Tasavvuf, ilâhî Takdirden Râzı Olma Sanatıdır.
Mevlânâ Hazretleri, oğlu Bahâeddîn Veled’e şöyle nasihat eder:
“Bahâeddîn! Eğer dünyâdayken cennette bulunmak istersen, herkesle dost ol, hiç kimsenin kinini yüreğinde tutma! Çünkü bir kardeşini dostlukla anarsan, dâimâ sevinç içinde olursun. İşte o sevinç, dünyâ cennetinin tâ kendisidir. Eğer bir kimseyi kin ile anarsan, dâimâ üzüntü içinde olursun. İşte bu gam da cehennemin tâ kendisidir.
Dostları andığın vakit, içinin bahçesi çiçeklenir, gül ve fesleğenlerle dolar. Seni incitenleri andığın vakit ise, için dikenler ve yılanlarla dolar, rûhun sıkılır, kâbuslanır, içine bir pejmürdelik gelir. Bütün peygamberler ve velîler, mü’min kardeşlerini gönül saraylarına aldılar. Onların bu fazîleti, halkı cezbetti. Kendi arzularıyla onların ümmeti ve mürîdi oldular.” (Ahmed Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn, II, 210)
Mü’min, din kardeşlerine karşı dâimâ müşfik, merhametli, müsâmahakâr ve affedici olmalıdır. Onların ezâ ve cefâlarına Allah rızâsı için yüzünü ekşitmeden tahammül etmelidir. İçinde mü’minlere karşı bir soğukluk, kin, hased, öfke, dargınlık taşımamalıdır. Bunun için de Rabbine dâimâ:
“Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önceki mü’min kardeşlerimizi bağışla! Kalplerimizde mü’minlere karşı bir kin bırakma!..” (el-Haşr, 10) âyetinin muhtevâsı içinde niyaz hâlinde bulunmalıdır.
Tasavvufun ilk dersi, incitmemekle başlar. Mânevî tekâmülün nihâî dersi ise, incinmemektir. İncinmemek, sadece insanlardan gelen eziyetlere karşı değil, hayat ve hâdisâtın acı kader tecellîlerine karşı da şikâyetçi olmamaktır. Zîrâ hayır ve şer bütün tecellîler, dünyayı bir imtihan diyârı olarak takdîr eyleyen Cenâb-ı Hak’tandır. Kâmil bir mü’min olarak yaşamak, O’ndan gelene, yine O’nun hatırına “Hoş geldin!” diyebilmektir. Dünyâda da, âhirette de huzur ve saâdetin özünde bu rızâ hâli vardır.
Yâni Hakk’ın rızâsına ermek isteyen, evvelâ kendisi Hak’tan râzı olacak. O’nun takdîrine rızâ gösterecek. Her hâlükârda hâline şükredecek. Hayâtın süfliyâtı ve menfaatlerine takılıp kalmayacak… Dünyânın imtihan malzemelerini kendine izâfe etmeyecek. Bu malzemeleri Hak rızâsı için kullanmayı bilecek. Hayatın med-cezirleri içinde mes’ud olmayı bilecek…
Lokman Hakîm, saâdetin anahtarını şöyle ifâde eder:
“İki şeyi unutma:
1. Allah -celle celâlühû-’yu unutma. (O’nun dostu olabilirsen selâmet bulursun.)
2. Ölümü unutma. (Fânîliğini unutma ki, nefsânî hayatın çıkmaz sokaklarında kaybolmayasın.)
İki şeyi de unut:
1. Sana yapılan menfî davranışları unut. (Mevlânâ’nın buyurduğu gibi: Dalındaki dikenlere sabredip hâline râzı olması, gülü, çiçeklerin şâhı kıldı.)
2. Yaptığın hayır ve iyilikleri unut. (Her güzel ameli, Rabbinin lutfu bil. Sana o iyilik temâyülünü Rabbinin lutfettiğini hatırından çıkarma! O’na şükret! Böylece nefsini palazlandırmaktan, ona rüşvet vermekten, yâni ona pay çıkarmaktan kurtul.)”
Gerçek bir mü’min, bir kuru ekmek parçasında bile saâdeti bulabilen, mes’ûd olan, Hakk’ın takdîr ettiği hayatın iniş-çıkışları içinde huzur hâlini korumayı bilen, hâlinden memnun olan, rızâ ehli kimsedir.
