ilmi ledun hakkında
SUAL: İlm-i ledûn nedir? Kur’ân-ı Kerim’de anlatılmış mıdır? Ayrıca zülmanî ilimlerden farkı nedir?)
Yüce Rabbimize sonsuz hamd ve şükrederiz ki bizleri bir defa daha Allah’ın zikir sohbetinde bir araya getirdi.
Allahû Tealâ’nın indinde ilm-i ledûn, “Allah’ın gizli ilmi” anlamına geliyor. Allahû Tealâ’nın zahir kıldığı ilimler var; insanları amelle yükümlü kıldığı emirler. Allahû Tealâ’nın dîn konusunda verdiği bütün bilgiler bu bölüme girer. Ama bir de Allah’ın ileri seviyedeki evliyalarına öğrettiği ilm-i ledûn var. Bu ilmin ötesi ve irfan boyutları içinde, beş duyumuz ötesinde kesbedebildiğimiz şeyler. Fizik âleminin kanunlarını aşan, fizik ötesi kanunlara tâbî olan -ki aynı kanunlar her âlemde birbirinin devamıdır- bir özellik gösterir. Öyleyse Allahû Tealâ’nın indinde bütün insanlar için söz konusu olan şey, Allahû Tealâ’nın bu ilm-i ledûnunu yaşamaktır.
Asırlarca evvel Yıldırım Beyazıd, Bursa’da Ulu Cami’nin açılışında damadına diyor ki: “Caminin açılışını sen yapacaksın.” Damadı olan Emir Sultan Hazretleri, konuşmayı yapmak üzere minbere çıkıyor: “eûzûbillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.” diyor. Konuşmaya başlayacakken duruyor ve dinliyor. Ondan sonra diyor ki: “Rabbimizden gelen emir şöyle ki; konuşmayı yapmaya ben yetkili değilmişim. Konuşmayı Somuncu Baba yapacak.”
İlm-i ledûn başladı. Allah’tan o sırada vahyini aldı ve emrin gereğini yerine getiriyor, Somuncu Baba’nın gelmesini bekleyerek. Ve Somuncu Baba geliyor. Somuncu Baba üç tane konuşma yapıyor, aynı konuda; takva konusunda. Birinci takvayı anlatıyor, sonra ekber takvayı anlatıyor, sonra azîm takvayı anlatıyor. Birinci konuşması için diyor ki: “Bunu avam da anladı, havas da anladı, hazz’ul havas da anladı.” İkinci takvayı (ekber takvayı) anlatıyor ve “Bunu havas ve hazz’ul havas anladı.” diyor. Azîm takvaya gelince “Bunu sadece hazz’ul havas anladı.” diyor.
İşte burada ilmin derece derece ledûnu var. Kalp gözünün açılması, kalp kulağının açılması, ilmin ötesinde bir özellik gösterir. İşte Allahû Tealâ’nın bu özel ilmi, ilm-i ledûn adını alıyor. Yani kalp gözünüz açılmadıkça Allah’ın gösterdiklerini ne zemin kat olarak ne (3, 4, 5, 6, 7) ayrı ayrı gök katları olarak göremezsiniz. Salâha ulaşmadıkça, Allah’ın Zat’ını göremezsiniz. Allahû Tealâ dilerse daha ötesini gösterebilir. Ama normal standartlarda bu hakkı müktesep olarak elde ettiğiniz yer, daimî zikirdir. Öyleyse daimî zikrin çok daha ötesi olan salâh makamı, Allahû Tealâ’nın Zat’ının mutlaka görüldüğü bir özellik ifade eder ki; ilm-i ledûnun en büyük özelliği Allah’ın Zat’ını görebilmektir.
Öyleyse ilm-i ledûn öyle bir ilimdir ki; aynı anda aynı yerde bulunan ruhlardan bazıları bu ilmin sahibidir, bazıları değildir. Şimdi Somuncu Baba’nın hikâyesine devam ederek ilm-i ledûnun başka özelliklerini verelim.
Somuncu Baba konuşmasını yaptıktan sonra minberden iniyor. Avamdan bir grup, havastan bir grup ve hazz’ul havastan bir grup geliyor ve hepsi de Somuncu Baba’yı o akşam evlerine yemeğe davet ediyorlar. Birbirlerinden ayrı yerlerde söylüyorlar. Birinci grup söylüyor. Daha sonra ötekiler Somuncu Baba’yı yakalıyor ve onlar söylüyor. En son üçüncü grup yakalıyor ve onlar da söylüyor. Somuncu Baba hiçbirine “hayır” demiyor.
