Sırrul Esrar Tövbe ve Telkin
Sırların Sırrı
Meşhur mutasavvıf Abdulkâdir Geylânî’ye (471-561/1079-1166) nispet edilen ve Sırru'l esrâradıyla meşhur olan bu kitap, Hâlid Muhammed ile Muhammed Ğassân tarafından birlikte tahkik edilerek neşredilmiştir(Dâru’s-Senâbil, Dımaşk 1415/1994, 3. bs.). İki muhakkik, "Geylânî Kitaplığı” serisi için*de, müellifin bütün eserlerini tahkikli olarak neşredeceklerini ifade etmişlerdir, (s. 23, dn. 2). Bu serinin ilk kitabı, tercümesini sunduğumuz Sırru’l-esrâr'dır.
Hamd; kâdir-alîm, nâzır-halîm, cevâd-kerîm, rab-rahîm olan; zikr-i hakîm ve Kur’ân-ı azîmi, dîn-i kavım ve sırât-ı müstakim ile gönderilen Muhammed’e (a.s.m.) indiren Allah'a mahsustur. Salât ve selâm, kendisiyle risaletin son bulduğu, insanları dalâletten hidayete yöneltici, kitapların en şereflisiyle Acem ve Arab’a gönderilmiş, ümmi, Arab, emîn peygamber şerefli Muhammed’e (a.s.m.), hidayeti arayanları hidayete ulaştıran âline ve seçilmiş hayırlı kişiler olan ashabına olsun. Sonsuz hamd ve selam!
Bu hamd ve salât-ü selâmdan sonra deriz ki: İlim, en şerefli pâye, en yüce mertebe, en değerli övünç sebebi ve en kazançlı ticaret yoludur. Çünkü âlemlerin Rabbi’nin tevhidine ve gönderdiği peygamberlerinin tasdikine ancak ilimle ulaşılabilir. Âlimler, Allah’ın kendilerini dininin köşe taşları olarak seçtiği ve fazilet meziyeti ile kendisine yönelttiği kullarının seçilmişleri olmuştur. İşte Allah, onla-n seçip tercih etmiştir. Onlar, peygamberlerin ve halifelerinin varisleri, Müslümanların dayanağı ve onların problemlerini çözen uzman kişilerdir.
Allah teâlâ: "Biz, bu ilâhı vahyi, kullanmızdan seçtiklerimize miras olarak bahşettik. Onlardan bazısı kendilerine zulmeder, bazısı (doğru ile eğri arasında) ara yolu tercih eder, bir kısmı da Allah'ın izniyle iyilikte başı çekenlerden olur. İşte asıl büyük fazilet budur” buyurur (Fâtır, 35/32). Peygamber (a.s.m.) de şöyle buyurmuştur: "Âlimler, ilim yönünden peygamberlerin vârisleridir. Semâ ehli onlan sever. Denizdeki balıklar, kıyâmet gününe kadar onlar için istiğfareder." Diğer bir hadisinde de şöyle buyurdu: "Allah, kıyâmet gününde kullan diriltir. Sonra âlimleri ayınp şöyle hitap eder: Ey âlimler topluluğu! İlmimden size vermemin sebebi, sizi bilmemden başka bir şey değildir. Onu size azap etmek için vermedim. Haydi, cennete gidin. Sizi bağışladım.” Her hâl-ü kârda, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. O Allah ki, cenneti, âbidler için bir haz makamı, ârifler içinse (kendisine) yakınlık vasıtası kılmıştır.
Şimdi konumuza girelim. Allah, cemâlinin nurundan, ilk olarak Muhammed (a.s.m..)'in ruhunu yaratmıştır. Nitekim O bir kudsi hadiste şöyle buyurmaktadır: "Vechimin nurundan ilk olarak Muhammedi yarattım." Peygamber (a.s.m..) de: "Allah’ın yarattığı ilk şey, ruhumdur. O’nun ilk yarattığı şey, nurumdur. Allah’ın ilk yarattığı şey, kalemdir. O’nun ilk yarattığı şey, akıldır” buyurmuştur.
