“Allah’ın âyetleri muhkem âyetler ve müteşabih âyetlerdir. Muhkem âyetler, Ümmülkitab’ın esasını teşkil eder. Müteşabih âyetlere gelince onların gerçek anlamını Allah’tan başka kimse bilmez. Kalplerinde zeyg olanlar, bu müteşabih âyetleri yoruma tâbî tutarak insanların arasına fitne sokmak isterler. İlimde kökleşmiş olanlarsa rasihunsa derler ki: Yarabbi! biz inandık, îmân ettik ki muhkem âyetler de müteşabih âyetler de Allah’ın katındandır.” Ve Allahû Tealâ şöyle bitiriyor âyet-i kerimeyi: “Ama bu müteşabih âyetleri rasihun da tezekkür edemez, illa ulûl’elbab.”
“Sadece ulûl’elbab tezekkür edebilir.” diyor. Kimdir ulûl’elbab? Ulûl’elbab, daimî zikrin sahipleridir. Kimdir ulûl’elbab? Kalp gözü açılanlar, kalp kulağı açılanlar, beş duyunun ötesinde algılama sistemi başlamış olanlar. Böylece ilm-i ledûna girenler. İşte fizik standartlarda insanların bu gözlerle gök katlarını görmeleri mümkün değil. Bu gözlerle zemin katta ana dergâhın manevî özelliklerini görmeleri mümkün değil. Ne altın para kümesini çözebilirler ne Hz. Ebûbekir’in kürsüsünü görebilirler ne insan ruhlarının nasıl sıralandığını görebilirler ne insan ruhlarının Allahû Tealâ’ya ulaşmak için yola çıktıkları zaman Sıratı Mustakîm’in altın kapısının sağ tarafında, ta kapıya kadar nasıl secde halinde beklediklerini görebilirler. Hiçbir şey göremezler. Ne de biraz yukarı tarafta zamanın halifesinin ilm-i ledûnu öğrettiği 7. kata çıkabilenleri görebilirler. Hiçbir şey göremezler.
Öyleyse bizim fizik vücudumuz bu zahirî âleme ait bir özellik gösterir. Zahirî âlem, bize göre fiziktir ve bu gözler bu âlemi görmek üzere dizayn edilmiştir. Hz. Musa, bu âleme ait olan baş gözleriyle Allahû Tealâ’yı görmeyi diledi. Allahû Tealâ da O’na dedi ki: “Senin bu fizik vücudun bütün insanlar gibidir. Bununla sen Bizi göremezsin.” dedi. Hz. Musa da ısrar etti. Allahû Tealâ da dedi ki: “Kalp gözünle bu her zaman mümkün ama baş gözünle Bizi görmek istersen buna dayanamazsın. İstersen Ben şu karşı dağa tecelli edeyim, sen de duruma bak.” Allahû Tealâ karşı dağa tecelli ettiği zaman Hz. Musa bayıldı. İşte bayıldıktan sonra kendine gelen Hz. Musa, bir daha baş gözüyle Allah’ı görmeyi dilemedi ama kalp gözüyle kim bilir kaç bin defa Allahû Tealâ’yı gördü.
Şimdi böyle bir dizaynda buradaki niyet olayı, acaba baş gözünün “reâ” fiiliyle anlatılan görüşü müdür? Hayır! Allahû Tealâ’nın görülmesi, hiçbir standartta baş gözüyle gerçekleşemez. Peygamber Efendimiz (S.A.V), ruhu fizik vücuduna örtü olarak Allah’ın katına çıktı. Fizik vücuduna örtü olan ruhunun gözleriyle Allahû Tealâ’yı gördü. Ama daha evvel zaten Allahû Tealâ, Kendisini Peygamber Efendimiz’in kalp gözüyle göstermişti. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in iki ayrı açıdan Allah’ın Zat`ını gördüğü, Kur’ân-ı Kerim âyetlerine göre kesin. Çünkü Allahû Tealâ diyor ki:
53/NECM-11: Mâ kezebel fuâdu mâ reâ.
Kalbindeki fuad (gönül gözü görmesi), gördüğü (ruhun gözlerinin gördüğü) şeyi tekzip etmedi.
“Kalbi gördüklerini tekzib etmedi; yalanlamadı.”
Kalp gözünün gördüğü şey, ruhunun baş gözüyle gördüğü şeyle aynıydı. Daha evvel Allahû Tealâ’yı yüzlerce defa gördü. Orada, Allah’ın huzurunda bir de ruhunun gözleriyle gördü. İşte ruhunun gözleriyle görmesi de ilm-i ledûndur, nefsinin kalp gözüyle görmesi de ilm-i ledûndur.