Ve o gece ne olmuşsa olmuş. Ertesi gün Ulu Cami’de şenlik var. Hazz’ul havas diyor ki: “Akşam Somuncu Baba bizdeydi. Çok üst seviyelere geldik. Büyük zevkler yaşadık.” Havas diyor ki: “İyi ama nasıl olur ki? O, bizdeydi.” Avam da diyor ki: “İkiniz de yanılıyorsunuz. İkinizde de olamaz. Çünkü O, bizimle beraberdi.”
Şimdi burada idrakin de birbirinden farklı olduğuna dikkatinizi çekmek istiyorum. Havasın söylediği: “Belki de olabilir.” tarzında. Ama avam, “İmkânsız, bizimle beraberdi.” diyor. Ve günlerden Cuma. Cuma ezanı okunurken, 3 tane kapıdan birden 3 tane Somuncu Baba giriyor Ulu Cami’ye. O noktadan sonra bir daha Somuncu Baba’yı artık kimse Bursa’da görmemiş. Bursa’dan ayrılmış ve ondan sonraki hayatının tamamını Bursa’nın dışında geçirmiş.
Somuncu Baba’nın 3 tane olarak, Ulu Cami’nin 3 kapısından birden aynı anda girmesi; işte burası ilm-i ledûnun bir işaretini taşır. Somuncu Baba aslında bir tane. O da Somuncu Baba’nın fizik vücudu. Öteki de ruhu. Ya üçüncüsü? Üçüncüsü de gene ruhu. Ama böyle bir dizaynda üçünü birden kullanan Somuncu Baba mı? Hayır! Sadece fizik vücudunu kullanan, Somuncu Baba. Hem birinci ruhu hem de ikinci ruhu, Allahû Tealâ’nın kumandasında.
Öyleyse kim mürşidiyle karşı karşıya olmayı dilerse, onun rabıta yapması gerekir. Rabıta için gayret sarf edenlerin hepsi, neticede rabıtanın şerefine ererler. Diyelim ki aynı anda bin kişi birden mürşidiyle konuşuyor, bin kişi birden kalp gözüyle mürşidini görüyor. Söylediklerini, kalbinden geçirdiklerini ona işittiriyor. Onun da söylediklerini kalbinden işitiyor.
Kalbinde işitmek ne demek? O da ilm-i ledûnun bir başka bölümü. Allahû Tealâ’nın söyledikleri kulağınıza ulaşmaz. Benim söylediklerim şu anda sizin kulağınıza ulaşıyor. Kulağınız onu işitmiyor; duyuyor. Duyduklarını beyne iletiyor ve beynin bir temel fonksiyonu olan zihin sözü işitiyor; yani mânâsına varıyor. Ama kendine mâl edemez. Kişinin kendine mâl edebilmesi için kalbine inmesi lâzım, kalbinde fıkıh etmesi lâzım. İşte ne zaman kalbine inerse, kalbinde fıkıh edebilirse, o zaman bu kişi meselenin mânâsına varır ve kendisine mâl eder.
Bu, fizik standartlarda herkesin yapabileceği cinsten bir fıkıh etme müessesesidir. Ama eğer size Allahû Tealâ hitap ediyorsa, kulağınıza hitap etmez, beyninize hitap etmez; doğrudan kalbinize hitap eder. Yani iki tane safhayı atlar, üçüncü ve son safhada size ulaşır. O zaman yaptığınız şey, Allahû Tealâ’nın söylediklerini idrak etmektir. Ne oldu? Kalbinizle idrak ediyorsunuz.
Allahû Tealâ, kulağınıza söylediği şeyi zihninizden kalbinize indiriyor. Ama bu fizik şartların işitmesidir, fizik şartların idrakidir. Zihindeki idrak, aynı vasıtalarla oluşmaz. Buradaki farklılığı anlatmak istiyorum. Yani kalp kulağı açık olmayan bir insan, Allah’ın söylediklerini duyamaz. Ama kim ona kulağının işitebileceği şekilde bir şeyler söylemişse, o kulağın duyduğu şeyi zihni işitir, zihne ulaşır ve zihin onu kalbe indirip fıkıh eder.
Kalpteki fıkıh hassası, kalpteki sem’î hassası ile aynı şey değildir. Kalpteki fıkıh hassası, idraki sağlayan müessesedir. Ama sem’î hassası, kalbin işitme hassasıdır. Farklılık orada ki; eğer Allahû Tealâ ilm-i ledûnuyla kalbinize hitap ederse, kalbinizin sem’î hassasına hitap eder; işitme hassasına; işitirsiniz. Ondan sonra kalbinizdeki fıkıh hassasına ulaşır; kendinize mâl edersiniz. Duyan, kulak değildir artık. Duyan ve işiten, kalbinizdeki sem’i hassasıdır, işitme hassasıdır. Her ikisinde de idrak eden gene kişinin kendine mâl ettiği kalpteki fıkıh hassasıdır. Öyleyse fıkıh noktasına ulaşıncaya kadar nerden geliyor? Allah’tan geliyor. Ama bu kulaklara gelmiyor, zihne de gelmiyor; kalbe geliyor. Kalpteki sem’î hassası, Allah’ın söylediklerini işitiyor. Zihinde şekillenmiyor hiç, doğrudan doğruya kalpteki idrake geliyor. Yani kişinin kendine mâl etme sistemine geliyor.