Bunların hepsiyle kastedilen şey aslında aynıdır. O da, hakıkat-i Muhammediyye’dir. O, celâli karanlıktan annmış olması sebebiyle "nûr" olarak isimlenmiştir. "Şimdi size Allah’tan bir nur ve apaçık bir İlâhî kelâm ulaşmıştır” (Mâide, 5/15) buyruğunda olduğu gibi. Küllî hükümleri idrak etmesi sebebiyle ona "akıl" denmiştir. İlim nakli için vasıta olması sebebiyle de "kalem" ismini almıştır. Kalem, harfler âleminde ilim nakil vasıtası olduğu gibi; rûh-u Muhammedî de varlıklann özü, yaratılanların ilki ve aslıdır. Nitekim Rasûlüllah (a.s.m..) şöyle buyurmuştur: "Ben, Allah’tanım; müminler de, bendendir.”
Allah, lâhût âlemindeki ruhların hepsini en güzel şekilde ondan yaratmıştır. O, bu âlemdeki haceletü'l-ünsün adıdır. O vatan-ı aslîdir. dört bin sene geçince, Allah, Muhammed (a.s.m.)'in gözünün nurundan, arşı ve diğer ana varlıklan yaratmıştır. Sonra ruhlar, varlıklann en aşağı seviyesine yani cesetlere indirilmiştir. "Sonra onu aşağıların en aşağısına indiririz” (Tîn, 95/5) buyruğunda bildirildiği gibi. Allah, onlan önce lâhût âleminden ceberût âlemine indirip, kendilerine ceberût nûruyla harameyn (lâhût ve ceberût âlemleri?) arasında bir kisve giydirmiştir (bu, rûh-u sultânıdır). Sonra onlan bu kisve ile melekût âlemine indirip, kendilerini melekût nûru ile örtmüştür (bu, rûh-u ravânidir). Sonra onlan âlemine indirip, kendilerini mülk nûru ile örtmüştür (bu, ruh-u cismânidir). Allah daha sonra da cesetleri yaratmıştır. Nitekim O, şöyle buyurur: "Sizi yerden (topraktan) yarattık, yine ona döndürecek ve sonra tekrar ondan diriltip çıkaracağız." (Tâhâ, 20/55).
Bundan sonra, Allah teâlâ, ruhlara cesetlere girmeyi emretmiş, onlar da bu emirden dolayı cesetlere girmişlerdir. "Ona belirli bir biçim verip de ruhumdan üflediğim zaman, hemen onun için secdeye kapanın” (Hicr, 15/29) buyruğunda ifade edildiği gibi. Ruhlar, cesetlere bağlanıp kalınca, elestü bi rabbiküm (A’râf, 7/172) gününde Allah'ın ahdinden aldıklan mîsâkı unuttular ve aslî vatana dönmediler. Bunun üzerine Rahmân, onlara acıyıp, kendilerine o aslî vatanı olarak semâvî bir kitap indirdi. Nitekim yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: "Onlara Allah'ın günlerini hatırlat.” (lbrâhîm, 14/5) Yani, ruhlar ile geçen önceki vuslat günlerini..
Bütün peygamberler, bu uyanda bulunmak için dünyaya geldiler ve âhirete gittiler. Ancak insanlardan pek azı, aslî vatanını hatırlar, ona dönmeye âşık olur ve neticede aslî âleme ulaşır.
Tâ ki nübüvvet, peygamberlerin sonuncusu yüce rûh-u Muhammedi'ye geçene kadar. Allah, onu, şu gafil insanlara, basîret gözlerini gaflet uykusundan açması ve Allah’a, vuslatına ve cemâline kavuşmaya davet etmesi için göndermiştir. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: İşte benim yolum bu! Basîret üzere (akla uygun, bilinç ve duyarlılıkla donanmış bir kavrayışa dayanarak) Allah’a çağınyorum. Ben ve bana uyanlar (aynı çağnyı yapıyoruz)." (Yûsuf, 12/108) Rûhun gözü olan basîret, fuâd (gönül) makamında evliya için açılır. Ama zâhir ilmiyle elde edilemez, bilâkis ledünnî bâtın ilmiyle kazanılabilir. "Orada, kendisine üstün bir bağışta bulunarak (özel) bir bilgiyle donattığımız kullarımızdan birine rastladılar” (Kehf, 18/65) âyetinde belirtildiği gibi. O halde insanın görevi, lâhût âleminden haber veren velî bir mürşitten telkin almak suretiyle, bu gözü (basireti) basiret ehli olanlardan kazanmaya çalışmaktır.