Âmâk-ı Hayâl adlı eserinde Filibeli Hilmi Efendi, mecâzî bir hikâye anlatarak sefâletleri saâdete çevirmenin yolunu bildirir:
Rûhî buhranlar içinde kıvranıp huzur ve saâdeti arayan hikâyenin kahramanı Râcî, Aynalı Baba’nın ney taksimi eşliğinde okuduğu derin mânâlı şiirlerin tesiriyle dalıp gider. Kendisini bir mecliste bulur. Orada peygamberlerden filozoflara, ulvî şahsiyetlerden süflî kimselere kadar herkes vardır. Bütün insanları temsil eden Beşeriyyet adında biri de gerçek saâdetin peşinde hıçkırıklarla ağlayarak çâre aramaktadır. Feryad ederek:
“–Bana söyleyiniz, merhamet ediniz; hem hayattan tiksiniyorum, hem de onsuz yapamıyorum. Ne olur söyleyiniz, saâdetin ne olduğunu bana târif ediniz?” der.
O mecliste bulunan bazı cüce şahsiyetler de, cüce sandalyelerinden kalkarak cevap verirler:
Konfüçyüs; “–Saâdet, bir tencere pirinç pilâvına bütün lezzetleri sığdırmaktır.”
Eflâtun: “–Dâimâ yücelikleri düşünmektir.”
Aristo: “–Mantık! İşte saâdet!”
Zerdüşt; “–Karanlıkta kalmamaktır.”
Brahma; “–Saâdet mi? Herkesin zannı ne ise, onun aksidir!”
Buda; “Saâdet, yok olmanın güzel isimlerinden biridir. Nirvana, ey Beşeriyyet, Nirvana (boşluk)!” der.
Bu sözleri duyan Beşeriyyet’in zihni iyice karışır:
“–Sizler, kendinize bile faydalı olamadınız. Hep saâdet mahrumu olarak ömür sürdünüz. Dediklerinizin içinde de saâdetten eser yok! Saâdeti ne kendiniz yaşadınız, ne de peşinizden gelenlere yaşatabildiniz. Bütün fikirleriniz tozlu raflardaki kitapların içinde ancak güvelere yem oldu.
O zaman bir Allah dostu kalkıp şöyle der:
“Bu cihân, âkiller için seyr-i bedâyî (akıl sahipleri için esrâr ve sanat-ı ilâhiyeyi ibretle seyredebilmek), ahmaklar için ise yemek ile şehvettir.”
Daha sonra da peygamberler, saâdeti îzah ederler. Son olarak, meclisin reisi olan Fahr-i Kâinat Efendimiz, ayağa kalkarak şöyle buyurur:
“–Ey Beşeriyyet! Saâdet; hayatı olduğu gibi kabul etmek, eskâline/ağır yük ve çilelerine rızâ göstermek, ıslâhı için de gayret sarf etmektir. Yâni kalb-i selîme ermektir.”
Bunun üzerine Beşeriyyet, aradığı cevâbı bulmuş olarak ayağa kalkar ve:
“–Ey Fahr-i Âlem! Ey büyük Peygamber! Beşeriyyetin dertlerini anlayan ve ilâcını bulan yalnız Sen’sin!..” der.
Velhâsıl, şâirin dediği gibi:
İhtilâfâtıyla uğraşmakta dehrin zevk yok,
Zevk anın mir’ât-ı ibretten temâşâsındadır…
“Dünyanın kîl u kâliyle uğraşmakta zevk yok. Esas zevk, bu kâinâtı ve mevcudâtı gönlün ibret aynasından temâşâ edebilmektir.”
Dolayısıyla Allâh’a ve âhirete îmân etmiş birinin, fânî hayat ve hâdiselerin girdabı içinde boğulması, kendini kaybetmesi, dehşetli bir hamâkattir/ahmaklıktır. Bu hamâkatten kurtuluşun yolu da, îman zâviyesinden ibret nazarıyla âleme bakış tarzı kazanmaktır. Bu da insanı tefekküre sevk eder. Hayat ve hâdiseleri, îman penceresinden tefekkür edebilen kimsede ise, dünyevî gam ve kederden eser kalmaz. Onlar gafletten uyanmış, âgâh gönüllerdir.
Bunun içindir ki, korku ve hüzünden kurtularak ebedî huzûra kavuşmuş olan Hakk’ın sâlih kulları, kâinattaki ilâhî kudret akışlarını, ibret, hayret ve tefekkürle temâşâ ederler. Kudret-i ilâhiyyenin tabiatta vücûda getirdiği sonsuz hârikalardaki ilâhî sanatın zevkine ererler. Dünyânın gelip geçici imtihan cilvelerine takılıp kendini perişan etme hamâkatinden kurtulurlar. Zîrâ Hakk’ın rızâsına ermek için evvelâ O’nun takdîrine râzı olmayı bilirler. Kâinâta bakıp huzur bulurlar. Meselâ sermâyesi aynı toprak olan bitkilerin rengârenk yaprak, çiçek ve meyvelerindeki renk, koku, lezzet gibi ilâhî kudret tecellîlerinin hârikalarına nazar ederler. Bunların lisân-ı hâllerine ve sırlı beyanlarına âşinâ olup kâinat sayfalarını ibretle okumaya başlarlar.
