Mezhebe bağlılığın anlam ve önemi
MEZHEBE BAĞLILIĞIN ANLAM VE ÖNEMİ
a-Mezheb Kavramı ve Mezheblerin Ortaya Çıkışı
“Mezheb”, gidilen yol, tutulan yol anlamına gelir. Dini terminolojide “mezheb”, bir müçtehidin, İslam’ın itikadi ve ameli konularını/hükümlerini, ayet ve hadislerin doğrultusunda, belli bir yöntemle ortaya koymasıyla oluşan dini anlama mektebidir.[1] Daha basit bir ifadeyle “mezheb”, şer’î nassları (dini metinleri) açıklamak ve o metinlerden hüküm çıkarmak için oluşmuş fıkhi mekteb/fıkhi ekol olarak da tarif edilebilir.[2] Meselâ, itikatta “Maturidiye Mezhebi”, amelde ise “Hanefi Mezhebi” bunlardandır.
Tariften de anlaşılacağı üzere, mezhebin imamı durumundaki kişi, hiçbir zaman din ve şeriat koyucusu değildir.[3] Zira hak bir mezhep, ayet ve hadislerdeki açık hükümleri sistemine aynen alır, açık olmayan noktalarda ise kendi yöntemine göre içtihad eder. Hak mezhepler arasında farklılık, nasslarda açık olmayan konularla ilgili yaptıkları içtihatlarda söz konusu olur. Dolayısıyla ana konularda hak mezhepler arasında farklılık olmaz.
İçtihad farklılıkları ise, bir nassın (ayet veya hadisin) manaya delaletinin açık olmaması, bazı lafızların birden çok anlama gelmesi,[4] hadisin sıhhati üzerindeki farklı değerlendirmeler,[5] uzak bölgelerdeki bir müçtehidin her hadise ulaşamaması, ulaşsa bile o bir hadisin tarikinin sağlam olarak addedilmemesi, Medine’den uzak bölgelerde yeni ve karmaşık olayların zuhuru gibi faktörlere dayanır.[6] Bölgenin örf adetleri ve zamanın şartları da içtihat farklılığını doğuran sebepler arasında yer alır. Ancak, hakkında açık nass bulunan bir meselede, örf adete göre içtihat yapılamaz.[7]
Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında sahabe, karşılaştığı problemlerle ilgili sorularını ona sorarak çözüme kavuştururdu. Peygamber (s.a.v.) onu konuda bilgi sahibi ise hemen cevaplandırırdı. Bazen de o konuda vahiy gelmesini beklerdi.[8]
Hz. Peygamber (s.a.v.) ahirete irtihalinden itibaren sahabenin fakih olmayanları, aralarındaki fakihlere meselelerini sorarak çözüme kavuşturmuşlardır.[9] Tabiun’un alimleri de Kur’an ve Sünnet’te açık olmayan konuları sahabenin fakihlerine sormuşlar ve sahabeden aldıkları fetvalarla etrafını aydınlatmışlar ve aynı zamanda o fetvaları sonraki kuşağa aktarmışlardır.[10] Bu yüzden ilk iki asırda sistematik bir mezhep kavramı ortaya çıkmamıştır.
Fetihler sonucu İslam ülkesinin sınırlarının genişlemesi ve sahabenin de ahirete irtihalinden sonra (üçüncü nesilde) halkın, dini meselelerini bölgelerinde bilinen büyük alimlere götürmesiyle, dini ve sosyal bir olgu olarak mezhepler teşekkül etmeye başlamıştır. Bu surette, İslam ülkesinin çeşitli bölgelerinde ve farklı devirlerde yetişen Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafii ve Ahmed b. Hanbel gibi büyük müçtehit imamlar etrafında topluluklar oluşmuştur. Giderek bu topluluklardan mezhepler oluşmuştur.[11] Bundan dolayı mezhepler, kasden ve planlı oluşturulmuş müesseseler değildir. Aksine, dini ve sosyal ihtiyaçtan kaynaklanarak kendiliğinden oluşmuş mekteplerdir. Bu mektepler, dini öğrenmeyi ve yaşamayı kolaylaştırıcı bir rol üstlenmişlerdir. Nitekim ayet-i kerimede, “Bilmiyorsanız zikr ehline sorun”[12] buyurulmaktadır. O kadar ki Cenab-ı Hakk, topluma dinini öğretecek bir grup insanın savaşa katılmasına bile salık vermemiştir. Bu konudaki ayet-i kerime şu mealdedir:
