar bile. Çünkü Hakk’ın huzuruna aşk ve mârifetle varan bahtiyarlara: «Ne getirdin?» değil: «Ne istersin?» suâli sorulur.

Rivâyet edilir ki Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri vefat ettiğinde dostlarından biri onu rüyâsında gördü ve sordu:
“–Yâ Bâyezîd! Hâlin nicedir?”

Bâyezîd Hazretleri cevaben şöyle dedi:
“–Melekler bana önce: «Ey pîr! Buraya ne getirdin? Ne ile geldin?» demişlerdi, ben de dedim ki: «Bir padişahın kapısına gelince ona ne getirdin demezler, ne istersin, derler.» Bunun üzerine: «O hâlde ne istersin?» dediler.”

Hazret-i Mevlânâ, Bâyezîd-i Bistâmî gibi gönlü yüce âriflerin kadr u kıymetini şöyle anlatır:

“Âriflerin bir vahdet ve mârifet sürmesi vardır; sen, o sürmeyi ara da, ırmağa benzeyen şu gözün deniz kesilsin.”

“Ârif, her an padişahın tahtına kadar ulaşır; zâhid ise, yürür yürür, bir ayda sadece bir günlük yol alır!”

Çünkü ârifler âşıklardır. Aşk ile yol alırlar. Onlar, kendi mertebelerinden Hak tarafına, muhabbetin sonsuz kuvveti ile hızla koşarlar ve her an kulluk ile seyrederler, nihayet Hakk’a vâsıl olurlar. Fakat dini kuru bir şekilde yaşayanlar ise, Allah’tan sadece korktukları için O’na yönelirler. Yani onlarda muhabbetten ziyade korku hâkimdir. Korku ise, yolu uzatır; bir günlük yol bir ayda biter. Bu bakımdan Hazret-i Mevlânâ, ârifleri şöyle tarif eder:

“Ârif doğru yolun da, takvânın da canıdır. Mârifet geçmiş zamanlardaki zâhidliğin mahsûlüdür. Yani zâhidlik; tohum ekmeye çalışmaktır. Mârifet ise; ekilmiş tohumun neticesidir.”

“Ârifler, bugünümüzün de padişahıdır, yarınımızın da. Kabuk, lezzetli ve tatlı olan içe, dâima kul ve köle olmuştur.”

“Şunu iyi bil ki, ârifin gözü, iki âlemde de insana kurtuluş vesilesi olur. Herkes, en güçlü padişahlar bile onun yardımına muhtaçtır, ondan yardım görürler! Yani; Hakk’ın tecellisine mazhar olmuş, Hak’ta kendini bulmuş olan ârifin gözü, artık onun kendi gözü değildir!”

“Gözü padişahtan hiç ayrılmayan, başkasına bakmayan, yanılmayan Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu sebeple her yüreği yanana, her dertliye şefaatçi oldu.”

“Hâsılı ârif bir kul, hoşça bir hâlde oturduğu yerden, gizli bir yoldan yüzlerce dünyayı gezer ve her şeyde yalnız Hakk’ı görür.”

“Âriflerin gönüllerinde daha nice sırlar vardır ki, onlara dair dudakları kilitlidir.”

Kısaca gerçek âşık ve ârifler bu sıfatlarla muttasıf kimselerdir. Onlar her türlü kötü ahlâktan arınmış, fânî sıfatları terk etmiş ve sadece ilâhî ahlâka bürünmüş bahtiyârlardır. Allah’ı öyle sevmişlerdir ki, Allah da onları sevmiştir.

BAYRAMIN ŞAFAK VAKTİ
Yukarıda bahsettiğimiz yüce hususiyetleri çerçevesinde âşıkların ve âriflerin ömrü âdeta Ramazân-ı Şerîf gibi rahmet, bereket ve ibadet ile cennete hazırlık olarak geçer. Onların son nefesleri de ebedî bir bayramın şafak vakti olur.

Bu itibarla;
İçinde bulunduğumuz Ramazân-ı Şerîf mevsimini muhabbetullah ve mârifetullah tahsili ile değerlendirmeliyiz. Bu muhabbet ve mârifet için ne yapmak gerekiyorsa onları tek tek idrak edip gerçekleştirmeliyiz.

Bilmeliyiz ki;
İbadetlerimizi şevk ile yapmak, oruçlarımıza açlığın ötesinde bir yücelik kazandırmak da bu muhabbet ve mârifet için şarttır.

Kanadı kırıklara merhem olmak, kimsesizlere kimse olmak, feryâd ü figan içinde inleyenlere kulak vermek, yere düşmüşlere el uzatmak, ağlayanlara tebessüm mendili sunmak, çaresizlere çare olmak da muhabbet ve mârifet için şarttır.

Yaşayanlar kadar ölmüşlerimizi de unutmamak, onları Allah yolunda infak ve Kur’ân-ı Kerîm tilâveti ile sevindirmek de muhabbet ve mârifet için şarttır.

Bir gönül kazanmak, bir gönlü tamir etmek, bir kalbi kâbetullah hâline getirmek, bir yüreğin dikenlerini temizlemek de muhabbet ve mârifet için şarttır.

Kimseyi incitmemek, incinmemek de muhabbet ve mârifet için şarttır.

Kendimizi, ailemizi ve evlâtlarımızı cehenneme yakıt olmaktan kurtararak birer cennet goncası ve bülbülü hâline getirmek yolunda gayret, dinî tahsil, bilhassa Kur’ân-ı Kerîm eğitimi ve Hazret-i Peygamber’e bağlılık da muhabbet ve mârifet için şarttır.

Bütün mukaddes değerlerimizi yaşatmak, milletimize ve bu cennet vatanımıza sahip çıkmak da yüce muhabbet ve mârifet için şarttır.

Hâsılı tâzim li-emrillâh, yani Cenâb-ı Hakk’ın emir ve rızâsına tâzimin içerisinde hangi özellikler varsa ve şefkat li-halkillah, yani yaratılanlara şefkat ve merhamet dairesinde ne gibi husûsiyetler yer alıyorsa bütün bunlara sahip olmak ve îcaplarını yerine getirmek ilâhî muhabbet ve mârifet için şarttır.

Bütün bu şartlar yerine geldiğinde ömrümüzün her ânında vuslat nûru yollarımızı aydınlatır. Adımlarımız cennet-i âlâda son bulur. Korkunç kıyâmet sabahı da bize, sonsuz bayramın şafak vakti olarak tecelli eder.

Yâ Rabbi! Bizleri bu tecelli ile haşret! Bu fânî âlemin bin bir ıstırap ve imtihanında üzerimize sabır ve sebât yağdır! Hastalara devâ, dertlilere şifâ, borçlulara edâ ihsan eyle! Yıllardır onca zulüm ve katliam içinde perişan olan mü’minlere yâr ve yardımcı ol Allah’ım!

İlâhî! Nefes nefes bütün bir ömrü ancak Sen’in rızâ-i şerîfin istikametinde muhabbetullah ve mârifetullah tecellileri ile yaşamayı cümlemize nasip eyle!

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147