Burada ilm-i ledûnun sadece rüyet konusunu gördük. Bir de Peygamber Efendimiz (S.A.V), Allah’ın katına çıktığı zaman da Allah’ın katına çıkmadan evvel de Allahû Tealâ ile yüzlerce defa konuşmuştu. Yetmez; Allahû Tealâ neyi söyletmek istiyorsa onu hep söyletmişti. Şimdi böyle bir tatbikat şunu gösteriyor: İlmi ledûn, burada birinci anlattığımız konuda görüşü kapsadığı halde, bir de Allah’ın söylediklerini işitebilme kabiliyeti söz konusu. Baştan söylediğimiz gibi Allahû Tealâ konuştuğu zaman başlangıçta onu kulaklarımız duymaz. Bu kulaklar Allah’ın söylediklerini duymaya müsait değildir. Allahû Tealâ kalbinizdeki sem`î hassası yoluyla size ulaşır. Öyleyse ne zaman Allahû Tealâ bizimle konuşur? Allahû Tealâ’nın bizimle hangi konuşması olursa olsun, bu konuşma vahiydir. Vahiyse bu kulakların duyabileceği bir özelliği taşımaz. Vahiy, ilmi ledûnun bir bölümünü oluşturur. İlmi ledûn adını verdiğimiz sistemin bu bölümünde, Allahû Tealâ’nın indinde Allahû Tealâ’nın dizaynını görüyoruz. Yani gerek kalbimizin, Allah’ın kalbimize göre olan sesini duyma hassası, gerek kalbimizin gözünün Allah’ın gösterdiklerini görmesi, ilmi ledûnun iki ayrı parçasını oluşturur. İlmi ledûn her zaman aynı standartlarda bir olgudur. Beş duyumuzun alamayacağı, alması mümkün olmayan üst seviye standartlar kalbinizle yaşanır. İşte görme açısından kalbimizdeki görme hassasına Allahû Tealâ “basar” diyor. Yûsuf Suresinin 108. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:
12/YÛSUF-108: Kul hâzihî sebîlî ed’û ilâllâhi alâ basîratin ene ve menittebeanî, ve subhânallâhi ve mâ ene minel muşrikîn(muşrikîne).
De ki: “Benim ve bana tâbî olanların, basiret üzere (kalp gözüyle basar ederek, Allah’ı görerek) Allah’a davet ettiğimiz yol, işte bu yoldur. Allah’ı tenzih ederim. Ve ben, müşriklerden değilim.”
“O ümmîlere ve kitap sahiplerine de ki: Benim ve bana tâbî olanların basiret üzere (yani kalbimizdeki basar hassasıyla Allahû Tealâ’yı görerek) Allah’a çağırdığımız yol, işte bu yoldur. Bu Sıratı Mustakîm’dir. Bu bizim yolumuzdur.”
Demek ki bütün sahâbe başta Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le birlikte Allah’a çağırıyordu. Ama bir özellikleri var; basiretle. Burada şimdiye kadar anlattığımız İlmi ledûn standartlarının yeni bir açıklamasına şahit oluyoruz. Bu açıklamada bütün sahâbe, kalp gözleriyle Allahû Tealâ’yı görmüşler. Öyleyse Allahû Tealâ’nın kalp gözüyle görülmesi, beş duyumuzdan görme hassası olan baş gözümüzle görülmesi anlamına gelmiyor. Ne zaman devreye kalbe ait özellikler girmişse ve diğer beş duyumuz harekete geçmeden herhangi bir konuda doğrudan doğruya kalbimizle ilişkiyi kuruyorsak, burada ilm-i ledûn vardır. İşte ilm-i ledûnun muhtevası sadece kalp gözümüzle görmek, kalp gözümüzle işitmek, Allah’ı görmek, Allah’ı işitmek değildir; onun ötesinde Allahû Tealâ’nın ilmi ledûnu farklı standartlar da gösterir.
İşte Hz. Süleyman, Belkıs’ın tahtının kendisine gönderileceğini öğreniyor. Şehrin ileri gelenlerini topluyor ve diyor ki: “Ey bu şehrin ileri gelenleri! Belkıs bize tahtını gönderecek ama o tahtını bize göndermeden evvel aranızdan hanginiz o tahtı bize getirebilir?”
Allahû Tealâ Kur`ân-ı Kerim’de diyor ki:
27/NEML-38: Kâle yâ eyyuhel meleu eyyekum ye’tînî bi arşihâ kable en ye’tûnî muslimîn(muslimîne).
(Süleyman A.S): "Ey ileri gelenler! Onlar teslim olmak üzere bana gelmeden önce, onun tahtını hanginiz bana getirir?" dedi.
27/NEML-39: Kâle ıfrîtun minel cinni ene âtîke bihî kable en tekûme min makâmik(makâmike) ve innî aleyhi le kaviyyun emîn(emînun).
Cinlerden ifrit: "Sen, makamından kalkmadan önce onu sana getiririm. Muhakkak ki ben, ona (onu gerçekleştirebileceğime) kuvvetle eminim." dedi.
“İfrit dedi ki: sen daha yerinden kalkıp tekrar oturana kadar biz o tahtı sana getiririz.”
Ondan sonra Allahû Tealâ bir şey daha söylüyor:
27/NEML-40: Kâlellezî indehu ilmun minel kitâbi ene âtîke bihî kable en yertedde ileyke tarfuk(tarfuke), fe lemmâ reâhu mustekırran indehu kâle hâzâ min fadlı rabbî, li yebluvenî e eşkur em ekfur(ekfuru), ve men şekere fe innemâ yeşkuru li nefsih(nefsihî) ve men kefere fe inne rabbî ganiyyun kerîm(kerîmun).
Kitaptan ilmi olan kişi (Hızır A.S): “Ben onu, sen gözünü açıp kapamadan önce sana getiririm.” dedi. (Süleyman A.S) böylece onun yanında (önünde) durduğunu görünce: “Bu Rabbimin bir fazlıdır (lütfudur), ben şükredecek miyim yoksa küfür (nankörlük) mü edeceğim diye beni imtihan etmek için.” dedi. Ve kim şükrederse sadece kendi nefsi için şükreder. Ve kim küfrederse o taktirde muhakkak ki benim Rabbim Gani`dir, Kerim`dir.
|