O halde, ey kardeşler! Kendinize gelin ve tövbe ile Rabbinizin bağışlamasına koşun. Yola koyulun, bu rûhânî kâfıleler ile birlikte Rabbinize dönün. Yakında yol sona erer ve o âleme gidecek arkadaş bulunamaz. Bizler, bu âdî-harap dünyayı arıtmak ve pis nefsânî işlerden hoşnut olmak için gelmedik. Zira sizin için endişeli bir beklenti içinde olan Peygamberiniz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur: "Üzüntü ve endişem, kıyâmete yakın zamanda yaşayacak ümmetim içindir.
Bize indirilen ilim iki çeşittir; zâhir ve bâtın. Yani şeriat ve marifet. Şeriat ile emir zâhirimize, marifet ile emir de bâtınımıza yöneliktir. Böylece ikisinin bir araya gelmesinden hakikat ilmi doğar. "O, kavuşup kanşabilmeleri için iki büyük su kütlesini serbest bırakmıştır. (Ama) aralarında aşamayacaktan bir engel var" (Rahmân, 55/19-20) âyetinde ifade edildiği gibi. Yoksa mücerret zâhir ile hakikat elde edilemez ve gayeye ulaşılamaz. Kâmil ibâdet, ikisiyle de olandır, biriyle olan değil. "Ben, cinleri ve insanları yalnızca (beni tanımaları ve) bana kulluk etmeleri için yarattım” (Zâriyât, 51/56) âyetinde belirtildiği gibi. Burada "bana kulluk etmeleri için’in anlamı, "beni tanımaları için’dir. Onu tanımayan/bilmeyen birisi, kendisine nasıl kulluk edecektir?
Marifet, ancak, tasfiye sonucunda nefis perdesinin, kalp aynasının üzerinden kaldırılmasıyla hâsıl olur. İşte o zaman, o aynada, kalbin özünün sırrında gizlenmiş hâzinenin cemâlini görür. Şu kudsî hadiste ifade edildiği gibi: "Ben, bilinmeyen gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim. Bu yüzden mahlûkâtı yarattım.” Allah, insanı, kendisini tanıması/bilmesi için yarattığını açıklamıştır. O halde, insanın Rabbini tanıması (marifet) görevidir.
Marifet iki çeşittir: Allah’ın sıfatlarının marifeti ve Allah’ın zâtının marifeti. Sıfatların marifeti, dünya ve âhirette cismin hazzı olur. Zâtın marifeti ise, rûh-u kudsînin âhiretteki hazzıdır. "Onu kutsal ruh ile güçlendirdik" (Bakara, 2/87) âyetinde bildirildiği gibi. Onlar rûhu’l-kuds ile kuvvetlendirilmişlerdir. Bu iki marifet, ancak iki ilim yani zâhir ve bâtın ilimleri ile elde edilebilir. Nitekim Rasûlüllah (a.s.m..) şöyle buyurmuştur: "Asıl ilim, iki ilimdir: Biri, dilde olan ilim ki, o Allah'ın insanlar üzerindeki hüccetidir. Diğeri de, kalpte olan ilim ki, esas faydalı ilim işte budur."
İnsanın, ruhun kendisiyle bedenin kazancını -ki bu kazanç derecelerdir- tahsil etmesi için, öncelikle şeriat ilmine ihtiyacı vardır. O, daha sonra, ruhun marifet ilmindeki marifetinin kazancım elde etmesi için, bâtın ilmine ihtiyaç duyar. Bunlar, ancak, şeriat ve tarikata uymayan uygulamalann terk edilmesi ve nefsânî-rûhâni meşakkatlerin hiçbir riya-gösteriş olmaksızın sırf Allah için hoş karşılanması ile kazanılabilir. Nitekim Allah teâlâ şöyle buyurmuştur: "Öyleyse, artık her kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa, sâlih amel (dürüst ve erdemli davranışlar) işlesin ve Rabbine özgü kullukta hiç kimseyi-hiçbir şeyi (O’na) ortak koşmasın" (Kehf, 18/110)
ALINTI
|