Bir çiçeğe bakıp huzur bulurlar, bülbülün sesini dinleyip ne güzel bir ilâhî konser diyerek huzur hissederler. Olgun mü’minler, nîmetleri görüp şükreder ve huzur duyarlar. Fânîlerin külfetlerine sağır ve âmâ kesilip tahammül göstererek huzurlarını muhâfaza ederler… Câhillerin ve nâdanların menfî davranışlarına karşı “selâmâ” deyip geçerler.
Şeyh Sâdî-i Şîrâzî uyanık bir kalb ile gâfil bir kalbi şöyle mukâyese eder:
“İdrak sahipleri için ağaçlardaki her bir yaprak, mârifetullâh (yâni Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanıyabilme) husûsunda mufassal bir kitaptır. Gâfiller için ise bütün ağaçlar tek bir yaprak bile değildir.”
Mevlânâ Hazretleri de Mesnevî’sinde bir gâfilin hâlini şöyle ifâde eder:
Bir gün Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’a bir kimse yol arkadaşı olmuş. Beraber giderlerken bu kimse, bir köşede bazı kemikler görmüş ve Hazret-i Îsâ’ya yalvarmış:
“–Ne olur yâ Îsâ! Bildiğin ism-i âzam’ı bana da öğret de bu kemikleri diriltip kaldırayım.”
Hazret-i Îsâ ise cevâben:
“–O iş senin kârın değildir. İsm-i âzam’ı okuyup ölüyü diriltmek için yağmurlardan daha temiz bir nefes sâhibi, kullukta meleklerden daha anlayışlı bir kişi olmak gerek. İsm-i âzam, pâk bir lisân ve temiz bir kalb ister. Yâni öyle bir kimse ki, nefsi haram ile mülevves olmasın ve melâike gibi isyan ve günahtan pâk olsun. Çünkü bir kimsenin nefsi pâk olursa; o kimsenin duâsı makbûl olur. Hak Teâlâ o kimseyi hazînelerinin emîni eyler.
Meselâ farzedelim ki, sen, Hazret-i Mûsâ’nın asâsını elinde tutabilirsin. Fakat Mûsâ’daki kuvvet sende var mı ki, onu ejderha yapabilesin ve onu zaptetmeye kâdir olabilesin. Hattâ Musâ’nın asâsı ejderha olunca kendisi bile korkmuştu da Cenâb-ı Hak ona: “Korkma Yâ Mûsâ!”[1] buyurmuştu.
İşte bunun gibi, sende Îsâ’nın nefesi yokken ism-i a’zamı okuyup ezbezlemenin sana ne faydası olur ki.” dedi.
Fakat gâfil, yine durmadı ve:
“–Yâ Îsâ! Bu istîdat bende yoksa, bâri sen o kemiklerin üzerine oku!” dedi.
Hazret-i Îsâ, bu ahmağın sözlerine karşılık olarak:
“Yâ Rabbî! Bu esrârın hikmeti nedir? Bu ahmağın bu derece cidâle meyli nedendir? Kendisinin kalbi ölü, başkasının cesedini diriltmeye çalışıyor. Hâlbuki ona düşen, asıl ölü olan kendisini ihyâ etmek. Kendisini diriltmek için duâ edeceğine, başkalarını ihyâya çalışıyor. Bu ne gaflettir!” diyerek hayretini ifâde etti.
Velhâsıl kâmil bir mü’min, Rabbinin kendisine takdîr ettiğinin, kendisi için en hayırlısı olduğu bilip haddini aşmamalıdır. Elde edemedikleri için perişan olmak ve sızlanmak yerine elindekilere şükretmeli, hâlinden memnun olmalıdır. Ne fânî hayatın yaldızlarına kanmalı, ne de elde edemediklerine hasretle yanmalıdır. Böyle bir hamâkatten, sefâletini saâdet zannetme ahmaklığından Hakk’a sığınmalıdır. Cefâlar içinde saklı safâyı, külfet içinde gizli nîmeti görerek huzurunu muhâfaza etmelidir.
Sâhibimiz, Mâlik’imiz, Mevlâ’mız buyurur:
“Ey huzura kavuşmuş insan! رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً / Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” (el-Fecr, 27-30)
Rabbimiz cümlemizi bu âyetin muhtevâsına girebilen bahtiyar kullarından eylesin…
Âmîn!
Alıntı.
|