“Mü’minlerin hepsinin toplanıp savaşa çıkmaları uygun değildir. Her kabileden büyük bir topluluk savaşa gitmeli, ama onlardan bir kısmı da din konusunda köklü ve derin bilgi sahibi olmak ve kabileleri savaştan döndükleri zaman onları uyarmak için savaştan geri kalmalıdır! Olur ki (böylece) Allah’ın azabından sakınırlar.”[13]
Açıkça görüldüğü gibi, bu ayetler mezhebi oluşumun veya dinde “taklid”in caiz olduğunu gösteren en önemli delillerdendir.[14]
b-Mezhebe Bağlılığın Luzumu
Mutlak müçtehit olmayan kimseler için hak bir mezhebe tutunmak, taassup değil, dini ve sosyal bir ihtiyaçtır. Zira toplumda herkesin her meslekte ihtisas sahibi olmasının imkânı olmadığı gibi, dinde müçtehit olma imkanı da yoktur. Yukarıda belirtildiği gibi, ilk iki nesil (Sahabe ve Tâbiûn), bir bakıma suyu kaynağından içtiklerinden mezhebi oluşuma ihtiyaç duymamışlardır. Buna rağmen taklid, sahabe arasında da vuku bulmuştur.[15] Sahabenin fakih/müçtehit olmayanları, fakih olanlarına sormak suretiyle meselelerini çözüme kavuşturmuşlar ve ona göre amel etmişlerdir.[16] Bugünün şartlarında ise biz, temiz suya ulaşmak için sağlam bir kanala başvurmak ve o kanala tutunmak zorundayız. O halde itikatta ve amelde hak bir mezhebe tutunmak (taklid etmek), müçtehid olmayan kimse için zorunlu bir ihtiyaçtır.[17] Yoksa, faydalı kanallarla zararlı kanalların karıştırılma ve zehirli bir kanala sapma tehlikesiyle karşı karşıya kalırız.
Amelde mezhep olarak tarihte 4 mezhep dışında başka hak mezhepler de zuhur etmişse de bunların çoğunun müntesibi kalmamıştır.[18] Bugün itibariyle kaynaklarına ulaşılabilecek ve temsilcisi bulunan ameli hak mezhepler bilinen 4 mezheptir. Bunlar; Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli mezhepleridir. Bir mümin bunlardan herhangi birine tutunduğunda, Hakk’a bağlanmış olur. Dört mezhep imamlarının hepsi de Ehl-i Sünnet’in kökü olan “Selefiyye”dendir.[19]
Mezhebe olan lüzumu çeşitli örneklerle izah etmek mümkündür. Şöyle ki:
1)Hasta olan bir insan, “ben tıbbın hiçbir buluşunu ve tedavi yöntemini, bunun yanında hekimleri de kabul etmiyorum, kendim araştırıp kendi kendimi tedavi edeceğim” demesi ne kadar hatalı ise, bir müminin de İslami ilimleri ve ulemayı dışlayarak “dini meselelerimi Kur’an’dan kendim öğrenirim” demesi de o kadar hatalıdır. Buna “sünnet”i de ekleseniz durum fark etmez.
Bu örneği sıradan bir insan için değil de pratisyen bir hekim için düşünsek de sonuç değişmez. Zira, bir hekim hastayı tedavi ederken, “tıbbın ittifak ettiği yöntemlerden hiçbirini kabul etmiyorum, ben kendim yeni yöntemler geliştireceğim, onlarla hastayı tedavi edeceğim” demesi kabul edilebilir bir yaklaşım değildir. Bir hekim için tıbbi araştırmalar yolu kapalı değilse de uzman hekimlerin tarih boyunca ittifak ettiği meseleleri bir kenara atarak tıpta sıfırdan bir araştırmaya göre hasta tedavi etmesi, mantıklı ve çıkar bir yol olmasa gerek.
Kaldı ki İslami limlerdeki birikimi bir kenara atmak, tıp ilmindeki örneklerden daha vahim sonuçlar doğurur. Zira tıp tecrübe ve araştırma ile bir nebze de olsa öğrenilebilir, Din ise, esas itibariyle nakle dayandığından, nakille gelen bilgiyi bir kenara atılması, kesinlikle istikametin kaybedilmesi anlamına gelir.
2) Otobüs veya arabanız yoksa, arabanız olsa bile şoförlüğünüz yoksa, o zaman bir firma otobüsüyle veya bir başkasının arabasıyla yolculuk yapmaya mecbursunuz demektir. Buradaki yolculuğu dindeki “kulluk” görevimize benzetebiliriz ki onu Allah emretmiş, yöntemini de o göstermiştir. Başkasının aracı kaza yapabilir, uçak da düşebilir düşüncesiyle çok uzak mesafeler için yaya olarak yola çıkmak, yolda helak olmayı, hatta yolda kaybolmayı peşinen göze almak demektir.