Öyleyse ne zaman bir insan, mürşidiyle bir neticeye ulaşmışsa Allahû Tealâ’nın indinde bir sonuç hasıl oluyor. Böyle bir dizaynda mürşidini kalp gözüyle gören kişi, kalp kulağıyla işitir. Kalbindeki sem’î isimli işitme hassasıyla işitir. Bu kulakları duymaz, bu kulakları işitmez. Kalbindeki sem’î hassası, duymanın ötesinde onu işitir. Kalpte mânâlanır ve kalpte fıkıh edilir.
Demek ki ne zaman kalbimizdeki görme hassası, ne zaman kalbimizdeki işitme hassası devreye giriyorsa, burada ilm-i ledûn vardır. Allahû Tealâ’nın ilm-i ledûnu, bütün insanlar için bir farklılık ifade eder. Yani Allahû Tealâ ilm-i ledûnunu, beş duyu ile sağlanabilecek olan sistemlerde oluşturmaz. Beş duyunun ötesinde kalbin duyma sistemleri, kalbin işitme sistemleri, kalbin görme sistemleri devreye girdiği zaman netice farklı teşekkül eder.
Demek ki bir insan kulağıyla duyar, zihniyle işitir, kalbine indirip kendisine mâl eder. Bu, fizik şartların, fizik alıntıların geçerliliğini ifade eder. Ama ne zaman Allahû Tealâ o kişinin kalp kulağını açmışsa, kalp gözünü açmışsa, kalbindeki fıkıh hassasını çalışır hale getirmişse, o zaman kalbindeki ilm-i ledûnu temsil eden üç hassa da çalışıyor: Görme hassası, işitme hassası, fıkıh etme hassası.
Böyle bir dizaynda Allahû Tealâ’nın ilm-i ledûndan bir muradı var. İlmi ledûn, beş duyumuzla ulaşabileceğimiz standartların ötesidir. İşte Allahû Tealâ’nın liyakat kanununa göre Allahû Tealâ ilm-i ledûnu sadece onun yeteneklerini sahip kıldığı kişilere verir. İşte ilm-i ledûnun bir başka standardı, kişinin idrak kapasitesi, kişinin tezekkür kapasitesi.
Dîn adamları soruyorlar: “Kur’ân-ı Kerim’i, özellikle müteşabih âyetleri kim tezekkür edebilir?” Cevap veriyorlar kendileri: “Arapçayı ana dili gibi bilecek. Fıkıh bilecek, kelâm bilecek, akait bilecek, bilmem kaç yüz tane hadîsi ezbere bilecek. Ve daha ötede Arapçanın gramerini bilecek. Ancak böyle bir adam Kur’ân-ı Kerim’i tezekkür edebilir.” İşte ilm-i ledûn burada devreye giriyor. Çünkü Allahû Tealâ öyle söylemiyor. Âli İmrân Suresinin 7. âyet-i kerimesinde diyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN-7: Huvellezî enzele aleykel kitâbe minhu âyâtun muhkemâtun hunne ummul kitâbi ve uharu muteşâbihât(muteşâbihâtun), fe emmâllezîne fî kulûbihim zeygun fe yettebiûne mâ teşâbehe minhubtigâel fitneti vebtigâe te’vîlihi, ve mâ ya’lemu te’vîlehû illâllâh(illâllâhu), ver râsihûne fîl ilmi yekûlûne âmennâ bihî, kullun min indi rabbinâ, ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).
Kitab`ı sana indiren O`dur. Onun bir kısmı muhkem (hüküm ihtiva eden, mânâsı açık olan) âyetlerdir, onlar Kitab`ın esasıdır ve diğerleri, muteşâbihtir (yoruma açık âyetlerdir). Fakat kalplerinde eğrilik (bâtıla meyil) bulunanlar, bu sebeble muteşâbih olanlara (yorum gerektirenlere) tâbî olurlar. Ondan fitne çıkarmak için, onun te`vilini (yorumunu) yapmak isterler. Ve onun te`vilini Allah`dan başka kimse bilmez ve ilimde rusuh sahipleri ise: “Biz O`na îmân ettik, hepsi Rabbimizin katındandır” derler, onlar da tezekkür edemezler, sadece Ulûl`elbab (daimi zikrin ve sırların sahipleri) (tezekkür edebilir).
|