3) İşin ehli tarafından açılan ve herkesin üzerinde yürüyüp tecrübe ettiği bir “otoyol” varken, bir şahsın, bu yolu beğenmeyip de dağlar üzerinden kendi kendine patika açmaya yeltenmesi de mezhebi lüzumsuz görenlerin haline benzer. O otoyol, Allah’ın Kur’an’da ittibaya mecbur tutuğu “müminlerin yolu” dur,[20] “ehl-i sünnet yolu”dur, çoğunluğun tuttuğu yol olan “Sevad-ı Azam yolu”dur.
SONUÇ
Kur’an ve Sünnet içeriğine hâkim olmadan; Arapçada, bedi’, beyan ve meâni’de, İslami ilimlerde ve usul ilimlerinde üst düzey bilgi sahibi olmadan; bunun yanında sağlam bir itikat, iyi niyet, ihlas ve meleke sahibi de olmadan, Kur’an’dan hüküm çıkarmaya yeltenmek, “zavallılık”tan başka bir şeyle ifade edilemez. Hele bir de tercüme ve mealler üzerinden bu işe koyulmak, son derece trajikomik bir durumdur. Halbuki bu işe hayatını vakfetmiş muhlis ulemanın tüm süzgeçlerden geçirilmiş üstün çalışmaları, müstahzar olarak yanı başımızda beklemektedir.
Allah Teâla Kur’an-ı Kerim’de, kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik verilen hiçbir insanın, Allah’ı bırakıp da kendisine kulluğa çağırmayacaklarını, sadece ve sadece “rabbânî kullar” olmaya çağıracaklarını haber vermiştir.[21] Peygamberlerin yoluna ittiba etmiş alimlerin de insanları kendine kulluğa değil, Allah’a kulluğa çağıracakları aşikardır. Bu bağlamda İbn Kesir, peygamberlerin yoluna ittiba etmiş alimlerin de insanları kendine kulluğa değil, sadece ve sadece Allah’a kulluğa çağıracaklarını ifade etmektedir.[22] Bu müjde, ümmete büyük bir rahmet ve kolaylıktır. Yoksa bu kadar çok dünya meşguliyeti içerisinde ve ilmin kaldırıldığı ahir zamanda herkesin müçtehit olmasının imkân ve ihtimali yoktur. Öyleyse, içtihad ehliyetine sahip olmayan kimselerin, hak bir mezhebe bağlılığı, son derece lüzumludur. Hanefi Mezhebi’nin İmam Azam’dan sonra en büyük imamları olan Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Züfer gibi büyük şahsiyetler bile, füruda müstakil olmaları yanında usul ve yöntemde hocaları Ebu Hanife’ye bağlı kalmışlardır.[23]
Bugün itibariyle Ehl-i Sünnet’in itikatta iki mezhebi vardır. Onlar, “Maturidilik” ve “Eş’arilik”tir. Sahabe ve Tâbiûn’un temsil ettiği ilk “Selefiyye”den sonra Ehl-i Sünnet’in yerini bu iki mezhep almıştır. Bunların her ikisinin Ehl-i Sünnet’i temsil ettiklerini ve her ikisinin de itikadi hak mezhepler olduğunu kesinlikle bilelim. Her iki mezheb, tarihte yaklaşık olarak aynı dönemde farklı coğrafyalarda İslam dünyasına itikatta öncülük etmişlerdir. Akademik birkaç nüans dışında aralarında itikadi yönden bir fark yoktur. İtikad, dini temeller olduğundan itikadi meseleler üzerinde, açıklamaya dayalı hususlar dışında ihtilaf da olmaz zaten. Bu bakımdan, Maturidilik ve Eş’arik’ten her ikisinin öğretileri de İslam itikadının kendisidir.[24] Metod olarak da da bu iki mezheb, “kelâm metodu”nu kullanmışlardır. Kelam metodu, felsefe metodundan farklı olarak, ayet ve hadisleri asıl kabul eder, dinin anlaşılması ve izahında da akıldan yararlanır ama aklı hakem kabul etmez.[25]
Öyleyse, Maturidilik veya Eş’arilik’ten birini hakir görmek veya birine karşı düşmanca bir tavır almak, Allah muhafaza kişiyi dinden çıkarır. Son yıllarda Batı, her ikisi de Ehl-i Sünnet olan bu iki itikat mezhebini birbirine düşman etme denemelerine girişmiştir. Son zamanlarda özellikle Türk gençliği ve aydını, “Maturidiye Türk Mezhebi, Eş’ariye ise Arap Mezhebidir” sloganıyla güya Maturidi taraftarlığı adı altında Eş’ariye üzerine kışkırtılmaktadır. Bu saçma fikirleri ileri sürenlerin, haddi zatında Maturidilikle de bir alakaları yoktur. Çünkü tarihte Maturidiler Eş’arileri, Eş’ariler de Maturidileri daima sevip saymışlar, her ikisi de diğerinin kesinlikle kendinden bilmiştir.
Diğer bir yazımızdaki ifadelerimizi, önemine binaen burada da tekrar etmek istiyoruz: Yukarıda anlatılan bu Amerikan oyununu öğrenen iyi niyetli, vatansever ve Müslüman Türk Evladı, Allah’ın izniyle, bu oyununa gelmeyeceği gibi, olanca gücüyle de bu Amerikan oyunu ile mücadele edecektir. Umarız ki bizim bu ifadelerimizden kimse ırkçılık anlayışı çıkarmaz! Zira biz, inancımıza göre bütün müminleri dinde kardeş bildiğimiz gibi,[26] dinimize, devletimize ve milletimize zararı dokunmayan[27] insanlığı da Hz. Adem (a.s.) babamızdan yaratılışta kardeş biliriz…[28]
İtikatta ve amelde hak bir mezhebe bağlılık, tarih boyunca İslam toplumunda ve Türk toplumunda birlik ve dirliğin de adeta anahtarı olmuştur. Bu bağlılık toplumda kültür birliğini de sağladığından fertler arası kaynaşma ve uzlaşıyı kolaylaştırmış, toplumdaki kaos ve kavgayı minimum düzeye indirgemiştir. Birileri her kafadan bir ses çıksın ve bu kültür birliği de kaybolsun diye galiba, bu anahtarın dişlerini sıyırmaya seferber olmuş görünüyor. Netice itibariyle bir hak mezhebe bağlılığı çok görenler, insan aklı sayısınca saçma yolların ortaya dökülmesinden keyif alıp 4 köşe olacaklar acaba?..
[1] Fahrettin Atar, Fıkıh Usülü, s. 378.
[2] Abdülkerim Zeydan, Vecîz, s. 412.
[3] Bkz. Fahrettin Atar, Fıkıh Usülü, s. 378.
[4] Bkz. Hallaf, Ilmu Usuli’l-Fıkh, 35.
[5] Hallaf, Ilmu Usuli’l-Fıkh, s. 152.
[6] Fahrettin Atar, Fıkıh Usülü, s. 357, 358.
[7] Bkz. Abdülkerim Zeydan, Medhal, s. 119; Hallaf, Ilmu Usuli’l-Fıkh, 89, 90.
8] Abdülkerim Zeydan, Medhal, s. 92, 93. Bkz. Bakara, 2/189, 215, 217, 219, 220, 222; Maide, 5/4; âraf, 7/187; Enfal, 8/1; İsra, 17/87; Kehf, 18/83; Tâhâ, 20/105; Naziat, 79/42.
[9] Abdülkerim Zeydan, Medhal, s. 99-107.
[10] Abdülkerim Zeydan, Medhal, s. 111; Fahrettin Atar, Fıkıh Usülü, s. 381.
[11] Fahrettin Atar, Fıkıh Usülü, s. 381.
[12] Nahl, 16/43.
[13] Tevbe, 9/122. Bkz. Ali-İmran, 3/79, 80; İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azim, I/377.
[14] Bkz. Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’ân, II/215; Şirbînî, Hâşiyetü’l-Benânî alâ Şerhi Cem’u’l-Cevâmi’ (Hamiş’de), II/253; Şâtıbî, İ’tisam, s. 479; Abdülkerim Zeydan, Vecîz, s. 412.
[15] Şirbînî, Hâşiyetü’l-Benânî alâ Şerhi Cem’u’l-Cevâmi’ (Hamiş’de), II/253.
[16] Zekiyyüddin Şa’bân, Usûlü’l-Fıkhi’l-İslâmî, s. 422.
[17] Şâtıbî, İ’tisam, s. 479.
[18] Abdülkerim Zeydan, Medhal, s. 148, 149.
[19] Şerafeddin Gölcük, Süleyman Toprak, Kelam, s. 36.
[20] Nisa, 4/115.
[21] Ali-İmran, 3/79, 80.
[22] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Ku’âni’l-Azîm, I/377.
[23] İbn Âbidîn, Reddü2l-Muhtar, I/165.
[24] Bkz. Şerafeddin Gölcük, Süleyman Toprak, Kelam, s. 36-39, 41; Şükrü Özen, “Maturidi”, TDV/İSAM Ansiklopedisi, XXVIII/148.
[25] Gölcük-Toprak, a.g.e, s. 38, 44.
[26] Hucurât, 49/10; Tirmizi, Tefsiru Sure 59; 49; Menâkıp 73; Ebu Davud, Edeb, 11; II/361, 524; Ahmed, IV/145, 158.
[27] Hucurât, 49/13; Mücadele, 58/22; Tevbe, 9/23, 24.
[28] Bkz. Tirmizi, Tefsiru Sure 53, 49; Menâkıb, 73; Ebu Davud, Edeb, 111; Ahmed, II/361, 524.
|